EdebiyatEylül '23Tugay Mola

Ey lemhatül‐basar sevincim…

Gecemin muğannîsi bülbül-i şâdân şakıyor.

“Aşk eğer rûz‐i ezel der (içinde) dîl ü dîvâne nebûd (yok idiyse) tâ ebed!

Zirge (zira) felek nâle‐i (inilti) mestâne nebûd (yoktur)!’’ 

Ben de derim ki:

Ey Sübût! Ey Vücûd! Eğer aşkım ezel gününden beri gönlümde dîvâne değildiyse, bârî tâ ebede kadar feleğinin altında nâle‐i mestânen olayım!

Ey Umut! Ey Sükut! Ey Nutuk! Ey Ufuk! Eğer azabım ebed gününden beri gönlümde vîrane değil idiyse, bâri  tâ ezele kadar meleğinin yâdında Kâbe‐i Dosthânen olarak kalayım.

Ey Hubistân! Ey Aşkistân! Ey İnan! Ey Ezan! Ey Her An! Ey benden çok uzak olan! Ey bugün (şu anda) hatırımdan geçerken yok olan! Ey bende çok uzak duran! Hatırımdan geçerken uzağımda yanıyorsun. Uzağımdan geçerken hatırımı yine yakıyorsun! Hal yanıyorsun ve hala yakıyorsun… Yandı viranelere yas bağlamış dostâne yollar… Soldu berg‐i hazânım (sonbahar yaprağım) aktâr‐ı cihânımda (dünyamın dört bir yanında)!

Gel ey Can, gel de cânımı al! Ancak… Canımı almadan önce, bu gece “Lem hatül-basar” (göz açıp kapayana kadar çok kısa bir an) sus! Sus ve beni dinle! Dinle ve sonra cânımı al ey cân! Cânımı almadan önce ânımı dinleme lütfunda bulunmanı intizar ederim. Cenâb‐ı şahâneni intizâr ettim. Seni bekledim. Ne bir selâmın geldi kapı aralığına. Ne de bir kelâmın serildi geceler yarısına! Bugün yanıma sokulan acılar birer birer mürekkebime değdiler. Ateş yağar beyt‐i kâl elemime! Dağlar ağlar. Ben yankılanırım. Ocaklar çağlar. Ben saklanırım, sancılanırım!

Dîl… Ne dilimi almıştın  ne de dîlîmi; kendi halinde bırakmıştın. Âheste rân cânım! Ne beni dinlemiştin, ne de cenâb‐ı zâtını bildirmiştin. Âheste ol da dilbesten olayım! Gökte ol da, dîlhastan olayım. Biliyordum ki beni bir gün unutacaktın. Hayatımda yaktığın ayrılık çerâğı, memâtımdaki berâberliğimizin remzi değil miydi?  Tâkâtim yoktu. Ancak  sabrıma bir defacık olsun zuhûrâtın olmadı. Sen şamlandın (mumlandın). Ben saklandım. Ben bağlandım. Sen ağlandın. Ben söylendim sen dinlendin. Ancak yıldızlar dediler ki “halin perişan!” Bana söylenenlerin halleri ki hepsinden dirâhşen! Göründüler… Kim kimdedir? Hayatımın ayrılık ateşini alevlendirmen ayrılığımızın emsi (dünü) değil miydi ki?  Âhestê rân, cânım. N’olursun ağır git cânım. Ağır git… Hızına hız katamam ben. Acizim. Âheste git. Âheste râh… “Şîşe‐i Dîlim Ya Mevlâ. Zîr‐i seng âmede…” Kâlbimin câmı… Kalbimin zücâcı… Âheste git… Zîrâ şîşe‐i dîlim kırılacak. Yerin altındayım. Ağır geç üzerimden. Düşmanlar duyacak! Leyl‐i cânım. Âheste geç! N’olursun, söyle söylemek istediğini. Seni duymak isterim.

Yûsuf’un Züleyhâ aşkı zîr‐i sengimin (yeraltımın) zengine (ziline) basar oldu. Sûr’un üflendiği gece rehgüzâr (yolcu) olan benim. Hem deli-dîvane dolanan benim Mevlana’mın etrafında. Nâmı cihanı baştan başa dolaşan Şems’e ne olmuş ki! Esas unutulan benim, avutulan benim! En acılı kederlere yatırılan benim! Şam’a göçmeden önce akşamda şam (mum) gibi yakıla benim! Aya çıkmadan önce îmânından edilen benim! Afyonî’dir çektiklerim, kederlerim. Kimine göre acılar, afyon etkisi yapar, uyutur, uyuşturur; kimini ise gafletten uyandırır, arındırır. Hepsi benim!

..

Cihânın her zerresinde bir sihir var iken sende nasıl bir sihir olamazdı? Rehgüzarın ben olayım. Ancak sen benim âheste rân olan cânım ol… “Delirmiş” derlerse onlara gülerim. Ben tâ ezelden beri deliydim! Hayatım çok ağır oldu! Ölüm bile kaldıramadı hayatımın acılarla dolu ağırlığını… “Ne olmuş ki sana?” diye beni alay edene derim ki:

Mezar ben, taş ben, toprak bendim. Bir Hûb vardı, bendesiydim! Ancak, şimdi nerededir o Hûb bendim (bağım), ne haldedir, bilebilseydim?! Şeyh Ali Efendi Allah’ı (cc) düşündüğünde ben de ol Hûb’u düşünüyordum. Ha Hûb, ha Allah (c.c) diyordum. İkisi bir değil mi ki! Hûb da O’ndan değil mi, O’na değil mi, O’nunla değil mi? Hûbân aynasında yansıyan O değil mi? Hem esrar-ı aşkın şarabından içerken başka neyi düşünebilirdim, neyi düşleyebilirdim ki! Aşk denilen şey, Habib-i Vedud’un en mahrem tecellisi değil miydi?

Ben ezelsiz ve ebedsiz geldim… Yaşadım… Söyledim… Yazdım… Ben ezelsiz ve ebedsizdim. Ey bütün arayışlarıma ve buluşlarıma beni hidayet eden Hudâm! Ben kimseden değil, yalnızca sendendim. Sen Ezeldin ve Ebeddin Hudâm! Sen ey Mâh‐i Efşân! Biliyorsun: Ruhumun soluğunu susturamadım! Önüne geçmeye gücüm yetmedi. Ben o anlardan önce alevlere dalmıştım. Ateşler içinde berd ü selam arıyordum, ama İbrahim değildim. Kalbi olmayanda cihânın resmi (sûreti) ne gezer?! Cihanın sîreti kalb-i insanım duruncaya dek, durulmaya muvaffak eyle.

Yaşat beni ki seveyim Seni! Yaşat beni ki özleyeyim Seni! Yaşat beni ki öveyim Seni! Yaşat beni ki göreyim Seni! Kalbimde! Yaşat beni ki öleyim senin için! Yaşat beni ki… Hayır, hayır! Öldür beni ki dirilteyim Seni benliğimde! Öldür beni ki dirileyim seninle! Öldür beni ki bileyim Seni özümde! Öldür beni ki dinleyeyim Seni içimde! Öldür beni ki seni saza dökeyim, aşkını çalayım bamteli beytimde. Gör beni göreyim Seni! Sev beni seveyim Seni! Bil beni bileyim Seni, bildireyim Seni!

Cânım Efendim!

