DüşünceMart '25Sedat İlhan

Veya edebiyatsız felsefe? Birisini tercih etmemiz istense idi, neler söylerdik?

Herkesin kendisince düşünceleri var. Bekleyişlerinin, arayışlarının, kapasitesinin, kabiliyetlerinin, tercihlerinin izlerini taşıyan… Bu çok normal bir şey. Ama ilerlemek şart. Tabii ki özgürce. İstiyorsak eğer, istediğimiz kadar, isteyenlerle birlikte.

Kızım yeni evlendi. Birkaç gün önce „Nasılsınız?“ diye sordum ona. Alışmaya çalışıyorlarmış. Duygularını pek anlatmayı sevmediğini düşündüğüm için verdiği cevaba daha derin anlamlar yükledim. „Yaşanılanlarda yüzde yüz haklı olmak veya haksız olmak diye birşey sözkonusu olamaz. Çünkü konuştuğumuz şey birlikte yaşamaktır.“ dedim. Bu sözümü anladığını düşünemiyorum nedense.

Çünkü dostlarla sohbet ediyoruz. Herhangi bir konuda. En temel kriterlerimden birisi. Defalarca tekrar ediyorum. Yine soruluyor. Gerçekten anlaşılmıyor mu? Yoksa anladığımızı söylemlerimize anında yediremiyor muyuz? Veya sorumluluklarımızla yüzleşmek mi zor geliyor? Belki de hepsi. İsterdim. Ret ediyorum, deseler. Kabul etmiyorum. Antitezlerini sürseler ortaya. Saatlerce tartışsak. Tüm sorularımızı tekrar ve tekrar irdelesek. Onların tezleri ile yeni baştan. İsterdim.

Ama olmuyor. Bu yaşanmışlıkta kendi sorumluluğumu alsam, neler söyleyebilirdim? Çok konuşuyor olabilir miyim? Veya ütopyalarım… Bilmiyorum, cevabını arıyorum, kendim için.

Sonuçlarını yaşıyoruz… Yaptıklarımızın bile değil. Dün düşündüklerimiz veya düşünmediklerimiz neler var ise sonuçlarını bugün yaşamaktayız. Şikayet etmek, çözümü başkalarından beklemek karşılıksız kalmaya mahkum. Yanlış anlaşılmasın. Bahsettiğim şey hatasızlık değildir. Aksine, hatalarımızla öğreniyoruz. Bu nedenle hatalarımı da seviyorum, sevmeli bence. Ancak neyin daha iyi olmasını istiyorsak… İnandığımızca, bunu yapabilecek olan kişi biziz. İnandığınca, dostların yardımı gelecektir, gelmektedir.

Başlığımız „Felsefesiz edebiyat veya edebiyatsız felsefe.“ Uzunca bir giriş. İnsanlığımıza bağlamayacak isek eğer arada bir ilişki bulmak zor. Zaten insanlığımıza bağlamayacak isek neyi, neden konuşuyoruz ki…

Tarih tekerrür eder durur. Organizasyonlar, medeniyetler, devletler, düşünce sistemleri… Bir bebek gibi doğar, Bir anadır doğuran. Doğumun sancılarını gören, duyan, hisseden olur ama bilen sadece bir kişidir, küçük bir grup. İlgi ister, bakım, korunma, açlık, susuzluk, öğrenme… Hiçbir karşılık beklenmeden canına can, nefesine nefes katılarak büyütülür. Uykusuz, aç geceler birbirine takip eder. Kendisine yetmeye başladığında anasını bilir de bilmez. Ölüm kaçınılmaz son.

Diğer bir ifade ile medeniyetlerin kurulumu birkaç kişinin inanmışlığı ile tetiklenir. Onların sinerjileri, toplumun daha iyiyi arayışları, mevcudu kabul edemeyişleri ile anlam ve güç kazanır. Hepimiz için, hep birlikte söylemleri ile yüreklerde yer bulur. Kendisini dışarıda hisseden hiçbir kimse hatta varlık kalmayanda zirveler yaşanır. Gelinen nokta yeterli görüldüğünde çöküş başlamıştır.

Felsefe ve edebiyat, insanlığımızla ilgili en temel iki kavram. Tekerrür edip duran o döngü ile direkt ilgili. Ama nasıl?

Geçenlerde bir kitap sergisine göz attım. Son 30-40 yılda yaşananlar bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Tabii ki düşünebildiğim, hissedebildiğim kadar. Mağduriyetler… Kim, kime, neden yaşatıyor bunları? Ya sessiz kalanlar? Ya da nemalanmaya çalışanlar…

Dost meclisinde yeri geldi söyledim. Acının edebiyatı… Neden çözüm konuşmuyoruz?

Öykü yazabilse idim, ailede yaşananları üç farklı bakış açısı ile ortaya koymaya çalışırdım. Sırf bu nedenle öykü yazmayı istiyorum. Ama bunun için öncelikle iç dünyamda sakinliğe ihtiyacım var.

Çünkü ailede, anne yedirendir, baba yediren olmasını bekler. Çocuk ise söylemlerden daha ziyade yaşatılanlara bakar. Ve her insan gibi özgürce, kendi el yordamıyla öğrenmelidir hayatı.

Veya basit bir soru. Sanatı ne için yapıyoruz? Sanat için mi yoksa kendimiz için mi?

 

Sedat İlhan

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment