Ses İskenderiye’den geliyor gibi gözükse de, o nefes ötelerden gelmişti. 111 ayetle 3 safhayı iç içe girmiş boyutlar halinde seyredebilenlere selam olsun…
“Ya ebetî!” … “Ey babacığım… Güneşi, kameri, kevakibi bana secde ederlerken yakaladım”. “Ya Buneyye!” Aman oğulcağızım ! Ey biricik cancağızım… Ey kutlu tâcım… Sakın hikayeni kardeşlerine anlatma. Onlara hikayeni anlatma ki şeytan da onları yakalamasın. Senin yakaladığının hak olduğu kadar onların da yakalanacakları batıldır !
Rabb’in seni seçecek. Sana hallerin yorumunu öğretecek. Ancak sabret. Ve sukut et! Bildiklerini her yerde ulu orta söyleme! Rabbim seninle soyumun nimetini tamamlayacaktır…
Yusuf (a.s) güzelinin hikayesi bellidir. “Onu nasıl öldürsek?” diye tuzak kuranlar babalarının mehabbetini mi celb edeceklerini zannetmişlerdi? Ortalarda dolaşan birisi şeytanın ezeli planıyla yanılacaktı. “Onu öldürmeyin” deyiverecekti. Sanki öldürmek onların elindeydi! Onu bir kuyuya atın ki yol yorgunu kervânlara rehavet olsun. Sanki sahipsiz zannettikleri kuyu ellerindeydi! Yahuda o zaman aldandığı gibi bugün de aldanacaktı. Yahuda o gün cürüm işlediği gibi bugün de aynı hesabın-kitabın peşinden gidecekti! Ancak, Yusuf gönüller yol yorgunu kervanlara selamet oldular!
Babaları onların henüz mutabakata varamadıkları planın sahte boyutunu onlara ayan beyan gösterirken “siz ondan habersizken onu bir kurdun yemesinden korkarım” diyecekti. İttifâk şebekesi onu bir kuyuya attığını zannetmişti. Bu ne gaflet! Bu ne tuğyan!
Yusuf kuyuya âlâmet, Mısır’a selamet, huzura keramet, gönüllere rehavet. Güzellere mehabbet, şirinlere şerâfet olmuştu. Yusuf ahirzaman karanlığına hidayet olmuştu.
Kuyuda sabreden, Mısır’da Züleyha’yı eken, Nilin yeşermeyen parmaklarını biçtiren ve parmaklıklar arasındakilere bile bereket getiren yine Yusuf’tu. Nihayetinde Yusuf (a.s) yüzünü Rabb’ine dönüp günahkarları Allah’a (c.c) havale edecekti. Zira güzellik sadece Allah’tandı (c.c)!
Öyle bir Yusuf gönüldü ki kürsülerden “ Allah’ım sana havale ediyorum!” deyip kendinden geçecekti….
Yusuf azaba asalet olmuştu. Yusuf ayrılığa vasalet olmuştu. Yusuf güzele nedâmet, aşka bereket olmuştu. Yusuf gönüllülere tercüman olmuştu. Yusuf gecelere vezir olmuştu.
Öyle bir Yusuf ki kuyu dibinde ve sürgünlerde beklemekte. Öyle bir Cemil ki zindanlarda secde etmekte. Yusuf dövülmeye, kovulmaya boyun eğmedi. Yusuf’un gönlü Rabb’in (c.c) huzurunda, secdelerdeydi… Yurdundan edilen, binbir iftirayla çile çeken, zindanlarda ümit veren, saraylara vezir gelen yine Yusuf’tu. “La tesribe” saltanatının şâh-ı merdânlığını gösteren yine Yusuf’tu. Cömertti. Hem affedendi. Dileriz O beklenen Yusuf gönlün düğününde aynı yerde oluruz…
Ey Yusuf diyarından bir çalam alan gönül…
Hastalıklar da olsa, vefasızlıklar da olsa, bilmem ne gibi cebaretler de olsa gönlünüzün Yusuf’un gönlüne hemdem olmasını ezel çarşısından beri temenni ediyorum. Ben de bilmek istiyorum.
Yeryüzünde Asya bâ safâ gönülleri kuyuya attıklarını zannedenler aldanmaya devam etsinler. Onlar kanlı gömleğin yalancı hikayesini anlatmaya devam etsinler! Onlar “yendik” diyerek aldandıkları ezeli yenilgiyi en karib zamanda görme hafakanını yaşayadursunlar. Zira Yusuf gönüller vezirdirler! Vuzera halde birleşen Yusuf güzellerini kim “ğuraba değillerdir” diye inkara kalkışabilir ki? Asla ve kat’a!
Yusuf gönüller öyledir ki Hûb gönüllerle iç-içe, kol-kola, gönül-gönüle semavi halde birleşirler. Belki de birleşmişler. O zaman meselesi olduğu için aklımı bu saatlerde cebire mahkum etmek istemedim. O yüzden cebirle iştigal edenler çözsün gerilerde kalan kelamımı…
Ey gönlüm
Gönül hânedanınız yıkılmasın. Ne sürgüne gidenler olsun ne de ihanete gömülen olsun. Ne tahtınız düşsün ne de tâcınız guruba göçsün. Gözlerini görmeden aşık olmuştu gönül sana. Zamanla Halil İbrahim gecelerine yakalandım. Hilalin bağrından süzülen Halîlî gecelerin helâliyetini intizar ettim. Dua ettim… Sadece duanızı bekledim…
Türbedârlarınız olacaktı. Oysa ki ben türbe gârınız oldum! Koşmanız gerekirken sizi yer yer alıkoydum. ‘Nur istiyorum’ derken nurunuzu söndürmeye kalktım. ‘Huzur istiyorum’ derken huzurunuzu kaçırdım. ‘Kelam istiyorum’ derken kelamınızı dağıttım. ‘Gönül istiyorum’ derken gönlünüze vefâsızlık yaptım. Ne etmiştim ki bu hallere düştüm !?
Yazdıklarım sizi yurdunuzdan edip ürkütmesin. Kalbinize yapmış olduğum haksızlık beni sizden geçirmesin. Gönlünüz kimyanın etkisini kaldıracak lahzada iken acizlik hallerimdeki kelamımı kabul etmeye tenezzül gösteriniz. Sözlerim sizedir sureten… Ama hakikaten kimedir ki onu sadece Rabbim (c.c) bilir…
Hazan esiyor. Her yerden yalan geçiyor. Bir acı nağme de burada inliyor. Ne duyanı, ne göreni istiyor. O sadece Rabbini istiyor. Yer oluyor geliyor. Yer oluyor sürçe sürçe geri düşüyor. Bir medet, bir ilel-ebet kapısı bekliyor… O bekleme anında ne dediğini bilemez oluyorsa, affediniz…
Demek bu diyarlardan ayrılacaktınız? Yanıbaşımda ikamet etmişsiniz, ne yazar ki? Ben gönüllerimizde ikamet etmek isterim. Mesafelerin ne manası var ki ? Devletlerin ne ehemmiyeti var ki ? Ben gönül saltanatımıza mühimmat olmak istemiştim. Ben mi istemiştim ? Benden mi istenmişti ? İnanın, buna aklım idrakten uzak dakikalarda cevap verme cüretini gösteremez..
Yoldan geçenler ‘bu da ne diyor?’ diye serzenişlerde bulunsalar bile siz benim ne demek istediğimi izaha hadim eyleyiniz. Siz anlayacaktınız ki anlaşacaktık. Ağlayacaktınız ki ağlatmış olacaktım. Ancak büyüklük sizde kalsın, isterim. Ne olur o yüce gönlünüzü gönül yerime düşürmeyiniz. Oraya düşenlerle büyüklük taslamaktan Allah’a (c.c) sığınırım. Ben sadece büyük gönlünüze düşmek isterim. Orada Bekâ Fillahla hemdem olmak isterim….
Yücelerden bir nağme düştü ğurfetime (odama). Ne geçmişime ne de geleceğime ! Ağlamıştı ciğerim, benliğime! Rezilliğime! Hainliğime! Körlüğüme! Yeter ki Mısır Şâhı Yusuf’un (a.s) gönlü şahlansın Kur’an gecelerinde.
Ezel ve Ebed Kitabında! Kur’an’da! Hakikat âlemidir ki sadece O’nda! Peygamberler orada! Velayet orada! Baki orada! Fani okuyanlarda! O halde fâni olduğumun farkına varıp ağlamayacağım. Şükredeceğim… Sabredeceğim… Sukut edeceğim… Hamd edeceğim…
Biri gelecekti. Biri gidecekti. Huzur bu şekilde Nurlara gark olacaktı. O Nur Huzurun karşısına çıkmaya nasıl cüret edebilirdim ki ?
Ey Huzur sahibi…
Kalkınız artık. Ben huzurunuza gel(e)miyorum gibi gözüksem de sizleri köşe başında seyredenlerdenim. Huzura varmadan bütün benliğimden sıyrılmaya çalışıyorum. “Ayrılık” desek de ben ayrı değilim ki. “Uzaklık” desek de ben uzak değilim ki. Ben sadece yakînde kalmak isterim…
Tarikat sahipleri yolları sahiplenseler de, o yolların canan sahipleri Hûballah yolcularıdır. O halde “Aşkallah” yolcularına selam olsun! Benliğim onların dualarına gömülsün…
Günahlarım sevaplarıyla setredilsin…
Selam ve mehabbetimle…