EdebiyatMayıs '24Sümeyye Deniz Kartal

 

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,

Hamd; âlemleri esmâsıyla yaratan, nûruyla semâları, arzı ve tüm âlemleri tenvîr eden, hidâyet râhını her dem kullarının ebedî kurtuluşuna vesile eyleyen, rahmet ve merhametinden ümit kesilmeyen âlemlerin Rabbi Cenâb-ı Hakk’adır.

Sonsuz salât-ü selâm; Rahmeten li’l-âlemîn, Sevgililer Sevgilisi, Râsûl-ü Kibriyâ, Hatemü’l-Enbiyâ, Eşref-i Mahlûkat, Ekmel-i Mevcûdât, Habîb-i Hüdâ, Nebîler Nebîsi Efendimiz’in (s.a.s.), O’nun nûrlu âlinin ve ashâbının üzerinedir.

Rabbü’l-âlemîn, o nûrun hatrına, bizleri Zâtına kulu takdir eyledi.

Hz. Câbir’in, “Ey Allah’ın Râsulü! Anam, babam sana fedâ olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” suâline; Nebîler Nebîsi kâinâtın övüncü Efendimiz’in (s.a.s.) cevâben dediği gibi:

Ey Câbir… Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nûrudur.
O nûr, Allah’ın kudretiyle O’nun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey ama hiçbir şey yoktu. Ne levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş, ne cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı.

Allah mahlûkları yaratmak istediği vakit bu nûru dört parçaya ayırdı.

Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından levh’i (levh-i mahfuz), üçüncü parçasından arşı yarattı.

Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü:

Birinci parçadan hamele-i arşı (arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan kürsî’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı.

Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü:

Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı.

Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan; müminlerin basiret nûrunu/imân şuurunu, ikinci parçadan; marifetullahtan ibaret olan kalplerinin nûrunu, üçüncü parçadan; tevhîdden ibaret olan ünsiyet nûrunu (Lâ ilâhe illallah Muhammed’ur Râsulûllah’ı) yarattı.”

(Kaynak: İmâm Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Kastalanî, Mevahibü’l-Ledünniye: 1/6; Krş. Aclunî, I/262-6)

Biz âhir zaman ümmetine, nûrun alâ nûr Efendimiz (s.a.s.)’i sonsuz lûtuf ve keremiyle, ikrâm ve ihsan eyledi. Sırat-ı müstakîmi Nûr-u Muhammedî’nin (s.a.s.) tükenmeyen nûruna müyesser eyledi.

Bu istikâmete vasıl kılmak için Hak Teâlâ’nın kullarına rahmet, merhamet ve muhabbetinin tezâhürü olarak başta ashâb-ı kirâm olmak üzere nice velîleri, pîrleri nurdân kandiller eyledi. Onlar ki; ömürlerini, hayallerini ve dahi canlarını, tereddüt etmeden bu nûrlu davaya vakfeyledi.

Sen olmasaydın, ey Habîbim; felekleri (kâinatı) yaratmazdım” kudsî hadîsinde belirtildiği üzere, varlığın mebdei ve müntehâsı; hakikât-i Muhammediye’nin bizatihi sırrına ümmetini mazhâr eyledi.

Bundandır ki; ulûhiyeti, rubûbiyeti, mabûdiyet ve hakîmiyeti kabul ve tasdîk ederek; “Lâ iâhe illallah Muhammed’ür Râsûlullah” kelime-i tevîdini ancak O’nun dilediği tarzda kalbe ve âlemine nakşederek, hakîm-i mutlâk olan Allah’a kul ve habibine ümmet olunabilir.

Ancak Allah’ında bütünleşerek bir olanlar; hakîkî mânâda bir olabilir.

Bu da tevhîdi tasdîk edip, kalbe nakşedip âleme oturtmakla, şirki reddetmekle ve dahi kendi batıl benliğini de reddetmekle mukâbildir.

O tevhîd ki; ‘Lâ ilâhe illallah’ ile Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetini, ‘Muhammed’ur Râsûlullah’ ile ubûdiyetini tasdîk eder.

Müslümanlar, ‘Muhammed’ur Râsûlullah’ sözünü kalbe nakşederek tasdîk ile “Hz. Muhammed (s.a.s.)’in tasdîk edip anlattığı Allah’a imân ederiz” beyânını yapmış olur, böylece Allah’a nasıl vâsıl olunacağı şuuruna yükseltilmiş olurlar.
Bu sebeptendir ki; ‘Muhammed’ün Râsûlullah’sız tevhîd, ubûdiyet; yani Cenâb-ı Hakk’a vuslât ve hidâyet asla ve kat’a mümkün değildir. 

Nitekim Allah-ü Teâlâ; Rabbü’l Âlemîn’dir, Efendimiz (s.a.s.)’de; Rahmeten li’l Âlemîn’dir. Bu gayret, rahmet ve himmet, Allah’ü Teâlâ’nın merhametinin Hz. Muhammed’deki (s.a.s.) tezâhürü ve tam tecellîsidir.

Bu minvâlde Efendimiz (s.a.s.) “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66).

Çünkü gerçek mânâda Allah’ını sevenler; birbirini O’nun hatrına gerçek mânâda sevebilir ve kardeş olabilirler.

Vücudun azâları nasıl ki bedenin bekâsına hizmette birleşirlerse, müslümanlar da aynen bunun gibi birbirine kenetlenir, birleşir, İslâm’ın bekâsında hemhâlleşir ve Allah’ın muhabbetine nâil olurlar.

Hiç şüphe yok ki Allah, kendi yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Saff, 61/4.)

Müslümanlar arasındaki ayrımın bugünkü sebebi; tevhîdde bir olamamak, Allah’ın varlığını ve birliğini kalben tasdîk edememek, hakîkâtleri kalbe nakşedememek, Hâkim-i Mutlâk’ın hakimiyeti altına girememek, hakîkî mânâda O’nu ilâh edinememektir.

Rabb olarak kabul edilse de Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetini, ulûhiyetini, mabûdiyetini kendi üzerinde, fiiliyâtında; mahfiyetle, acziyetle, fakriyetle, mahkûmiyetle, tam bir teslimiyet ve gerçek samimiyetle gösterememektir.

O hâkimiyet altına giremeyince, O’nu ilâh edinemeyince de alâ külli hâl, başka hâkimiyetler altına girilmekte ve kendi gibi acizler ya da aciz şeyler ilâh edinilmektedir.

Müslüman görüntüsü altında münafık olup, özünde müslüman olamayanlar gibi. Sonsuzlarca ispatları tasdîk etmekte bir olamayanların, hakîkî imânı reddederek, o en küçük mevzularda dahi darmadağın, paramparça olup savrulmaları gibi.

Çünkü tam teslimiyet; ancak samîmi bir tasdîk gerektirir.

Öyle buyuruyor Rabbimiz; “Ey imân edenler! İslâm’a tamamen, tam anlamıyla, her şeyinizle giriniz!” (Bakara/2, 208)

Zira ihlâs, müslümanda hâlis olarak bulunan, cürûf ve kabasından arındıktan sonra ‘bekâ’, yani sonsuzluk âleminde kendisine yâr ve yoldaş olan özüdür.
İhlâsa götüren tek yol da bunun mebdei olan aşktır, muhabbettir.

Bundandır ki hakikî imân öyle bir cevherdir ki; samîmiyetle kendini kabul ve tasdîk edeni ’emin ve güvenilir’ kılar. Emin ve güvenilir olan emâneti hakkıyla taşıyabilir ve teslim edebilir.

Bu hakikâte erişenler ancak müslüman/mü’min kabul edilebilir.

Tabiât zerre boşluk kabul etmezken, hakîkî imân ve muhabbet ile dolması gereken kalp boş bırakılırsa; elbette ki oraya gayrimeşru muhabbetler, arzular ve putlar yerleşir.

Fıtrat bozulur, birlik dağılır, gönül daralır, gözler körleşir ve kulaklar duymaz olur.

Dolayısıyla burdan yola çıkarak diyebiliriz ki; müslümanın ötekisi yoktur, müslüman ve ötekisi vardır.
Müslüman imân ettiğini bilen, ötekisi ise neye inanmadığını bilmeyendir.

Nasıl ki riyâda, küfürde olan hem kendine zâlim hem etrafına bu zâlimliği ve zulmü revâ gören habîs bir canlı olabiliyorsa; nûr ile nûrlanan müslüman da, tüm âleme o nûru aksettiren bir ayna hükmüne geçebilir.

Öyle ki, mahlûkat ve mevcûdat böyle bir nûra şâhit olduğunda, onların bâkî olması, ebedî nûrlarla buluşması için Rablerine niyâzda ve duada bulunur. 

Değilmidir ki imândır; kâinattaki rahmet vahası ve vesilesi?
Öyleyse imânî nûrdan nûra ilâhî bir akış vardır… 
Tevhîd dairesinde kalpten kalbe nice yolların olduğu gibi. O yollarda Hakk için birbirine uzanan şahs-ı manevî eller Allah’a vâsıl olmuş; seyir, devir, seyrân ve devrân etmektedir.

O şahs-ı manevî ki; tüm kâinât, peygamberler, sıddîklar, şehîdler, şûhedâlar, sâlihler, velilerle bir olmuş, beraber bu muhabbette buluşmuş, birleşmişlerdir.

Biz de tümüne haktır diyerek kelime-i şehâdeti zikreder; “Eşhedü en la ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Râsûluhû” der, sonsuzlarca tasdîk ederiz.

Biliriz ki; hakîkî mânâda imâna erişen kalp aradığını bulmuştur.

Peki bugün dünyayı savaşın eşiğine getirenler, yeryüzünün her köşesinde mazlum kanını oluk oluk akıtanlar, zulmete boğanlar, adâleti yerle yeksan edenler, fitneyi fesatı yayanlar, kardeşi kardeşe kırdıranlar, bozgunculuğun her türlüsünü yapanlar, insanlığı insanların gözüne baka baka yağmalayanlar neyi bulamamıştır?

Üstadımız Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri’nden öğrenelim işin özetini, özünü, diyor ki: “Onlar, fasıklardır. Delâlete atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nur nâra, ziyâ zulmete inkılâb eder.”

“Evet, şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbad olur.

Şöyle ki fısk: haktan udûl, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terketmektir. Fıskın menşei: kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş’et eder. Evet ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani sahife-i âlemde yaratılan delail, uhud-u ilâhiye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenâb-ı Hak’la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur. Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intaç eden esbabdandır. Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı ictimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki âmildir. Evet, bu âmiller hayat-ı ictimaiyeyi nizam ve intizam altına alan rabıtaları, kanunları keser atar. Evet şehvet veya gazab haddini aşarsa, ırz ve namuslar pay-mal olur, masumlar mahvolur.” (Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, Bakara Sûresi 26,27.)

İnsanlığın son nefesini verdiği, vicdan denizinin kuruyup, kuru toprağa dönmeye yüz tuttuğu bir zamanda, o zalimce katledilen masum bebeklerin yaralarını saran sonsuz bâki bir nûr varken; bu zulümleri yapanların, bunlara sessiz kalanların akîbetinden Rabbimiz Kur’ân’ı Kerîm’inde haber veriyor: “İnkâr edenleri ise, dünyada ve ahirette şiddetli bir azapla azaplandıracağım. Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.”
(Âl-i İmrân, 3/56).

Demek ki böyle zalimler için “yaşasın cehennem!” demek; Allah’ın sonsuz adalet, intikam ve gazabına uygun düşerek mazlumlar için bir müjde hükmüne geçiyor.

Her peygambere insan ve cin şeytanlarını Biz böylece düşman ettik ki, bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler ilham ederler. Eğer Rabbin dileseydi onlar bunu yapamazdı; onun için sen onları uyduklarıyla baş başa bırak.” (En’âm Sûresi, 112).

Kur’ân’ın bu ifadesinden de anlıyoruz ki; ‘Şeytan’ denen azgın ve azdıran / yoldan çıkaran varlıklar, yalnızca cinlerden, görünmeyen varlıklardan müteşekkil değil…

Ayetin bu izâhını kavrayıp, hak vermek için bugünün dünyasına şöyle bir bakmak kâfi.

Beşerî olmanın gereği bazen hataya, günaha düşen insanlar için “şeytana uymuş” deriz. Fakat bugün şahit olduklarımız, ne yazık ki; “şeytan bunlara uymuş” derdirtecek nitelikte.

Bu minvalde ins ü şeytan zevatlarına karşı tevhîd ehline düşen elbette ki hakîki imânı yaşamak ve yaşatmak gayesi / mücadelesidir.
Dünyayı çevreleyen bu gaflet perdesini yırtarak, Allah’ın kullarını bu şeytanîlerin ellerinden ve tuzaklarından kurtararak yine Allah’a, tevhîdi şuurla teslim etmektir.

Bu da ancak imân hakikatleriyle mümkündür.

Allah-u Azimüşşan buyuruyor: “O’nun rızasına erişmek için vesile arayın.” (Maide Sûresi, 35).

O’nun rızasına talip olmak için yetmez mi bunca zulme, bunca kötülüğe, bunca çirkinliğe şahit olmak? Kurtuluş vesilesi olan hakîki imân; su gibi ekmek gibi bir ihtiyaç değil mi?
İmân ki; nârı nura çeviren bir güzellik. İlâhî sanat galerisi halinde yaratılmış olan bu kâinatı baştan başa dolduran harikalar, güzellikler imân nûruyla bakılırsa görülür ve gösterilir. Bu âlemi kuşatan bu nice güzellikler de ancak mü’min bir nazardan karşılık ister…

Bu hususta ‘onlardan hangisine uysak, hidayet bulabileceğimiz’ imân hakikatinin en parlak şahitleri ‘sahabe-i kirâm’ samimiyeti, teslimiyeti gerek. Kur’ân’ın ve Sünnet’in ikazları onlara öyle işlemiş ki, kuvvetli bir rüzgâr da esse onların ‘kıyamet kopuyor’ zannıyla Mescid-i Nebevî’ye sığındıklarından bahsedilir. Bugün kopan en az kıyamet şiddetindeki zulüm tufanlarında artık kimsenin kılı kıpırdamıyor…

Allah dileseydi elbette ki azgın kişi ve kişileri yüceltirdi; ancak Allah bunu bu yüzden dilemedi. Çünkü onlar nûrani hakîkatten, yegane çare olan imândan yüz çevirmiş; zulmete, dünyanın mefaatlerine saplanmış, kendi irâleriyle heveslerinin peşine düşmüşlerdi. Ve böylelikle Allah’ın irâdesi de onlara lâyık oldukları cehennemi vadetmek şeklinde tecellî etmiştir.

Allah’ı hakkıyla tanıyanlar, O’na imân edenler, O’ndan korkanlar için bunlar ibret vesilesidir. Bunlardan nasibi olmayanlar ise; kendi sonlarını hazırlayan yakıcı bir öfkenin, ebedî bir kinin, intikam ve azgınlıklarının neticesi olan ebedî bir kaybedişin müsebbipleridir.

İlâhî adâlet elbette hiçbir şeyi eksik bırakmaz, her şeye lâyık olduğu karşılığı eksiksiz verir. Vadetmiştir…

İşte bugün de mü’minler, süslü sedirlere kurulup (onların başına çöken ilâhi azabı) seyrederler ve (dünyadayken kendileri ile alay eden) o kâfirlere gülerler. Nasılmış, o inkârcı kâfirler, yaptıklarının cezasını buldular değil mi?” (Mutaffifîn Sûresi, 34-36.)

Rabbim hakîki tevhîd ile yaşamayı ve yaşatmayı nasip etsin.
Hak ve batılın savaşı kıyamet sabahına dek sürecek madem; Rabbim bizi haktan yana olanlardan eylesin.

Vesselâm…

Sümeyye Deniz Kartal

1 Yorum

  1. Müthiş bir izah, müthiş bir üslup, müthiş bir makale olmuş.. ALLAH bu yolda sayınızı artırsın. Âlem-i Islâm’ın şahlanışında böyle gönülleri sancaktar kılsın.

    Elfü elfü âmin. Selâmetle…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment