Dr. Musa HûbEdebiyatEkim '25İlimİnançPsikolojiYazarlar

 

YALANIN KENDİSİNİ ‘DOĞRULATTIĞI’ CİNNET SINIRI

veya

YALANA İSYAN

Yahut

Bir Gizli İsyanın İstiâzeleri

(2007 Arşivim’den)

 

Be hey Yunus sana söyleme derler

Ya ben öleyim mi söylemeyince!

Yunus Emre

Söylesem tesiri yok, sussam gönül râzı değil.

Çektiğim âlâmı bir ben, bir de Allah’ım bilir.

Fuzulî

 

HAK DUALARA YANSIYAN HAYIRLI HAYATLAR

Bursa’dan 1993 yılında 3 otobüslü bir kafilesinin rehber hocası olarak Hacca gittiği zaman, Mina’da şeytanı taşlama esnasında o coşku ile ruhu ötelere kanatlanmış bir mü’min amcanın yerde yatan cansız mübarek bedenini görür görmez, 23 yaşındaki kalbinde hissettiği ilk duyguları şöyle duaya dökülüvermişti: “Ey takdirine kurban olduğum Allahım! Kurbanlarının canlarını burada, Mekke’de, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da alıyorsun. Benim canımı ne zaman ve nerede alacaksın? Ey sevgisine, şefkatine, merhametine talip olduğum! Eğer, eğer hac dönüşü bana ömrüm boyunca dinine hizmet ettirmeyecek isen, al canımı benim de burada ya Mukaddir! Hazır günahlardan temizlenmiş iken, al canımı hemen şimdi şu anda burada. Dinine hizmetsiz geçecek bir ömrü, bir günü bile yaşamak istemiyorum.” Yeryüzü Kâbe-i Mükkereme’sinin kenarında, mükkerem yaratılmış bir genç insanın gönül kâbesinden yükselen ve dünyadaki Kâbelerin izdüşümü olduğu göklerötesi Beyt-i Ma’mur’a, Arş-ı Mualla’ya ulaşan bir münacat idi bu. Çünkü gençlerin ibadetleri ve âhları, Arş’a daha hızlı yükselir’di.

Yılların yollarında imtihanları aşa aşa, bâdirelerden geçe geçe, gün gelecek şöyle yakaracaktı: “Allahım! Eğer bir gün bu hak yoldan dışarıya adım atacak isem, bana öyle bir ânı yaşatma! Daha adımımı dışarı atmadan al canımı Allahım ve ben iman dairesinin içinde öleyim, içinden huzuruna yürüyeyim, sana erişeyim.” İman kervanından geri kalma endişesi böyle duaya dönüşüyordu. Bu endişenin daha incesi ise şöyle dualaşıyordu: “Allahım! Beni genç yaşta huzuruna al, cenaze namazımı dostlarından bir dostun kıldırsın, şahitliğimi de dostlarından kırk salih kul yapsın ve Üstadım Hazretleri de ötelerde “Bu da bizdendi!” desin.” Ve kalbinin durduğu aynı anda kalbinin durması niyazı, bu hayata aynı anda elveda etme dileği, emanetleri el-Emîn’e birlikte teslim etme talebi münacatının en özel bir yerine giriyordu.

Bütün bu duaların kalbinde, canhıraşâne koştururken ölmek isteyen bir küheylanın en büyük korkusu olan, vadesi dolmadan bir kenara çekilme veya itilme, metruk ve muattal hale gelme âkıbetinden şiddetli korkunun koru vardı, ve cazır cazır, cayır cayır, duman duman yakıyordu. Elbette ki inanıyordu: Kader, bir kapıyı kapatırsa, başka kapıyı açar, yeter ki sen sendeki hayrı kaybetmeyesin. Yaşadığın hakikatler, senin elinle yazıya, dilinle söze dökülmek için can atarlar. Hakikatlerin ortaya çıkma huyu vardır ve hakikatler, en hızlı, en ihlaslı ve en etkili olarak yaşayanlarının üzerinden zuhur etmeyi severler. “Ey bizlere kendisini el-Hakk ismiyle tanıtan Rabbim! Beni gayesiyle yarattığın hak aşkına hakikatlerle yaşat, hakikatlerine tercüman kıl, uğruna ölünesi hakikatlerle öldür, ol hakikatlerle dirilt ve ehl-i hakikatin içinde cennetine dâhil eyle!”

İşte böyle onyıllarca yapılmış öyle içli dualar vardır ki en başta Kâbe’de, sonra Kâbe’nin şubeleri olan mübarek camilerde, nice ilmî-manevî meclislerde, ilmî mahfillerde, nurlu evlerde, binlerce, yüzlerce, onlarca insanın karşısında mükerrer defalar Allah’a arz ü takdim edilmiş, ve gönlü güzel insanların “âmin”leri ile kabûl-u ilahînin kapılarını çalmıştır. Hatta öyle duaları vardı ki, mübareklerin en mahrem odalarında mektup mektup dosyalanmış ve sahibine kitabetin şehadeti ile taçlanmıştı. Daha ağır yakarışları da vardı, fakat onu sadece mülahaza ediyordu, münacatlarına katmıyordu: “Allahım! Bana bu Nur Yolunda kutsal mefkurenin dışına bir adım attırma, dışarda bir gün, bir saat, bir saniye yaşatma. Fakat kaderimi bilmiyorum, olmaz olmaz, eğer olur da bir gün bu nuranî dairenin dışına çıkarsam, hiç olmazsa beni imandan ayırma, İslam şehrâhından dışarı çıkarma. Müslüman olarak ölmenin dışında bana bir ölüm nasip etme!” Böyle bir niyazı seslendirmeyi bile “korkulanla imtihan olma” sırrından dolayı hep gizlemişti.

DAVANIN EFENDİLERİ VE MARABALARI: KEYFÎ TAHAKKÜM VE CEBRÎ ‘TAABBÜD’

Çocukluğundan olgunluk yaşlarına kadar bütün ömrü boyunca bu duygu ve düşünce ile, gönül dolusu böyle bir niyetle, binbir korku ve endişe içerisinde hasbe’l-kader sadakatle imana-Kur’an’a hizmetini yerine getirebilmiş bir mü’mincik düşünelim. Hatalarının kendisini Nur Kervanı’ndan koparabileceği korkusu ile içten içe yanan, inceden inceye kıvranan bir mü’min yüreği ele alalım. İşlediği yanlışlardan başına gelecek bir belâ ve musibet beklentisi ve endişesi yaşar iken, birden hiç işlemediği bir/kaç suçlamayla yaftalanıyor, yadırganıyor, yargılanıyor. Kaderin adaleti belki bu, bilemiyoruz. Bilemiyoruz, çünkü o kişinin hatalarını affedip affetmediğini de bilemiyoruz ki böyle bir başkasının iftirası ile tersinden cezalandırdığını ve o cezayı keffaret eylediğini bilebilelim. Cezasız af mı, yoksa az bir cezayla gelen af mı? Kaldı ki biz ındellah hakikat-i halini bilemediğimiz ve bilemeyeceğimiz için daima ve her zaman hüsnüzanna me’muruz. Üstelik şahsî günahlar, ümmet hakkı olan bir sorumsuzluk vebali karşısında çok hafif gelir. Ve hiçbir büyük günah, şirke muadil değildir. Allah, şirk hariç, bütün büyük günahları toptan affedebileceğinin ümidini veriyor Kur’an-ı Kerim’de. Günah başkadır, şirk başkadır. Şirk, yani ortak tutmak veya olmayı iddia etmek, olduğunu vehmetmek ve/veya ilan etmek, en çirkininden bir ihanettir, belki de bir tür münafıkâne irtidattır.

Şimdi, hiçbir şeyden habersiz, kendi iç dünyasında kendince yaşayaduran sözkonusu insan, niyet okuyuculuğuna maruz kalarak, gönlünde ve amelinde hiç olmayan bir suçla itham edilerek yaftalanıp, yadırganıp ve yargılanır ise, ve hiç söylemediği ve söylemeyi düşünmediği, bilakis ömür boyu tam aksi çizgide, yani istikamet üzere yaşayıp itidal üzere konuştuğu halde, böyle bir zincirleme yalanlar ile ömürlük hizmetleri, gözüyaşlı/alınterli gayretleri karalanır atılır ise, bu durumda ne yapacaktır? Hayatı boyunca Hakk’a ve hak sahiplerine karşı vefa ve sadakatin en ince ayarından ilerlemeye çalışır iken, -mesela- onun ağzından “Ben de artık büyük adam oldum!..” meâlinde bir takım çocukça tekebbür sözleri söyletmek ve üzerine bir takım tedbir, tahdit, iskât ve nefy kararları almak.. bu kavlî iftiralar ve fiilî yaptırımlar ile sıdk ü sadakatle geçmiş bir ömrü bir çırpıda karalayıp atıvermek, ve boynuna bu ağır yaftayı asıvermek, acaba, maruz kalan sâdıkta yakın ve uzun vaadede nasıl sonuçlar noktalanacaktır? Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış, fakat ya yatsı gelmeden ecel gelirse ne olacaktır? Yahut yatsı gelmeden, şahsın sabır ve tâkâti biterse? Biter de, yalana tepkisi, yalanı doğru çıkarır ise?.. Doğru çıkan yalan, ‘Bak ben demiştim!’ deyince, haklı mı çıkmış olacaktır? İnsanı ifsad eden müfsidin, ifsat ettiği insanı gösterip “Bakın ben demiştim!” demesi, en kalleşçe bir iftiralı ihanet olmuş olmayacak mıdır?! İşte kendisini davanın efendisi görenlerin keyfî tahakkümleri ve marabalardan bekledikleri mecburî ‘taabbüdler’i!

EL DEĞMEMİŞ GÖNÜL CEYLANLARI, BİR FISILTIYLA ÜRKERLER, KAÇARLAR.

Bir kişinin, kendisi hakkında söylenen bir yalana gösterdiği tepkinin şiddeti sebebiyle çekip gitmesi, ve tersinden, o yalanı adeta bir çeşit ‘doğru’ çıkarması… Yalan sözün kendisini muhatapta doğurması ve doğrulatması, akıllıya kırk kere delisin delisin denilince delirebilmesi gibi bir geçici cinnet hâli veya iftiralara meydan okuma cesareti olarak da okunabilir. Belki de bazen kalıp sonuna kadar cevap vermek lazım. Bazen de kabul etmediğimizi söyleyip çekip gitmek ve tartışmayı büyütmemek gerekiyor… Bunu kastetmiyorum. Avamca bir yaklaşımla şöyle de demiyorum: “Bu dava içinde kırk yılını geçirmiş olsa da bu durmaz gider” diyorlar, bu söze muhatap olan kişi de “Madem ki sizlerin nazarında ben gider mişim, bunca ömürlük sadakatime rağmen sizde bu güveni oluşturamamışsam, kalan ömrünü size kendimi inandırmak için harcayamam; gidiyorum o zaman”, diyor. ‘Gider’ diyenler doğru söylemiş, giden de yanlış karar vermekle hakkındaki yalanı doğrulamış mı oluyor? Birilerince zâhiren hüküm bu. Fakat olay hiç de böyle basitçe cereyan etmiyor aslında. “Gider” denmeksizin, ama gitmesi için en zayıf yerinden hançerlenir, kalbindeki en temiz duygular en ağır yalanlarla kirletilirse, en hâlis ve en hassas niyeti en aksi isnat edilirse, din ü imanla hizmetle geçen ömrünün başına kirli bir yafta geçirilirse, dahası, en sevdiği kişiler bile sahip çıkacakları yerde aksine sus-pus olup kuytulara siner ise, böyle mevki, o kişi için bir yol ayrımına dönüşecektir. Çünkü hangi aşk ve hangi sadakat çıkabilir ki bu ölümcül mezardan, kim çıkabilmiş ki tarihte!

Oysa büyük olayları ateşleyen, küçücük sebeplerdir. En komplike olayların bile çıkış yerinde basit bir ‘şey’ bulunur, mesela basit bir tenâfüs meselesi. Belki böyle küçücük bir habbedir, bu kadar kubbenin hakikati, ilk ateşleyeni, sebep olanı. Bir şahsın bir başkasına duyduğu kıskançlık hissi. Kainatta küçük şey yokmuş, demek ki. Eskiden “tenâfüs akran arasında olur”muş. Şimdi baba ile oğul gibi olan şeyh ile mürid, üstad ile şakirdi arasında bile oluyor. Olmazların olduğunu görünce, daha kimlerin arasında bile olabileceğini tahmin etmek güç olmasa gerek. Şeytan, bir talebenin hocasına, bir müridin şeyhine, bir mollanın müderrisine karşı “alternatif olma” gibi bir hissi/hevesi mayalamak ister, ortalığa yaymak ve aralarını ayırmak ister. İşin aslı, vehim ve vesveselerin insandaki kaynağı ise suizandır, suizannın kaynağı da kişinin kendi iç bulanıklığıdır, onun sebebine gelince, işlediği günahlarıdır. Emsâlinden geri kalışı, ya da emsâlinde gördüğü faziletler sebebiyle o günahlarla bulanmış his dünyası harekete geçer ve menfi tenâfüs başlar; tenâfüsler de tehâlüfleri, tezâdları, tenakuzları, tezyifleri, tahkirleri, ithamları, isnatları ve iftiraları doğurabilir… Halbuki el değmemiş gönül ceylanları, bir hışırtıyla, bir fısıltıyla ülkerler ve kaçarlar.

VİCDAN, YALANA TEPKİSİNDEN İSYAN EDER.

Mü’min, yalandan korktuğu kadar hiçbir günahtan korkmaz; çünkü küfür de, şirk de bir yalandır. Her fıtratın yalana tepkisi farklı olur, şekli başka olur, şiddeti başka olur. Yaralı vicdanların yalana tepkisi ise en şiddetlisi odur, en ciddisi de odur. Çünkü tepki boyutunda kalmaz, isyana dönüşür. Yaralı bir vicdan yalana salt tepki göstermez, adeta isyan eder, kıyama kalkar, başkaldırır, öyle ki şiddetinden kendisini bile mahv ü perişan edebilir. Her gün yalan dolan, güft ü gû, iftira, gıybet, dedi-kodu, nemîmeler arası dolaşıp duran, en azından tevriye, ta’riz, dil kırma alaca (gri) çizgisinde dil süren dîller, asla bembeyaz kalamazlar, en temizleri bile yakalarını lekeden kurtaramazlar. Diğerlerine Allah selamet versin…

Yalan, küfrün çekirdeği olduğu cihetle belki sair bütün günahların fevkinde şiddetli bir tepkiye sebep olur, sert bir tavrı hak eder. Yalan vardır, rengi beyazdır; belki açıktan kimseye zararı yoktur. Ne kadar “beyaz yalan” denilse de, hiçbir yalan beyaz değildir, en hafifiyle “kirli beyaz yalan” vardır. Yalan vardır, pembedir, kırmızıdır, kıpkırmızıdır. Söyleyeni utandırır, söyleneni utançtan yerin dibine geçirir, ya dünyada, ya ukbâda, ya da hem dünyada, hem de ukbâda. Yalan vardır, siyahtır, simsiyahtır, karadır, kapkaradır, zifirîdir. Söyleyeninin sözlerinde, gözlerinde ve gönlünde; zulmetin tâ kendisidir kıyamet gününde, mahşer mahkemesinde.

Yalan vardır, bir şahsı ilgilendirir, ferdî kul hakkına girer. Yalan vardır, bir aileyi, bir köyü, bir kenti, bir cemaati, bir milleti, bir ümmeti ilgilendirir; onların, yüzlerin, binlerin, milyonların kul hakkına girmedir. Bir peygambere veya peygamber varisi bir âlime yalan ise, derecesine göre büyükten küçüğe âlemlere yalan söyleme gibidir. Âlimin ölümü âlemin ölümü ise, haksız yere bir insanın ölümü de bütün insanların öldürülmesi gibidir, fazla söze ne hacet. En kötüsü, en şerlisi ve en çirkini ise Âlemlerin Rabbi’ne karşı yalan söylemektir. Allah’ta fani olmuş muvahhid kullar için en ağır geleni de budur.

Yalanın bir belâ-i azîm derecesi vardır ki, kişiyi dininde “fitne”ye bile düşürebilir. Çünkü kendisi “fitne”dir, en ağırından bir imtihan-ı şedîddir yani. Allah hakkında kulun hüsnüzannını bozan, dahası onu suizanna sevkeden, beteri ithâma kalkışan, beterin beteri ise onu iftiraya götüren münafık yalanlardır ki kul ile Rabbi arasına girer, ara açar, arasını bozar. Düşmanın taşı değil, dostun gülü ağlatırmış. Yakın dost bildiği hâleden gelen bir gül değil de, taş ise ne olacak? İnsan, kalbinin aort damarından bağlı olduğu şahs-ı manevî ile arasındaki bağa çalınan bir bıçak, vurulan bir balta, yahut indirilen bir balyoz karşısında feveran eder. Çünkü yeryüzünde Allah’a kulluğunu, o manevî iklimde ifa etmeye alışmıştır, ve ölümü, o kervandan ayrılığa tercih etmektedir.

Belki o şahsın böyle bir imtihanda alacağı merhale vardır, kurbiyet adına, yakalayacağı kıvam vardır, tevhid inancında yakîn adına, fakat “sebebin yakınlığı” sebebiyle ilk şok anlarında nazarı o âdî sebebe çakılır, hatta düğümlenebilir. Düğümün çözülmesi için bazen bir hafta, bazen bir ay, bazen yıllar gerekebilir. Ömürlük düğümler de vardır ki, bir yafta gibi yakaya bir yapıştığında, bir daha sökülmez, çözülmez. İbre bir takılır, bir türlü atlayamaz; beyne saplanan kıymığı ancak hâzik bir cerrahın neşteri hasar vermeden çıkarabilir. Bazen de mağdur kul, bir garazkârın veya mütenâfisin kendisi hakkındaki yalanlarının haksızlığına-hukuszuluğuna olan tepkisinin şiddetinden gizliden gizliye kaderi suçlamaya başlar, adeta “Allahım, neydi günahım?” der gibi bir takım olmadık düşüncelere, olmaması gereken vehim ve vesveselere kapılır. Çünkü kendisine “Şöyle olmadığını ispat et!” kabîlinden söylenen, hukukun ana kuralına ters bir yaklaşımın beklentisi altında ya “olmadığını ispat etmek” gibi garipliklere girer, sun’îliklere tenezzül eder, çârnâçâr temellük ve tabasbuslar sergiler, ya da “iddia eden ispat etsin” deyip tam tersi bir tepki halet-i ruhiyesine bürünür, normal tevazu, hüsnüzan ve teslimiyet ölçülerini de ıskalamaya, takmamaya ve ‘aşmaya’ başlar. Beyninden vurulmuşa döndüren bir yalan, onda birçok yanlışlar yapmayı mayalar, tetikler; belki bunlar iç dünyasında yaşanır kalır, belki yakın çevresine yansır.

ZAMANLA BAZI DAVALAR DÜŞER, AMA DÜŞÜRÜLENİ KALDIRIR MI?

Zaman en güzel ilaçtır. Zaman aşımı bazı davaları düşürür, ama düşürüleni düşürülüğü yerden ayağa kaldırır mı? Eğer o hassas mazlum, kendisine karşı önyargıların devam ettiğine kanaat getirir ise –bazen bu onun aşırı duyarlılığından da kaynaklanabilir-, öyle bir an gelir ki, kendi kendine kurtulamadığı töhmetler sebebiyle, iç dünyasında şeytanı çığlığı basar, -haşa- doğrudan takdir-i ilahîyi zihninde hayalen yadırgar, yargılar ve hatta hesaba çeker gibi dahilî haller yaşatmaya çalışır. “Neden, niçin, niye?!!” diye bağır(t)ır, avazı çıktığı kadar, soluğu kesilene kadar. “Ben bu değilim, ben böyle değilim, ben öyle biri değilim!” diye diye, sesi kısılır, ve muhakemesi teklemeye başlar, hafızası delik deşik olur, uykusuz gecelerin mahkumuna dönüşür. Vicdanın haykırışları gökyüzüne yükselip Arşı titretirken, esas ilk önce onun kendi gönül arşını yıkar, duygularının sahillerini döver, hatta bu darbelerden kopan his telleri olur, ölenler, felç olanlar, yaralananlar, berelenenler, dumura uğrayanlar, ve bazı da zedelenenler olur.

“Herşeye rağmen”in bittiği bir istisnâ vardır, olmak ile ölmek arasında. Bir ömürlük korunmuş duruşu bozar. Yalanın ‘adeta’ kendisini doğrulattığı sınırdır bu. Bir yalan kendisini doğurur mu, doğrulatır mı ve nasıl? Ya da bir yalan kendisini nasıl yalanlatır? Bu soru’nların cevabı iman ile küfür, şükran ile küfran, hak ile bâtıl arası zikzaklar çizer, çizdirir. Öyle ki kişi kendi imanından bile şüphe etmeye başlar. “Ben bu muymuşum?! Münafık mıymışım?! Riyâkâr mıymışım?! İçten pazarlıklı mıymışım?!. Hâin miymişim?!. Ben eğer bu idiysem, bunca ömrüm boşuna mı geçmiş?!.” feryatları, beyninin cidarlarını sarsar, hasar verir, bazen yıkar, düşünce tellerinin bazılarını koparır, dimağına zarar verir, kalb kapakçıklarının sistemini bozar, atışları aritmik yapar. Dâima hak söyleyen vicdana, “Hemi vallahi, hemi billahi hemi tallahi benim böyle bir niyetim ve maksadım var idiyse, kâfir olayım, imanım olmasın!” dedirtir “yalana isyan”. Yalana isyan bir cinnet sınırıdır belki, belki de değil. Fakat ateşle oynamaktan daha tehlikelidir, imanla oynanmaz; sözümü geri alıyorum. Çünkü kalbimizde, sırrımızıda, hafîmizde veya ahfâmızda bizim de bilemeyeceğimiz ve şuurumuz taalluk etmeyen niyetler varsa, -maazallah- kendimizi kendi dilimizle tehlikeye atmış oluruz. Allah kalbimizi ıslah etsin, kalıbımızı da sâlih kalbimizin emrine musahhar eylesin… Mevzuya dönelim:

CİNNETİN MUHARRİKLERİ MÜFSİD-İ FETTANLAR

Etrafımızda cinnet muharrikleri çok maalesef. Cinneti ateşleyen tahrikçilerin en şerlisi de en sağdan gelenleri. Güya hakkı koruma adına haksızlık yapanı, yaptıranı. Güya kutsalı koruma adına işine gelmeyen ‘kutsileri’ tezyif, tahkir, tekzip ve hatta tadlîl edeni. İnsanları çileden çıkaran, insanlıktan çıkaran, dinden-imandan çıkaran bu tür müfsid-i fettanlar, cinnet muharrikleridir. Halbuki kraldan çok kralcılık, krala yapılan en büyük ihanettir esasen, belki de krallığa, halklara. En büyüktür, çünkü en sadıkları bile töhmet altına sokar, kendinden şüphe ettirir, hâinlikle suçlatır, karalatır. “Yec’alü’l-halîme hayrân. Fıtratı halim-selîm olanı bile hayrete/dehşete düşürür.” durumu vuku bulur. Kralın etrafındaki sadakat kalesini yıkar, yerini bir avuç yalakaya bırakır. Sâdıklar hâlesinden kopan bir kişi ise, artık bir kişi değildir, on kişidir, yüz kişidir, bin kişidir, zarar verme bakımından. İfrat tefrit doğurur, malum. Her şeyin hakiki ve ebedî sahibi Allah. Mukaddesat, sahiplenme ölçüsünde sahip değiştirir mi? Mukaddesat sahip kabul eder mi? Yoksa hâdim mi ister? Kişilere değil, ‘hak dava’ya ifrat derecede sahip çıkmak, tefrit doğurmaz, bilakis sahiplenme şevki verir. İki uç durum, birbirini dengeler. Müfridler, müteferridleri mutavassıt yapar veya yapma yolunu açar. Ama, fakat velakin… Eğer sahiplenme hep beraber, hep birlikte değil de, birliği bozucu biçimde ferdiyetçi veya grupçu/ekipçi olursa, ve sahiplenenleri kategorize eder ise, birisine yer verip, diğerini reddederse, bu durumda reddedilenler ‘gayr-i memnun’ olurlar ve yeni bir gayr-i memnunlar zümresi teşekkül eder. Elhâk aklın, kalbin ve vicdanın memnun olmadığı nâhak şeyler işlenmeye devam edildikçe gayr-ı memnunluklar berdevam olacaktır.

Şeytanın hak kılıflı batıl aldatması olan sağdan yaklaşma münafıklığında nifakı en şiddetli, sağın da sağı diyebileceğimiz ölçekte çok yüzlü ve derin oyunu: Allah adına yapılanıdır. Bu bitiren yalanın çekirdeği de şüphe virüsüdür. Evet, Allah’a adanmış ruhları, o adanmışlıktan edecek düşman, kuşkudur; adanmışlar topluluğundan mahrum edecek hile, şüphedir. İsminin başına konulacak bir mim, yahut sonuna koyulacak bir soru işaretidir. Belki bir noktaya bakar. Noktası baştacı olursa “iyi, güzel, hoş” olur, noktasız olursa “günah, çirkin, hastalık” olur. Meğer iyi kötü arasında sadece bir “nokta farkı” varmış. Bir nokta ki, oraya konulması bir ömre bedel olur, düşürülmesi ise bir ân meselesidir, bir yalan meselesidir. Koyan kim, düşüren kim? Tut ki düştü nokta, göründü kel. Gülmek mi lazım, kanatmak mı, ağlamak mı?

KRAL, VEZİR, YAĞCILARI VE HALKLAR

Bir devlette kralın reddettiğini hangi sadık vezir veya teb’a sahiplenecektir?!! Herhangi bir rütbeliyi veya vatandaşı krala harcatmaktan daha iş bitirici bir adam harcama biçimi yoktur. Kral ise sadıkları harcamaz, çünkü onlarla vardır, krallığı onlar üzerine kâimdir. O halde ‘istenmeyen sâdık’ın sadakatinden şüphe ettirilmelidir? Öldürücü vuruş, şüphe kurtçuğunun minik darbesidir. Dâbbenin darbesi gibi, kalbe vurduğunda, kalıbı da götürüyor. Yakınlardan gelen böyle bir vehim, bir vesvese, bir suizan ve bir yalan, kralın lehine bir üslupla doğru imiş gibi arz edilince, artık tahkîk etmeye de gerek kalmaz. Bir şüphe, krala karar değiştirtir. Bir şüphe sâdıkın işini bitirir, daha doğrusu nâhak bir şüpheyle ömürlük sadakate ihanet edilir. En güvendiğinden ihanete uğramak ise kişiyi inkisar içre inkisarlara düşürür. Fakat kötülük, bir kere vurup çekilmez; sürekli saldırılarına, vuruşlarına, hilelerine, tuzaklarına, kumpaslarına devam eder.

Haksız şüpheyle sadakate ihanetin üstüne, yeni oyunlar devreye girer, bir aşamadan sonra “sürgün” devreye sokulur. Davaya sadakati kendi şahıslarına sadakatle özdeşleştiren bir merkezî şirzime-i galîl (şerîr şebeke), işine gelmeyen davanın sadık bendelerini sadakatlerinde şüphe uyarmakla kalmaz, üstüne bir de onları sürgün ettirir. Eğer güya şüphe doğruysa, uzaklarda ihanetin zararı daha az sarsacaktır pây-i tahtı, belki de sadece acı bir haberle geçiştirilip gidiverecektir, gündemden düşüverecektir. Yok eğer hâin değilse, sürgün hayatı bir nevi hicrete dönüşecektir; nitekim hicret kılıflı nefyolunmuştur. Sadakat fedakarlıkla ölçülür, değil mi? Çâresiz müttehem sadık, elleri mahkum sürüldüğü yere gider. Fitnenin fettanları, fesadın müfsidleri için görev başarıyla tamamlanmıştır. İstenmeyen sâdık uzaklaştırılmıştır, terfi görünümlü tenzîl-i rütbe ile tavzif edilmiştir. Süren mutludur, sürdüren mutludur, ama sürgün mutsuzdur, çünkü hicrete gönderilmediğini hem hissetmiştir, hem fikretmiştir, hem farketmiştir. Vicdanı bu yalan içre yalana isyanı basar.

Eğer kral, aklını vezirine kaptırmadıysa ya da yanlı/yorumlu eksik/kusurlu istihbarat raporlarını nass-ı sabit kabul etmiyorsa, daha doğrusu, yüzyüze muhatap olduğu teb’asını hakkıyla tanıyabilmişse, o âna kadar herhangi bir ihanetine rastlamadığı sadık teb’ası hakkında el altından tahkikat yaptıracak, işin doğrusunu araştıracak ve yorumsuz doğruya ulaşmaya bakacaktır. Bu tahkikatı doğrudan o şahsı huzuruna alarak yüzyüze gerçekleştirmeyi ise genellikle tercih etmeyebilir, perdeyi yırtmama adına. Elbette ithamın şekline ve derecesine göre bazen yüzleşmek, hatta yüzleştirmek en isabetli hükümle halletme yoludur, o başka.

Bilge krallar, yüzde yüz ajan bildiğini bile huzurundan kovmaz, yakınında tutar ki şerrinden emin olsun; çünkü ifşa ederse, bu kez hiç bilmediği bir ajan devreye gireceğinden, bildiğini tutmayı tercih eder. Nitekim Rasulullah (sav) da münafıkları arkasında namaz kılmaktan, sohbetine katılmaktan men’ etmediği gibi, isimlerini de Hz. Huzeyfe’den başka kimseye söylememiştir. Şu da var ki nifakın bazısı zamanla o hâle-i kutsiyede eriyebilirdi ve eridi. Yahut babalar kendileri nifak üzere kalsalar bile, onların evlatları Müslüman olarak yetişebilirdi ve yetiştiler. Saadet asrı buna şahittir. Nice yahudilerin, nice münafıkların çocukları, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn arasında meşhur velilerden, âlimlerden olmuşlardır.

Kralın yağcıları ve yalakaları olan yağdanlıklar, bu kralın onurunu koruma, ona dokundurtmama adına bu gayr-i meşru işleri yaparlar. Fakat dokunan yoktur ki koruma gereksin. Kralı koruma kılıflı saldırılar haksızdır, hakikatsizdir ve hak söyleyen vicdanları isyan ettirir. Vehimde hastalık hastası olanların hayalî kurguları, kaç masumun katili olmuştur oysaki. Hz. Rasulullah’ın (sav) fem-i mübârekinden “Bu da bizdendir!” pâyesi, vesîkası ve senedi için bir koca ömrü ittibaya, iktidaya, iaate, tebaiyet teslimiyete kilitlemiş olarak vakfetmiş bir gönlü, “nahnü”den küstürecek yamamalar, yakıştırmalar, kurgulamalar, gönlü büyümüşlükle sorgulamalar ne işe yararlar, şerre hizmetten maadâ? Bir mâni mi ortadan kalkacak dinin yayılmasında, hayrın inkişafında? Hayır. Peki neye yarar? Bir şahsın ilerlemesine mi? Ona da “Hayır!” Peki neye yarar? Koca bir hiçe. Bir hiçe bir can edilir kurban, hayatında hiç “Hayır!” dememiş bir hayırlı insan kurban verilir.

Diyelim ki, ortada gerçekten işlenmiş ferdî bir yanlış vardır. Bir yanlışa, bir insan harcamak, çok büyük bir ceza değil mi? Kullar, bizzat Allah’a karşı gelme kastı olmasa da, netice itibariyle O’na karşı bile hata ediyorlar, günahlara girebiliyorlar ve tövbekârları Allah affediyor. Peki zararı kendisine bir hatanın hatâkârına bu tahammülsüzlük neden? Beşerdir, şaşacaktır elbet. Fakat kralcılıktan geçinen ve kralın yakınlarında yer bulan yağdanlıkların kral hassasiyeti, sadece kraliyetin aleyhine olabilecek şahıs veya davranışlara karşı arslan kral kesilmelidir. Silahın en ölümcülü, kralın belindekidir, kırbacın en can alıcısı da yine kralın elindekidir. Elini beline atarsa, ortalık kana bulanır. Şeytan bunu bilir, insî dostlarına da bildirir. Büyük günahlarla yıkamadıklarını, kralda uyaracakları küçük şüphelerle devirirler. Öyle şüphe ki, yeri kalbin en nazik yeridir: sadakat, itaat ve teslimiyet şüphesi!

HAK DAVANIN SAHİBİ HAK TEALA’DIR, HALKLAR VE LİDERLER DEĞİLDİR.

Malumdur ki: Bir vatanın sahipleri, vatandaşlarıdır. Vatan toprakları içindeki bütün resmî, gayr-i resmî kurumlar, kuruluşlar, buralarda çalışanlar, köylerdekiler, kentlerdekiler, rütbeliler, rütbesizler, hepsi vatanın vatandaşıdırlar. Mesela, vatanı hâricî düşmanlara karşı koruma görevi olan ordu ve askerler, tezgâhında limon satan herhangi bir vatandaştan daha vatanperverdir, denilemez. Herkes vatanına karşı kendine düşen vazifeyi yapmakla mükelleftir, yaptığı ölçüde vatanperverdir. İspat edilmiş bir ihaneti olmadıkça bütün vatandaşlar, vatana sâdık kabul edilirler, âdil hüküm budur. Vatanın asıl sahipleri de vatandaşların ta kendileridir, herhangi bir kurum değildir; çünkü meclisi de, hükûmeti de, orduyu da, emniyeti de, yine onlar içlerinden çıkarırlar. Devlet, vatandaşların alınteri, gözyaşı ve kanları üzerinde ayakta durur. Vatandaşını dışlayan bir devlet, vatandaşa rağmen var olmaya kalkışan bir devlet, uzun süre hükümferma olamaz. Olsa da, zulüm ile âbâd olamaz, âhiri berbâd olur. Öyle de:

Hak yolun her yolcusu, taşınan mukaddes emanetin bir fedaisidir. Bir mefkurenin jandarmalığına soyunanlar, mukaddesâtı hâmillerinden, hâmilleri de mukaddesattan uzaklaştırırlar; bunu psikolojileri bozarak, manevî bağları kopararak yaparlar. Uğruna varlığını-yokluğunu adadığı mefkuresinin jandarmaları tarafından dışlanmış bir fedâkâr, cefâkâr, vefâkâr kahramanı kim pâklamalıdır? “Ben bilmem, merkez bilir.” anlayışına emanet edilmiş bir jandarmacılık, hangi manevî ülkeyi îmâr etmiştir? Hatta kaç modern ülkede jandarma teşkilatı kalmıştır? Esasen buna açıktan derdest edip götüren jandarma misalinden ziyade, kamufle olmuş politikacı, yahut münafık muhbir teşbihi getirmek daha doğrudur. Teşbih diyorum, tâbir-i câiz ise kaydı ile.

SÖYLEMLER MEVLANA, EYLEMLER EŞKİYA

Rasul-i Ekrem Efendimiz: “Kişiye, (doğru bile olsa) her duyduğunu nakletmesi günah olarak yeter.” buyuruyor. Bir mü’min hakkında doğruluğu doğru usullerle tahkik edilip kesinleşmemiş bir kötü haberi söylemek ve nakletmek ise daha ağır bir günahtır. Kaldı ki tahkîki yapılmış ve doğruluğu kesinleşmiş bile olsa, en azından Kur’an’ın yasakladığı tecessüs ve gıybet kategorisine girecektir, ve ağır bir kul hakkı bağlamında değerlendirilecektir. İlk izlenim ve ilk intibânın insanlar arası ilişkilerdeki derin mevkii herkesin malumudur. Fakat unutulmamalıdır ki, hiç kimse bir diğerinin önyargıları ile mahkum değildir, yargı sınırları ile kuşatılmış değildir. Yargıları insanı kuşatmıştır. Kimse bir başkasının zannettiği çerçeve ile sınırlı değildir. Hele bunlar vehim ve vesveselere dayanıyor ise… İmam “Arkadaşlarınızı zina ederken bile görseniz, gözlerinizi yalanlayacaksınız.” derken, müezzin gizli bir hacker ekibi kurup milletin avrâtını tecessüs ve tarassut ile takip ediyor, bulduğu doğrularla gıybet, bulamadığında yalanlarla iftira ediyor ve ifşalarıyla insanları ifsat ediyor ise, böyle bir iki yüzlü işletim sisteminden şikayeti müftüye götürmekten başka çare kalır mı? Lafa geldi mi Hazreti İsa’nın fazilet ufkunun izlerini anımsatan süslü sözler, işe geldi mi, münâfıkâne işler… Süslü sözler, acı gerçekleri kapatmaya yetmiyor maalesef.

ŞEYTAN-I CİNNÎ SAĞDAN, ŞEYTAN-I İNSÎ İSE SAĞIN EN SAĞINDAN YAKLAŞIR

Empati denen bir şey var. Hiç düşünülmez mi ki: Aleyhteki saplantılar, yüreğe bir hançer gibi saplanır, bir mızrak gibi deler geçer. İftirânın âhı arş-ı âlâya ulaşır. Öyle olmasaydı, namuslu bir kadına iftira, yedi büyük günahtan birisi olur muydu? Kul hakkına zerre kadar imanı olan, saplantılarını kimseye saplamaz, kul haklarını ihlal etmez. Ederse de bilmeden eder. Ederse de helal ettirmeyi bilir. Gerekirse özür diler, el-ayak öper ve bedelini öder. Kendi günahlarının hesabını vermenin üstüne bir de başkalarının kul hakları ile büsbütün mahcubiyeti, mahculiyeti ve mahkumiyeti yüklenmeyi seçmez. Şeytanın insanı en nazik yerinden vurmasına alet olmaz, başkalarının aleyhine olarak şeytana yardımcılık yapmaz. Allah’ını seven, kulunu sever, Allah’ını seven, ümmetini sever. Allah ve Rasulü’nü ve Mü’minleri sevenleri sever. Bilir ki: Şeytan, kullanır; açıktan şer lehine kullanamadığını, kapalı kullanır, hayır kılıflı gerekçelerle şer hesabına çalıştırır. Şeytan-ı insî sağdan, şeytan-ı insî ise sağın en sağından yaklaşarak kandırır.

Hemen her fabrikada imalat hataları olabilir. İmalat hataları, ilk önce fabrika çalışanlarının sorumluğundadır. “Kol kırılır, yen içinde kalır.” fehvasınca, hatalı ürünlerimiz (defolu mallar) kabîlinden “olanlar” bile, aslında şirket-i maneviyeye ait oldukları cihetle, dışlanmayı değil, bilakis sahiplenilmeyi; kovulmayı değil, kol altına alınmayı; tenkit, tahkir, tezyif veya iftirayı değil, taltif, tekrim, ta’ziz ve tasdiki hak ederler, ona ihtiyaçları vardır çünkü. Âilenin çocuğu, sakat bile doğsa o âilenin bir ferdidir, köprü altı veledi değildir. Hem gerçekten kaçacak olan, kovulmaz. Kaldı ki, mânahnü fîhimiz olan “prototip”ler böyle bir imalat hatası da değildir. Tanıyanlarının hüsnüzan ve hüsnüşehadetleri ile itibar ve işaret ettiği düz birer mü’mindirler. Kervandan geri kalma korkusuyla yaşayan büyük çoğunluğun müşterek duygularına bir kulak verilse, şu kabîl mütevazı bir recanın sesleri işitilir:

“Cennet’e giden bu Muhammedî kervanda ben muteber bir hak yolcusu olamadım, bir hak dostunun matiyyesi/hizmetkârı da olamadım. Ben günahlarım itibariyle ne kadar liyakatsız olsam da, takdir-i ilahîyle kendimi içlerinde bulduğum bu ümmet kervanında herhangi bir bineğin yelelerinde bir kıl, yahut kuyruğunda bir tüy, en azından bir bit/pire bile olsam, değil mi ki kervana aitim; kervan nereye, ben oraya. Her halde Cennet’e girerken, bineklerin tüylerini söküp dışarı atmazlar, oraya kadar gelmeye muvaffak kılınmış olan herşeyi bütün halinde içeriye buyur ederler. Ne olursam olayım, yeter ki bu kervandan bir cüz’ olayım, cüz’ kalayım…” Yüreğinin derinleri bu duygularla dolu bir mü’mini, ait olduğu Nebevî kervandan etmek isteyen şeytan-ı lâine yardım eden garazkârları Allah’a mı havale etmeli, yoksa doğrudan üzerlerine mi gitmeli?..

Günahkâr da olsa -kim var ki günahkâr olmayan- bir mü’minin iman kervanında bulunmasından, şeytandan başka hiç kimse rahatsız olmaz. Şeytanın sağdan yaklaşıp da kandırdıklarının, kandırıp da emeli için kullandıklarının ise belki de kendilerine göre birer “mazeretleri var.” Bilemiyoruz, ötede onları mazeretleri kurtarır mı, kurtarmaz mı? Her zaman iyi niyet kurtarmaz, bunu herkes bilir. İllâ ki kervandan mahrum kalmak, tamamen ayrılıp bir dünyasını yaşamak demek değil. Bir köşeye çekilip âtıl beklemek, muattal hale gelmek/getirilmek de hemen hemen diğeri ile aynı mesuliyeti mucip değil midir? Şahıslar hakkında hakikati olmayan yorumlar, yargılar, kurgular, maalesef müşahhas acılara dönüşüyor, kalp kahroluyor, mide ülser oluyor, hafıza eleğe dönüyor.

BİRİNİ KİME/NEYE DÖNÜŞTÜRMEK İSTİYORSAN, SÜREKLİ ÖYLE MUAMELE ET!

Allah Teala bile kullarına, Kendisi hakkındaki zanlarına göre muamele edeceğini haber veriyor Rasûlü’nün ağzından. Atalarımız da, bir insana kırk kere deli dersen, deli olur, demişler. Bir kişinin yalanını kırk kişi koro halinde tekrar ederken, dört yüz kişi de aksi sadasıyla ses verir, dörtbin kişi de mırıltılarıyla eşlik ederler ise, ortalığı götüren bu uğultu fırtınası içerisinde zavallı akıllı, deli olmasın da ne olsun? Bir aklı yerinden etmek ile bir kalbi dinden etmek arasında ne kadar az fark olduğu izahtan varestedir. Belki her insanın “Artık yeter!” dediği bir son çizgi vardır. Bütün geçmişini sıfırlamayı göze alabilecek kadar deli tipler vardır. Belki de herkese ‘yeter artık’ dedirten ve delirten bir kırmızı çizgi vardır. Bütün itibarını, kariyerini ve konumunu kaybetmeyi kabul edebilirler, itibara mukabil haysiyeti seçebilir, aşağılanmaya mukabil onuru tercih edebilir, yeter ki yalan bıçağı kemiğe dayanmasın. İşin doğrusu ehl-i vicdan, şahsiyetli ve haysiyetli olduğu için, yalan karşısında bu denli infiâle girer, adeta infilâk eder gibi kıyama geçer.

Birisinde bir kötülük mü görüldü, yapılacak olan şey bellidir. Ya elinle, ya dilinle engel olmaya çalışma, ya da kalbinle buğzetme. Evet, yanlışa karşı çıkılmalıdır, yani önlem alınmalıdır, fakat hatakârı daha büyük hatalar yapmaya sevkedecek, icbar edecek ifsatlar ve ihanetler yapılırsa, bunun adı irşad veya ıslah olmaz, düpedüz müfsidlik olur, fettanlık olur, şeytanlık olur, münafıklık olur. Bir de kontrolsüz tepki meselesi var. Hatakarın karşı tepsine yol açacak şekilde ona karşı tepkili davranmak. Hele tepkinin tepki doğurması, bir fitneyi uyaracak ise, hikmeten ve hakikaten bundan ictinap edilmelidir. Esasen yanlışa tepki değil, tedbirle, temkinle, teyakkuzla, belki de şefkatle ve empati ile müdahele edilmelidir; kırmadan, dökmeden, mütehassıs bir cerrah misali kangreni yan hücrelere yaymadan, habbeyi kubbe yapıp hatakârın başına yıkmadan.

SİVİLCEYİ BALTAYLA AMELİYAT ETMENİN BEDELİ: İFSAT, FİTNE VE ZULÜM

Kırk yıllık yol arkadaşını bir kenara öteleyip kakalayarak, bu umumun hakkı olan işin asıl sahibi imiş gibi davranmak, dâhilde derin bir fitneyi uyarmaktır, uyandırmaktır. Hak bir yoldan hiçbir mü’min keyfinden ayrılmaz, zevkinden çekip gitmez, rahatından kenara çekilmez. Her ayrılanın vardır haklı-haksız bir sebebi, on sebebi. Kim bilir pek çokları da yalanlara olan tepkilerinden dolayı ayrılırlar ve tersinden, o yalanı doğru çıkarırlar; ama bu, durum, o yalancıları doğrulamaz, aksine ne büyük müfsitler olduğunu doğrular. Bu kategoridekiler belki azınlıktır, ama vardırlar. Vebalin büyüğü, bir kızarıklığı sivilce addedip, olmadık sivilceyi baltayla cerhetmeye kalkışanların boynunadır. Çünkü ilk sebep böylesi molla kasımlar olmuştur, bu kötü gidişatı ilk onlar başlatmışlardır. Sonuç? Kendini ve etkiledikleri kimseleri aldatan o yalancılar, eninde sonunda kendileri de aldanırlar ve aldatılırlar. Ve filmin sonunda sevincinden nârâ atan şeytan olur.

