Onlarla geçen sene tanıştık.
Bir arkadaşımın aracılığıyla, on yıl önce Irak’tan Türkiye’ye sığınmış bir aileyle yollarımız kesişti. Şehrin kenarına sıkışmış, duvarları yorgun ve rutubet kokan üç odalı bir evde yaşıyorlardı. Ev, bir yandan yoksulluğun sessizliğini, diğer yandan umudun ve sabrın sıcaklığını taşıyordu. Baba bir süredir ortalarda yoktu. Anne, beş çocuğuyla ayakta kalmanın yollarını bulmuştu. Sabahın ilk ışıklarıyla tarlalara gidiyor, marul topluyor, bazen de gündelik işlere koşuyordı.
Hayatları yoksulluktan çok, sessiz bir direnişti. Hayat, bu evde çaydanlıktan eksik olmayan su gibi kaynıyor, ama hiç taşmıyordu. En büyük oğul on beş yaşındaydı; çöp toplayarak eve katkı sağlıyordu… Oğulun elleri çöpten demir, annenin elleri topraktan nasır tutmuştu. Kız kardeş, ortaokul son sınıfta. Ancak o da ağabeyi gibi okulda uğradığı ırkçı baskılar yüzünden bu yıl okulu bırakmak zorunda kalmış. Yine de diğer iki kız kardeş, defterleri eski, umutları yeniydi ve defterlerinin kenarına küçük çiçekler çizerek derslerine devam ediyorlardı.
İlk kez kapılarını çaldığımızda, anne bizim için Irak çayı demlemişti. Misafirliğin en sade ama en samimi hâliyle, ince belli bardaklarda. Buruk ama içten bir misafirperverlik…
Türkçesi kırık döküktü gencecik annenin ama sözleri berraktı:
“Bizi burada istemiyorlar, hiç istemediler” dedi sessizce. Öyle bir mahcubiyet ve üzüntü hissettim ki; “Onlar az, sadece sesleri çok. Ne zaman şartlar oluşursa, o zaman dönersiniz memleketinize” dedim. Kadının gözleri bir anlığına parladı. O an, diller farklıydı belki ama duygular aynıydı.
Düşündüm de; ülkemiz bize sığınanlara büyüklüğünü gösterdi, hiç tereddüt etmeden kucağını ve gönül kapılarını açarak tüm dünyaya insanlık dersi verdi. Ancak millet olarak maalesef aynısını biz yapamadık. Birçok insan sevgiyle yaklaşmak şöyle dursun, nefretle baktı, kovmaktan beter etti, nefes almalarına bile dayanamaz oldu. Ama toplumun büyük kesimi, Kur’an’dan öğrendiği merhameti yıllardır en güzel şekilde kardeşlerimize gösterdi, gösteriyor.
…
Aileyle zamanla aramızda samimiyet kuruldu. Her ziyaretimizde bizi güler yüzle karşıladılar. Çocuklar kapıya koşar, anne utangaç bir sevinçle önümüzdeki sehpaya kendi yaptığı ekmeklerden koyardı.
Bir gün ailenin büyük kızı, “Bir dahakine size kek yapacağım” demişti. O gün, annesinden aldığı eski bir tarifi özenle uygulamış, güzel bir kek yapmış bizim için. “Sakın dokunma!” diye uyardığı küçük kardeşi gece dayanamayıp kekin büyük bir kısmını koparıp yemiş; kızcağızın emeği, sabrı ve sevgisi o ufalanan kenarlara karışmıştı.
Ertesi gün karşılaştığımızda gözleri dolu dolu anlattı. Biz gülümsedik. Halbûki o kekin en güzel tarafı, belki de işte o bozulmuş kenarlardaydı; bir çocuğun sabırsız sevgisinde, bir ablanın utangaç inceliğinde, bir ailenin içtenliğinde.
…..
Sonunda geçen ay, biraz da mecburiyetten, memleketlerine döndüler. Gitmeden iki gün önce onlar için küçük bir veda hazırladık. Sevdikleri yemeklerle donatılmış mütevazı bir masa… Ne çok şey sığdı o sofraya: Sessiz bir minnettarlık, senelerin ağırlığı, bir parça umut.
Şimdi telefonda konuştukça teşekkür ediyor, “Allah sizden razı olsun” diyorlar. En çok da o son günü unutmayacaklarını söylüyorlar. Çocukların hepsi okula başlamış. Yeni bir hayata adım atmışlar ama Türkiye’yi, burada bıraktıkları dostlukları özlüyorlar.
Biz de onlar için dua ediyoruz. Allah hayatlarını kolaylaştırsın, emeklerinin karşılığını versin, yollarını açık etsin. Belki bir gün yeniden yollarımızı kesiştirsin.
Bir bardak Irak çayı gibi kalsınlar hafızamızda; sıcak, sade, hatırlı ve unutulmaz.

