İnsanlara beklemedikleri anlarda, beklemedikleri yönlerden pusu kurarak telkinlerini veren şeytan, fısıldadığı kötü düşünceleri etkili kılmak için kişinin vicdanının devreden çıkması gerektiğinin bilincindedir. Bu nedenle gerçek kimliğini saklar ve verdiği telkinleri insanlara vicdanlarının sesiymiş gibi göstermeye çalışır.
Bunun için kullandığı yöntem ise, ‘Allah’ın adını kullanarak yaklaşmak’tır. Organize ordusuyla birlikte insanları gözleyen şeytan, onların zayıf noktalarını, nelerin akıllarını karıştıracağını göz önünde bulundurarak çalışır. Vicdanen duyarlılık gösterilecek konuları, dini değerleri kullanarak insanları kandırır. Yaptırmak istediği kötü bir davranışı, onlara meşru ve normal göstererek, tam aksi bir ahlaka yöneltmeye çalışır.
İnsanın en derin sığınağıdır vicdan. Kalabalıklardan, seslerden, bahanelerden arındığında bile oradadır; içsel bir pusula gibi doğruyu işaret eder. Fakat bazen bu pusula şaşar ya da daha doğrusu, şaşırtılır. İşte o zaman şeytan devreye girer: görünmez bir gölge gibi yaklaşır, insanın kalbinde yankılanan o berrak sesi yavaşça bastırmaya başlar.
Şeytanın ilk adımı fısıltının masumluğudur.
Şeytan insanı kötülüğe bir anda sürüklemez. O, sabırlıdır. Fısıldar, kandırmaz gibi yapar; yönlendirmez gibi yapar, yönlendirir. Kur’an’da “vesvese veren” olarak anılır; çünkü sesi emir gibi değil, düşünce gibi gelir. Bir günahı teklif ederken onu süsler, masum gösterir:
“Bunda bir kötülük yok, herkes böyle yapıyor…”
“Aslında niyetin kötü değil…”
“Sadece bir defalık, zarar vermez…”
Ve insan, o içsel sesi, Allah’ın o sarsılmaz uyarısını bastırmaya başlar. Çünkü şeytanın en etkili silahı, günahı sıradanlaştırmaktır.
İkinci adımı ise gerekçenin gücüdür.
Vicdan sustuğunda bahaneler konuşur. Şeytan insana kendi yanlışını haklı gösterir. Bir haksızlığı adalet diye, bir kibri onur diye, bir açgözlülüğü hak arayışı diye sunar. Çünkü bilir ki insan, yanlış yaptığını kabul etmektense kendini kandırmayı seçebilir.
İşte o an, kalp kararır. Zira Hz. Ali’nin de dediği gibi:
“Günah kalpte siyah bir nokta bırakır. Tövbe edilirse silinir; edilmezse o nokta büyür, kalbi kaplar.”
Şeytan bu kararmayı sever; çünkü karanlıkta vicdanın sesi daha az duyulur.
Şeytanın üçüncü adımı duyarsızlaşmanın sessizliğidir.
Zamanla insan, yaptığı yanlışlara alışır. Başlangıçta huzursuzluk veren davranışlar sıradanlaşır, “doğru” ile “yanlış”ın çizgisi silikleşir. Artık iç sesi susturmak için çaba bile gerekmez. Şeytanın en ustaca başarısı budur: insanın kendi suskunluğunu kendi eliyle kurmasıdır.
Bu noktada vicdan hâlâ oradadır ama sanki uzak bir odadadır, kapısı kapalıdır. Kapının ardında bir ses yankılanır:
“Yaptığın doğru mu?”
Ama insan artık o sesi duymamayı öğrenmiştir.
Şeytanın bastırdığı vicdan, tamamen yok olmaz. Çünkü o, Allah’ın insana bahşettiği bir emanettir. Onu yeniden duymanın yolu, içe dönmekten geçer. Tefekkür, tevbe, dua… Bu üçü, kalbin karanlığını delen üç ışık gibidir. Vicdanı kasmamalı, uyandırıp sessizliğe direnmeli insan.
Kur’an’ın şu ayeti, vicdanı uyandırmanın özüdür:
“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirene, sonra da ona kötülük duygusunu ve takvayı ilham edene andolsun; nefsini arındıran kurtulmuştur.” (Şems Suresi, 7-9)
Vicdan, işte bu “takva ilhamı”dır. İnsan her gün kendi iç dünyasında bir savaş verir: vesvese ile vahiy, nefis ile kalp, karanlık ile nur arasında.
Şeytanın planı, insanın vicdanını yok etmekten çok onu unutturmak, susturmaktır. Fakat her unutuşun içinde bir hatırlama ihtimali vardır. Bir dua, bir pişmanlık, bir sessizlik anı… Kalp, bir kez daha o ilahi sesi duyar.
Belki bir yanlışın ardından duyulan küçücük bir rahatsızlık; işte o, şeytanın susturamadığı son yankıdır. O yankıya kulak veren kurtulur.