“Faraza”nın cevaz kalemiyle yazalım: Şimdi bir insan, gerçekten aldansa ve bir hata yapsa, mesela sahici bir günah işlese, yahut duygu kayması, düşünce sapması yaşasa, bu durumda yapılması gereken muamele ne olmalıdır? Faraza diyorum… Bir mü’min, doğru bilerek, yanlış bir kelam sarfetmişse, veya yanlış manaya gelebilecek bir cümle söylemişse, ne yapılır? Elbette ki bu, o mü’minin beşeriyetine verilir, ve mümkünse dolaylı olarak tashih edilir, yanlışı düzeltilir, hayırhahlık yapılarak yardımcı olunur. Asla ve kat’a o şahsın toplum içindeki itibar ve şerefini zedeleyecek, fazilet imajına zarar verecek bir nakle veya yoruma tevessül edilmez, fısıltılara, dedikodulara meydan verilmez.

Böyle bir mü’minin aleyhinde bir söylentiyi kulağımıza kadar getirenlere karşı sergileyeceğimiz davranış biçimi, takınacağımız Kur’ânî ve Nebevî tavır, olabildiğine iyi niyetle, hayırhahça ve ketûm hareket etmek olacaktır. Bir insanı, kulağa gelen bir sözle üzerini çizmeye kalkışmamak ve onun o güne kadarki fiiliyatını esas alarak bizzat kendisiyle görüşmek suretiyle, eğer icap ediyorsa gerekli fikrî ve hissî düzeltmeyi gerçekleştirmek olacaktır. 100 kişinin kâtilinin bile kendisini savunma hakkı vardır. Savunma hakkı verilmeksizin, yargısız infazlara kalkışmamak lazımdır. Yaygara koparmak ise garazkar düşmanların, kindarların, mütenafislerin, mütecavizlerin ve kişiliksiz kişilerin şe’nidir böyle cür’etkârca davranmak, Peygamberimiz’in (sav) haber verdiği bir kıyamet alametidir:

.لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى يَكُونَ الْوَلَدُ غَيْظًا، وَالْمَطَرُ قَيْظًا، وَيَفِيضَ اللِّئَامُ فَيْضًا، وَيَغِيضَ الْكِرَامُ غَيْضًا، وَيَجْتَرِئَ الصَّغِيرُ عَلَى الْكَبِيرِ، وَاللَّئِيمُ عَلَى الْكَرِيمِ

“Kıyamet, şu durumlar gerçekleşmeden kopmaz:

• Evlat, anne-babasına ğayzân (öfke, üzüntü ve sıkıntı kaynağı),

• Yağmur, (rahmet değil,) gayzân (sıkıntı ve azap sebebi),

• Bayağı kimseler feyzân (çoğalıp öne çıkan),

• Değerli kimseler, ğaydan (azalıp geriye çekilen),

• Küçük, büyüğe; aşağılık kimse, asîl olana cüretkâr hâle gelmedikçe kıyamet kopmaz.”

[el-Harâitî, Mekârimü’l-Ahlâk, s.2 (388); Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 6/284, 285 (6427); Kuzâî, Müsnedü’ş-Şihâb, 2/92 (949); Deylemî, el-Firdevs, 5/81 (7519). Heysemî: “Senedindeki bazı kimseleri tanımıyorum.” demiştir. (Mecmeu’z-Zevâid, 7/325)].

İMAM-I AZAM, BÖYLESİ İNSANLARLA MUHATAPLIĞI AHMAKLIK SAYMIŞ

Asırların en hayırlıları olan Sahabe Dönemi’nden sonra Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn dönemlerinde bile Büyük İslam âlimleri genel manada insanların hallerinden şikayet etmişler. Mesela; İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri (ö. 150/767) Hicrî II. asırdakiler için şöyle der: “Ben insanlarla elli sene oturup kalktım, hiç birinin beni kusurumdan dolayı affettiğini görmedim… karşılıklı gidip-gelmeyi aksattığımda bana gelen kimseyi görmedim.. ayıbımı ve kusurumu örten kimseyi görmedim.. ve bana kızdığında ne yapacağından emin olduğum kimseyi görmedim. O zaman böylesiyle muhatap olmak büyük ahmaklıktır.” Belki de bu yazılar muhatabını hiç bulmayacaklar. Bulsalar bile ya iş işten geçmiş olacak, ya da hiç etki etmeyecekler. Fakat kalem bu, acıların dumanları içinde boğulmamak için, o dumanların biriktirdiği ziftlerle kara kara yazıyor, karalar bağlar gibi acılarını karalıyor. Ve vicdan susmuyor, konuşuyor, soruyor, sorgluyor:

HATA HABBESİNİ KUBBE YAPIP HATAKÂRIN BAŞINA YIKAN KOCABAŞLAR

İğne başı kadar bir mikrop, satırla ameliyat edilir mi?! Ya da hasbel-beşer işlediği bir hatasını, her görüldüğünde ona sözle, bakışla veya hâl lisanıyla hatırlatmak, yanındakilere karşı onu haksız yere utandırmak, aşağılamak, eziklemek, bu kendi günahlarının bilinmemesine dayanan ‘masumiyet kibri’, bu iyi bilinmenin üstünlükçülüğü, bu haddini bilmez cür’etkârlık, sadece Allah’ın el-Kerîm ve es-Settâr isminden uzaklık değil, aynı zamanda Sâdıka’l-va’d isminden de nasipsizlik demek değil midir? Yani doğruları konuşmaktan mahrumiyetle cezalandırılmış olmak manasına gelmez mi? Hakikatlerin, dili ile seslendirilmeye tenezzül etmediği kişiler, es-Sâdık isminden cüdâ düşmüşlüğün düşkünleri değil mi? Uyuyan fitneyi uyarmak ve şeytana bayramyeri açmak, kim bu büyük günahı yüklenmeyi göze alabilir, sağdan aldanmışlardan başka, en sağdan aldatanlardan maada? Müfsid-i fettan olan müfterilerin isnat ettikleri masum ve mazlum kişi onları hataları işlemiş olsa, bir iç muhasebeyle kendini sîgaya çekecek, hatasını teslim ile kabullenecek, “Ettim buldum” diyecek, dilini tutacak, dizini kırıp oturacak. Cebren ve hileyle yalandan bir günah isnadı, sahiden faziletlere galebe çaldırılınca, vicdan nasıl kabul etsin bu adaletsizliği! Elbette savunacak kendisini, kalbini, vicdanını, itibarını, onurunu, haysiyesini! Haykıracak doğruyu, gerçekleri. Çünkü vicdanlar, “Dosdoğru ol, emrolunduğun gibi” emrini almıştır; hakk ü hakikati sever, dinin insaf ölçülerini ister. İnsafa sığmayan her türlü gizli-açık müdaheleyi, özellikle de din namına insafsızlıkları, ve ayetli-hadisli din bükücülüklerini şiddetle ve hiddetle reddediyor. Hata habbesini kubbe yapıp hatakârın başına yıkan kocabaşlara balyozlar indiriyor kelimelerden, içi acılarla dolu tokmak gibi kelimelerle vuruyor başlarına.

BÜYÜK DEĞİŞİMLER BÜYÜK BİRİKİMLERLE GERÇEKLEŞİRLER.

Evet, vicdan merkezli yaşayanlardan kerîm olanlar, “yalan”a olan şedît tepkilerinden dolayı o yalanı tersinden ‘doğru’ çıkarırlar. Doğru çıkarıp da ne yaparlar? Yoldan mı çıkarlar? Evet bazıları belki birilerinin ‘hak yol’ dedikleri çizgiden çıkabilirler. Bazıları da çok şeritli hak yoldaki kulvarından çıkar, diğer bir kulvara geçiş yaparlar. Dar âidiyet dairesinden çeker giderler, İslam’ın geniş şehrahına, hak yollardan birinde yürüyüşlerine devam ederler. Allah âkıbetimizi hayretsin, hayırlılar ile haşretsin; parmaklarım titriyor, içim tuhaf oluyor, bunları yazarken… Kim, niyetinin aksi ile itham edilip sürgüne hüküm giymeyi kabullenebilir ki! Niyet okuyuculuğuyla itham edilmesine karşın, “Kalbimi mi yarıp bakmışlar?” deyip isyan bayrağını çeker.. çeker ama gidemez, çünkü o zaman biter; bu sefer na’psın, çekip gitmeksizin çârnâçâr elinde isyan bayrağı öylece bekler, bekler, bekler… Neyi ve kimi? İsyan ettiği o âdî sebebin ve o âdîliğin ortadan kalkacağı günü… Muhammed’ül-Emîn’in emniyet veren şu hadis-i şerifine itimaden ve ondan istimdât ederek:

إِذَا رَأَيْتُمْ أَمْرًا لَا تَسْتَطِيعُونَ تَغْيِيرَهُ فَاصْبِرُوا حَتَّى يَكُونَ اللَّهُ هُوَ الَّذِي يُغَيِّرُهُ

“Değiştirmeye gücünüzün yetmediği bir (kötü) durum ile karşılaşırsanız, Allah bizzat o durumu (sizin lehinize) değiştirinceye kadar sabredin.” (Beyhakî, Şuabü’l-İman, 7/149, Hadis No: 9802). Allah ise sebeplerle iş yapar. Bu sebeple büyük değişimler, büyük birikimlerle gerçekleşir.

HÂSIL-I KELAM, NETÎCE-İ MERAM, HÜLÂSATÜ’L-HÜLÂSAM:

Yalana olan tepkimin yalanı doğru çıkarmasından korkuyorum, evet, korktuğum için de böyle acı acı ama hak düsturlarını, hakikat prensiplerini yazıyorum. Belki de “Affettim gitti!..” desem, diyebilsem ve gerçekten affedebilmiş olsam, yukarıdaki duygu ve düşünceler, içimde birer atom bombası gibi peşi peşine patlayıp durmayacak. Fakat ölümüne bağlı olduğu hak bir davaya ömürlük sadakatin şüpheyle yaftalanmasını, bunca vicdansızlığı vicdanım affedemiyor, böylesine kalpsizliği kalbim bağışlayamıyor. Daha İlkokulda okuduğu kitaplardan edindiği bir dava adamı ruhuyla “Dünyadaki bütün müslümanları öldürseler, tek mü’min ben kalsam, gene de bütün dünyaya İslam’ı yayarım ve yaymalıyım.” Kararını alan, o karar üzere istikrarla İslam’a hizmete ömrünü adayan bir ruha yapılan tam aksi isnatlara isyan ede ede, kendimi içten içe yiye yiye bitirmişim. Ne kadar etkilenmişim Allahım, ne kadar derinlerimden yaralanmışım, ne kadar içten yıkılmışım, dipten dağılmışım, kökten daralmışım, temelden darlanmışım…

Bu nasıl bir kanayan yaradır ki, yedi yıldır hiçbir merhem deva olamadı, hiçbir mualece tedavi edemedi. Kendime çok sordum: Niye affedemiyorum? Zayıflığımdan mı, kindarlığımdan mı, yoksa intikam hırsından mı? Hiçbiri olduğunu sanımyorum. Bence, en başta ithamların sürekliliğinden ve bu itham/ihanet hançerlerinin sırtımı saplanmalarının sürekliliğinden, yaralarımın gittikçe büyüyerek daha çok kanamaya devam etmesinden, ve hala bir yalanın etrafında örgü(t)lenmiş bir önyargının izlerini önümde, tepemde, etrafımda sürekli müşahede edişimden. Hala… Hala… Hala… Geldiğim noktada, er-Rahîm’e inandığım kadar el-Adl ve el-Müntekîm esmâsına da inanıyorum. Fakat intikam için değil, Hz. Züleyha gibi, bir kadın kadar olsun erkekçe ve dürüstçe iftiranın itiraf edilmesi, iftira edildiği meclislere ulaşacak şekilde ilan ile temizlenmesi, o yalanın yaktığı hürmet cübbesinin, yıktığı şahsiyet bünyesinin ve vizyon unsurlarının yeniden inşa edilmesi, gönüllerde oluşan suizanları hüsnüzanlara dönüşterecek kavlî ve fiilî telafilere tevessül edilmesi, aslî hizmet kimliğinin ve sicilinin pırıl pırıl teslim edilmesi, kısacası hakkıyla iâde-i itibar ile vazife-i hizmetine tevdi edilmesi için… İlkokuldan beri hak yola adanmış bu canın, o yol üzere yaşayıp ölebilmesi için… İşte o zaman hakkımı gönülden gele gele helal edip affedebileceğime ve bu her geçen gün kalbimi öldüren iftira kefenini yırtıp hakikat ve hayat gömleğine dönüştürebileceğime inanıyorum…

Hacı Bektaş Dergâhı Postnişîni ‘Hasretî’ Hamdullah Çelebi’nin (1767–1836), nâm-ı diğer Şeyh Mehmet Hamdi Efendi’nin, 1826’da Kırşehir Şeriat Mahkemesinde yargılanırken sarfettiği sözler, benim de vicdanımın sözleridir diye bilvesile aynen buraya alarak sözlerimi taçlandırmak istiyorum. Diyor ki Hazret: “Kişi işlediği günahı (sade) tevbe ile af ettiremez; ihlâl edilen şeyi yerine getirmedikçe, döktüğünü doldurmadıkça, ağlattığını güldürmedikçe, yıktığını yapmadıkça, zararı-ziyânı tazmin etmedikçe. (Yalnız sözlü) tövbeye devam etmekle, (kul haklarına dair) işlenmiş günah af olacağına biz müslümanlar inanmayız. Allah af edecekse eder, O’na da mani olunamayacağına inanırız.” Allahın da kul haklarını, kullara bıraktığına inanıyoruz. Beşeriz, şaşabiliriz, fakat yegâne itimat ve inkiyadımız Rabbimizedir. Hazreti Settârü’l-Uyûb, Gaffâru’z-Zünûb ve Mukallibu’l-Kulûb Cenâb-ı Mevlamız Allahımız, biz kullarını yapıp ettiklerimizle, söyleyip dizdiklerimizle ve birbirimizle her iki cihanda, hem dünyada hem ukbâda utandırmasın, el-Hannân, el-Mennân, el-Hayy ve el-Hayiyy isimleriyle muamele buyurup bizleri mahcûb u mahcûl eylemesin inşallahu’r-rahmânu’r-rahîmi’l-hayyi’l-kayyûm…

Musa Hub

(İngiltere Dönüşünden 4 ay sonra…)

17 Ocak 2007 Çarşamba

Akademi Binası

Büyük Çamlıca / İstanbul

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment