Bir Yazgının Öyküsü

……….. bir günbatımı kucağında zehirlenince biricik tutkusu dudağında titreyen bir dilekçe Sonsuz’a yücelince sonlunun ağıtları alevlenince bir yerlinin göğe sevdası ve tamamlanınca gönlün yarım kalan şarkısı bir ulu ışık sızacaktı umutların can çekiştiği kuytudan üstü-başı sırılsıklam güneşin gözyaşları bir ışık. bu nasıl evren, bu nasıl devrandı sağına baktı: ağlayıncaya kadar güldü soluna baktı: gülünceye kadar…

Bir Akşamın Ardından

Derdine derman olduklarım, bir gün bana dert olacaktır.. biliyorum.. İnsan yorulunca, üzülünce dünya kocaman bir nefes darlığı oluyor.. Güçlüyüm diyorum ama kalbim bir gelincik kadar hassas.. Bu günde akşam oldu, Her zaman nasılsak, bu akşam da öyleyiz işte, Canımız sıkkın, kalbimiz dargın.. Dudağımı bükmüş zoraki gülümsemişim komik sayılan ne var ise.. Bir ses kulağıma “yapabilirsin”…

Kaybolan Ritüeller

Bir zamanlar sabahlar, mis gibi çorba kokusuyla başlar; Akşamlar, dua sesleriyle son bulurdu. Türk aile kültüründe sofraların kalbinde, vaktiyle çorba kaynar; sonra çayın buharı yükselirdi. Sofralar kurulurken biri ekmeği böler, biri çorbayı karıştırır, biri sessizce “Afiyet olsun” derdi. Diğerleri sanki bu sözü beklermiş gibi, hep bir ağızdan ya da mırıltı hâlinde “Eline sağlık” diye karşılık…

Yalnızlık

    Geçen akşam yalnızlığın ne olduğunu düşündüm kendi kendime… O sırada ben de yalnızdım. Yalnızlığın tanımı neydi ve neye göre değişiyordu? Kimi kalabalık bir topluluğun içinde bile kendini yalnız hissedebiliyordu veya insan kendi düşüncelerini savunduğunda bile yalnız kalabiliyordu. Eşler arasında bile ödün veren, fedakâr davranan eş, kendini yalnız olarak addediyordu. Farklı düşündüğüm zaman ise…

Hoşçakal Serâ

Terkedilmiş bir öykünün başkahramanı olarak duruyorum karşında Sözüm bela kokulu Nefesim intihar… Bağrına saplansam Koyu bir hicrân fışkırır oluk oluk Dolunca gözlerin Taşırma sakın içinden içimi! Bıraktığın yerden değiyorum sona Hoşçakal Serâ! Bir oyunun tam ortasında Kandırılmış bir çocuk Eline tutuşturulan kokuşmuş vaatler Ve perde arkası ihanet… Madara olurken cümle âleme Aşka düşe kahroldum her…

SÂYE

Kaçmaya çalıştığım o buğulu hakîkat Gölgem ile aramda ince keskin bir sırat Prangamı sökmeye çalışıyorum fakat Uçurumdan aşağı bir el itiyor beni Aynı el başlangıca çeviriyor dümeni Bu keşmekeş, ademde esrarengiz bir hâldi Birisi; cinnet dedi, diğeri cennet bildi Benimse güzergâhım ıssız âkîm bir yoldu Rastlasaydım aşığa görünürdü ahseni Belki nasiplenirdi gölgemin de deseni Kâinat…

Vefanın Gözyaşları

Düşlerde dönüşler; dönüşlerde düşüşler.. ne acı! Girdaplara kurbân düşünceler, yaralarda sancı… Hüzün cenderesinden vefânın gözyaşları sızar; Gül gerdanlığı diken diken; ağlasın bülbül-ü zâr.. Zinhâr dağılmasın şafak takından, kristal edâ! Buruk inletir; cefâ döşeğinde vefâya vedâ… Hasret yamaçlarını dupduru ışık seli aklar.. Kimbilir sîneler neler; kimler ne sîneler saklar? Kaybolup gitmiş amansız koylarda; izler pek hissiz..…

Musa Şeriatı: Adalet!

kimsesiz ve ağlarken bir kadın kendini değersiz ve acılı hissettiği bir anda söylenmişti o sözler kadını darma duman eden cümleler adama komik gelmişti nedense kadın aldırmayıp gözyaşlarını silmişti ayıp olmasın diye güldü kadın adam komik bulduysa komikti belki de gerçekten fazlaca da ciddiye almamalıydı belki de haysiyyetsizliğini sonrasında bu da geçer ya hu demişti incinmişti…

ÜSTADIM

Dünyevî bedene hatırlatan İlahî özü, Hakikat incileriyle dizilmiş her bir sözü, İki çeşme ağlatır, temizler paslı her gözü, Hz. Muhammed’in şakirdi Said-i Nursi Kalplerde yıkılmış imanın duvarını ören, Ehl-i küfür ve şirkin putlarını yere seren, İslam’ın zafer ayak seslerini müjde veren, Hz. Muhammed’in şakirdi Said-i Nursi Zerreden şemse esmaülhüsnayla eder nazar Bir el, bin kalemle…

Ölen de kurtulmuyor ki!

Ne bileyim işte; Ters giden birşeyler var, Yoluna koymam, toparlamam lazım diyorum. Ama nasıl yapılır, ne yapmam gerekir, Bilmiyorum… Fezada kaybolmuş gibiyim, Gökyüzü kocamanmış, Çırpınan tek kuş benmişim, yorulmuşum, Konacak bir yerim bile yokmuş gibi. İçimdeki yalnızlık, İnsandaki vefasızlık duygusunu başka nasıl anlatırım! Yolum açılsın, ulaşayım, Yetişeyim diye çıkışa doğru koşmuşum da Sonunda duvara çarpmışım…

LEYÂL’İN SON YARGICI

Âdem’in yuttuğunu kus ey âlem-i ekber Toprak almıyor artık, göğün sırtında makber Kan damlıyor göğsüne çiğnendikçe yakutun İblisi alkışlıyor kendine tapan putun Ne gedâ ne şah olan yaşamak virasında Kaldı dilsiz ve dinsiz, ikisi arasında Açıldı perde perde kuytuda saklanan giz Ayân değil miydi hâl, yoksa sen miydin aciz Kulağına üflense âh, İsrafilin sur’u Neresinden…