Baş parmağın boyu işaret parmağından uzundur! Tıpkı yılanın ürkütücü dili gibi bir uzunluğu vardır! Hüseyn’in (r.a) küheylânı çatlamaya geldiğinde Hüseyn’imin kanı henüz Kerbelâ’ya damlamamıştı! Ali’min (r.a) mezarına bomba koyacaklardı da ‘Bismillahirrahmanirrahim’ düşecekti bu işe tâliban olan en zalimlerin ve en şâkilerin başına! Hepsi orada geberecekti! O bomba infilak etmeyecekti ama onlar oracıkta parçalarına ayrılacaklardı.

Ey dost!

Falına baktırmak için Fatihâ’yı, Nâs’ı ve Felâk’ı okuyanı görmedin mi sen?! “Ben daha Şirazî’nin yazdıklarının yarısını dahi okumadım! Ama onun söylediklerinin hepsini yaşadım!” denecek olsaydı kendimi nerede arayacaktım ki? Sâki âşıktı. Nergis âşıktı! Eğer şişe‐i câmın ileysem senden başkasıyla olmadığıma delâlet eder! Sadece seninle! Ancak, neden şam (mum) gibi oldun? Neden ateşinle her tarafımı pervaneye çevirdin? Yeminim sende iken neden beni kandilin gibi yakmadın? Senden uzak değil iken neden kendini bana pervane yapmadın ki? Keşke senin yerinde yansaydım da sen yanmasaydın! Bilmiyor musun ki dîlim sana fedâ edilmişti. Dîlim… Hastalandığımda, ateşlendiğimde, yanmalarımda gönlüm sadece Kâbe’nde tavaf etmişti. Bilmez  misin ey cân?! Rûz-i ezelden beri felek düştü acılarıma…

Ne desem, ne söylesem? Eğer ayrılık halvetinde olmasaydım, dilimi bu şekilde lâbüd konuştur(a)mazdım. Sureta ne kadar uzaklarda olsam da, hakiki hayatımın hiçbir anında senden uzak olmadım. Ancak sen beni hep kendinden uzak gördün. Ben ise sadece seni düşündüm. Seni bekledim. Seni sevdim. Seni… Ben ezelden beri sadece başkalarına kâfir olmuştum, sana mü’min. Ancak, sadece senin imanın olmuştum ben. Halvete gireli neler döküldü ağzımdan ki gönlü sadece senin sarhoşundur! Önümde yandığın günden beri o mâna cihânında bir türlü nurlanamadım! Sen yanarken ben nasıl ruhumun ağıdını pervane dindirebilirdim ki?

Sen kâm-revâ! (muradı yerine gelmiş). Ben kan-revân. Dîl efşan kâhinlerin kehanetlerine aldanma cânım! Dîl efgân zalimlerin zulümlerinden korkma cânım… Seni Hudâ koruyacak. Beni senin o korunmuş Hûb kerâmetinde uyandıracak inşallah. Ben buna inandım cânım. Adını Hubistanda gördüğümde içime öyle lezzet-i maneviyeler hulûl etmişti ki şu anki hâlim ve kâlim konuşmama müsaade etmedi. İçimdekileri bana ketmettirdi! Bazen onları ketmetmek isterken onlar bana ketmettirildiler! Ketmim kimde saklanırsa saklansın. “Mim”de kilitlenen cihanına açılmak istemiştim. Yıllar oldu! Küllerini mâzi diyârımda savururken âtî “küllî”lerini avutuyordu! Bir de bir bakıyordu… O anda tarihten bir sahne açılıyordu! Anlatan anlatıyordu! O sıralar sanki kulaklar ona kesiliyordu. Bir âlim gönül vardı ki cefâya rağmen dinliyordu, izliyordu. Eğer o gönül olmasaydı kimden gönül (!) isteyecekti ki? Eğer O cihân bulunmasaydı kime cihân (!) bulacaktı ki? Sadece senin gönlün vardı! Sadece senin gönlün çağlardı! Orada sadece bülbülün şakırdardı! O anda sadece cânın vardı! Sadece Hakkın vardı! Ancak benim de bir farkım vardı! Farkım farkına varırken gönlümün firkatine dayanamadım, ağladım, sızladım. O cân evimi yıkan ayrılığa dayanamadım. Hele o bağevimi yakan vuslat sohbetine hiç mi hiç doyamadım! Ey Hubistan’ın Hûb gönlü! Ey Ekber Hûb! Ey Eşker Hûb! Ey Berker Hûb! Ey Hûb! Ey Hubistan diyarının Ulu Sevinci! Ey..! Eyy..! Eyyyy…..

(…)

Ey Hudâm!

Bütün gelişlerimin arkasında aslında ben hep Sana geldim. Sana belendim! Sana dertlendim! Kimseler bilemezdi, gönlüm elemdi! Kimseler okuyamazdı, cihânım kalemdi! Yağmak istemişti! Coşmak istemişti! Coşturmak istemişti! Heyhât! Hayalleri “ölendi”! Hülyalarımın toplu mezarını keşfettim! Sezdim! Haşa ben n’ettim? Ey Sezen! Ey Ezen! Ey dirilten! Ey öldüren! Ey herşeyi herşey eden! Ey yoku bir şey eden! Ey birşeyi yok eden! Ey gülşeni sevindiren! Ey cânımı elime emânet veren! Cânım kapına gelmek ister gayri! Eğer bu halde öleceksem, ölmeden önce yaptığım bütün günahlarımı affet! N’olursun… Ölmeden önceki geçmişimi affet! Ölmeden bir evvel ki yaptığım ekber günâhı affet! Bana bağışlamanı bağışla! Sen Halık’ımsın! Ben mahlûkunum! Eğer senin mahlûkun olmasaydım bu şekilde konuşabilir miydim? Konuşturan da sensin, konuşulan da sensin.

Ey bütün kapıların kendisine açıldığı Allah’ım!

Seyrânım dönerken, devrânım evrene göçerken söylediklerimi bağışla. Huzurunda sükût durmam gerekirken, böyle bol acılı sözlerimle beni  affet… Bütün isteklerimin arkasında ben hep seni istedim, seni diledim ey Hûdâ! Ben “kâlû belâ” çadırındaki belâ! Sen oradaki Hudâm ve buradaki Hudâm! Ey Hudâm! Affet aşkına köle olmuş bu garibi… Dilim yanarken, gönlüm sızlarken, beynim kaynarken aylarda yıllandım! Yetiş imdâdıma!

Ey yolcu!

Harâmîlerin ganîmet pazarında dolaşan benim! Sen Ârâmilerin, Ârabîlerin, İbrânîlerin, Türkîlerin, Muhammedîlerin Hûbîlerin gönül sarayındasın. Ben ise şeytânîlerin, kezzâbîlerin hicranındayım. Bu devrân kalemime tarak geçiremedim. Ne geleni görebildim ne d bileni sezebildim! Beni dinlemek isteyen yine sendin. Beni bilmek isteyen yine sendin! Ne beni ne de elemimi görmeni istedim. Ancak senin şâh‐ı kerâmet dualarını inan hep bekledim. Senin Hûbistandaki Hûb gönlünden dilendim. Dilenciliğime şahit olamadıysan dilenciliğime nasıl şahit olacaktın ki? Bırak gitsin! İlenmem, bilenmem, dilenmem neyi değiştirir ki? Bilinmen neyimi “ney”leştirir ki! Öyle bir kesinti belirir ki inan bana mezarımı göhertir! Mezarım yağar kışlarda küllenmiş küleme! Mesrûd olan hâlimi ister Farisî dilde tahlil et istersen Arabî nahivde halil (dost) et! (Mesrûd kelimsesi Fârsîlerde ‘sihir, büyü’ manalarına gelir. Arabîlerde ise ‘dile getirilmiş, söylenmiş’ manalarına tekâbul eder.) Bana da dua et!

Selam aleyk ey…

18 Ekim 2007

Tugay Mola

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment