İçimde kocaman bir hüzün yumağı. Yaptığım her şeye siniyor gibi düşündüğüm. Sevdiği ne varsa onu yapayım, konuşmaktan hoşlandığı ne varsa onlardan keyifli sohbetler yapalım, dinlediğimiz müzikler, keyif aldığımız filmler. Her şeyi baştan tekrar konuşalım dediğim… Ama hepsine, her şeye biraz sinen o ayrılık acısı… Sürekli zihnine gelen düşünceler… Üç beş gün sonra gidecek ve bir daha göremeyeceğim hissi…
Hep sevdiği yemekleri yapıyorum. Mantı, sarma, gözleme, su böreği… Ama işte, hepsine biraz, her şeye biraz, azar azar sinen o şey… Adını koyamadığım o kocaman acı. Her yemekte kaşığıma gelen, lezzetimi zehirleyen acı. Sanki o çok sevilen yemekleri yemiyoruz da, her lokma içimdeki gözyaşı denizine girip çıktıktan sonra gidiyor mideme. Ağlamamak için yutkunarak yediğin lezzetlere karışan hasret damlaları…
Efendimiz’in (asm), “lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölüm” tabirinden de anladığımız, tattığımız, ölüm acısının türevlerinden bir acı, ayrılık… Gidecek ve kimbilir bir daha ne zaman görüşeceğiz? Tarifsiz bir şey işte. En fazla bu vakitler, böylesi hâller yaşadığımda arzuluyorum ahiretin sonsuzluğunu, gerekliliğini. Bir yer olmalı, ayrılıkların olmadığı, olmayacağı.
Ne yaparsan yap, illa ki ayrılıkların olduğu bir diyarda, gerçek kavuşmayı yaşayamıyorsun. Kavuşmanın içinde ayrılacağının elemi gelip oturuyor, çörekleniyor içine, kaldıramıyorsun başını. Sevincini doya doya yaşayamıyorsun. Bir yer olmalı, kabuksuz, çekirdeksiz meyve gibi, löp diye yiyebildiğin. Hiçbir acı, elem yaşamadan tam bir sevinç alabildiğin. Endişesiz, tasasız keyfedebildiğin. Olmalı. İnsan olarak bu kadar ince şeylerden hislenecek bir mahiyetle yaratılıp, her anımızdan ayrılmak zorunda olduğumuz bir dünyada, insanı yaşamaya mecbur bırakmak, bir eziyet olurdu başka türlü. Bu dünya ince hislere mekân bir yer değil. Bu duyguları tam karşılayacak bir yer değil. Bir üzüm tanesinin karşılığı on tokat yediğin bir yer. Hakiki kavuşmaların ömrü az. Hakiki vuslatın sevinci kısa. Her şey ama her şey bir atımlık kalp gibi. Kavuştum zannediyorsun, birkaç saniye sonra ayrılığı çörekleniyor kalbine. Acıtıyor. Hatta o denli acıtıyor ki, az önceki kavuştum zannedip sevindiğin birkaç saniyeyi zir ü zeber ediyor.
Gurbetin hasreti, gitmeden çörekleniyor içine. İki taraf da göz göze gelmekten çekiniyor. Kardeşim diyorsun, ağzından bir kardeşim daha çıkıyor. Uzaklara, çok uzaklara yollamak, bu kadar ağır gelmeseydi keşke. Gidenin ardından yola su döken insanların umudu, nasıl güzel bir umutmuş. Bazı şeyler için umut bile çok geliyor çünkü. “Su gibi git, su gibi gel.” denir. Belki de gidecek ve dönmeyecek bir daha. Görüşmek istesen, sen gideceksin yanına, eğer gidebilirsen. Yanan hasretini ancak böyle dindireceksin bir nebze.
Biliyorum. “Gün gelecek, ülkeden gidenler…” deyip susacağım. Ama o zaman ne olacak gözlerimde bilmiyorum. Bir damla yaş mı, yoksa kocaman bir mutluluk mu?