DüşünceEkim '24Tugay Mola

Günlerden 19 Ocaktı, 2010. Eve kapanmıştım. Yenice dışarı çıktım. Kendime bir kahve ısmarladım. Biraz mahmurluk var üzerimde. Sanki ben gökte ve herkes yerde gibi bir hal bu. İnsan günde 99 defa değişim yaşar. Özgürlük bu ise…

Kalb kırıldıkça ruh kemâle erer. İnkisâr yaşanmadan ruh olgunluğa er(e)mez. Keşke doğuştan müslüman olarak kalsaydık.

Keşf-i zamâiri bağrında barındıran sırlar diyârı vatan ey! Yer vurdu. Gök vurmak zorunda kaldı. Düşman kırdı. Dost parçaladı. Her hâle rağmen sen düşmedin gönlümün zihninden. Mâh rûyum…

Her geçen gün seni düşledim, hayalimin hatırlanamayan diliminde saklansan da. Aklımda yerin kal(a)masada gönlümde ki beytin hiç bir zaman kaybolmaz. Çek kılıcını! Vur cânıma. Kurbandır sana varlığım. Keşke senin için kanım aksa idi. Şehitlik meydanında bûselenseydim sana ey vatan. Keserlerken fısıltılarımı seni besteleseydim. Güneş doğmadan sana “kamerben” nurlansaydım. Toprağında nûrun âla nûr bir kandil olabilseydim…

Burnumda tütersin cân vatan. Seni hayalimde berden selâmen alevlerken burnumun direkleri sızlamasa da gönlümün hasret acısı bin ekber göklere fırladı. Yaktın beni hasret ateşinle ey vatan… Keşke hep sana yansaydım cân memleketim. Bir daha ayrılmamak üzre bağrına hançerlenseydim senin… Ooofff vatan… Bir, bir bilsen nasıl hasretim. Ne Arap toprağının (Allah nîmeti) petrolü paha kesebilir hasretime, ne Asya coğrafyasının yeni haddi!

Yanarım yanar. Sözlerimi satır satır keserek söylerim ey vatan. Okunmak değil, sana kavuşmaktır en büyük emelim. Kâbe yanında oturan da, seninle bulunan (da) vatandır, ey vatan. Hasret hiddetlenirken yine vuslat merhametlenirken beni mâkâm-ı rıza’nda destgîr olanlardan eyle ey…

Kâfir hakir olacak, zâlim zelil… Ooff, ya gönlüme n’olacak? Bülbüller sabah uykusunda olanları dâvûdî sese rağmen Muhammedî nefesle uyandırırlarken, beni bağrından cûdâ etme ey vatan… Vatan vatan ağlasam bu gecelik duyar mısın bâr-i emânetimde sana olan heyecanımı ve bin hasret hezeyânımı. Dirilt beni ey vatan. Dirileyim sen(i)nle. Duyur beni, duyayım seni ey vatan…

Hodbîn nefsim yılları öğüterek geçirirken o eskimemiş diyârın Mukarrabîn’i yer yer olsa da zuhur ederdi ruhumun tapınağına. El uzatıp gönül alan o Hatm-i hâcegân nefes nerede? Nedendir gelmedi? Uzun zamandır hâlimi sormaz oldu. Nedendir ondan mahrûm(um) ki? “Ervâh-i akdes-i hâcegân-ı âlişân-ı Nakbendira ve sirr-i enbiyârâ ber tarîk-i niyaz el-Fatiha“…

Akıl küfre karşı bilenirse kazanır. Hakk’a tapandır sırâtı, mustakîm geçen. Hakk’ın takipcisi olmaktı emelim. İstikrar sağlamış sakalım-sarığım olmasa da sadece ol İslâm bâbın özcüsü olsaydım… Olsaydım… Olsaydım. Kim olsaydım? Ne olsaydım? Hakk’a Rıza dileneyim. Rıza’dan başka kimsenin tapıcısı olmasa(ydı)m. Her gün tövbe mi olur!? Bir tövbe et ki tövbeler utansın dîdâr tecelliyâtla….

Geç ey cân, candan. Hadîkatu’l-ervâh’ın hâdimu’l-fukârası ben olsaydım. Melekût âlemini ve Cebberrût âlemini Vahid elden seyreden olsaydım…. Yırtılsın acılarım. Kurtulsun hasretim….

Ahmed-i Bedevî Hazretlerini bir ara seyrederlerken kendi kendime düşündüm. 23 sene, belki de daha fazla kapısında dilenen o büyük ruhun. Ruhâniyetinden sanki haber salıyorlardı bazı damarların can alıcı lâ mekânına, lá zamanına ve lâ kânununa…

“Bin cânım olsa yine veririm, bir kere yüzünü görmek için.” Güm güm vuruyorlardı. O manzarayı yaşayan perdesiz bir ân yaşamış. Selam olsun o büyük Ruh Ahmed-i Bedevî ve sâdık-ı şehit tecellîgâhına. Abdulmecid kanatlanmıştı gökler üstü göklere… Ooof, bu ne büyük ikrâmullah. İmdât yâ Seyyid el-Bedevî! Bâb-ı Muâllâ’da vesile-i dünyân baban yüzü hörmetine meded yâ Seyyid el-Bedevî…

Abdülkadir-i Geylânî, Ahmed Rifâî, Sirrî-yi Sekatî, Ma’rûf-i Kerhî, Hallâc-ı Mansûr, Cüneyd-i Bagdâdî ziyaret edilmişti. (M)1236 “Tanta” denecekti. (H)1436 da kime ne söylenecek(ti), acep? Alâ kulli cerhi cerahtuhûlî, yine derim yüzbin defa şükran….

Ey yolcu!

Hasretin ve merhametin buluştuğu dakikada söylendim söylediklerimi. Ne tâkipçi kalır, nede rakipçi. Ne söz, ne mânâ. Yokluk ânı, ki gibi. Saatin bile hesaba sığamayacağa bir zaman dilimi vardır. Lâ zaman değildir belki. Ama lâ zâmana yakın olabilir. Sözlerimi ister kibir say, ister günah addet. İstersen beni cehennemle ithâm et. Sana değildir, nefsimedir hasbihâlim. Ona lânet ederim günde 73 firkât.

Düşün ki pençe-i Âl-i Abâ bayrağının taşıyıcılarının bir zırdelî dilencisi olsaydım. Kennâs olsam da gönüllerinde bir “Nahnu Museyyerûn”lerinden olsaydım. “Şafağa yemin ederim ki sizler mutlaka hâlden hâle binecek/geçeceksiniz!” (İnşikâk suresi 18-19…) içindir. Dilenirim, eğer dilenciliğimi kabul edecek kebîr gönüller var ise. Bil ki duaya muhtaç olan hepimiziz. Ancak “herkesten çok benim dua ya ihtiyacım var” dersem beni haksızlıkla suçlayamazsın inşaallah ey yolcu. Her ne kadar dünyaya muhtaç olduğum sanılsa da.

Nâdi Ali! “Yetiş Ya Ali” nidâsıdır bu, bilindiği gibi. Halife hücresinde keşke 40 günlük riyazî orucum olsaydı. Abdu’z-zâhir olsaydım! Kur’an-ı Mukaddeste 18 defa zikredilirken ez-Zâhir’in esrârında o âna hazır olsa(ydı)m…

Can bedenden çıkmayınca bilemeyiz kimin kimden çok duaya muhtaç olduğunu. İhtiyaç sahibi olduğumu adım gibi bilsem de. Bu dünyâda her canlının bir rolü vardır. Farz et ki sözlerim rolden ibâret. İnan ki bana inanman ihânet. İmânını değil, duanı almaya geldim.

Afyonî âb-ı ateş-efrûz! Söyler misin, sen hangi bağın Muhammed gülüsün?

Kevn-ü bevn isterim. Şi-bu’s sad’ada ben olsaydım. Henüz Sadeuş-şi’b dahi nasip olmasa da. Şiir sen ol, ben kâfiyen olayım.

Hz. Muhammed Efendimize Salat ve Selam olsun.

Tugay Mola

24.01.2010

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment