Bir dostum sorar bu kavramın boyutlarını. Haydi hep beraber ele alalım. Sınırsızlıklarımızda dolaşalım biraz, neden yardım ederiz?
Belki bazı kriterlerim çok ağır gelebilir. Öncelikle, her insan için geçerlidir, diyemem, böyle bir iddiam yoktur, olamaz. Ancak insanlığın genel özelliklerinde görülenler bizde de olabilir. Ve masaya yatırmak, anlamak isteğimizin ve ciddiyetimizin bir göstergesi…
Kendimize dokunmadığı sürece hiçbir şeyi yapmaya gönüllü olamıyoruz.
Hayatımızın her aşamasında karşımıza iki yol belirir. Birisi yardım etmek, diğeri etmemek olsun. Her ikisi için de nedenlerimiz ve mazeretlerimiz hazırda bekler. Kimse bunların makul olmadığını iddia edemez. Neye inanıyorsak odur. Bu yollardan herhangi birisini tercih ederiz. Karşımızda yine iki yol buluruz. Süreç böylece sonsuza kadar, nefes aldığımız sürece devam eder.
Yardım etmek duygusunun en masumu insanın doygunluğunda olandır. Hissediyorum ki, kainat benim olsa, referansım olduğu sürece kimseye bir küçük göktaşını bile karşılıksız vermeye istekli olamam. Referansımızın olmaması mevcut şartlarda mümkün değil. Dünya kaynakları sınırlı. Makamlar tek. Birilerinin zengin olması veya daha fazlaca tüketmesi, diğerlerinin aç kalmasına neden olabilmekte. Zaten yapılan sosyal deneylerde varlıklı insanların almaya daha fazlaca meyilli olduğu görülmüş. Bulunan parayı, kendisine ait olmadığı halde sahiplenme vb. Buna karşın imkânları sınırlı olanlar ellerine geçirdikleri birkaç lokmayı kolayca paylaşabilmekteler. Elimizdeki imkânlar ile verme duygumuz negatif orantılı değişebilmekte yani. Ne kadar çok paramız var ise o kadar çok ihtiyacımız var demektir. Tabii ki istisnaları mevcuttur.
Kavramları dini düşünce sisteminde ele almak çok kolay ama aldanmak mümkün. Allah rızası için veriyoruz diyoruz mesela, kolayca. Kimse itiraz edemez buna. Ne söyleniyorsa kabul edilmeli. Ancak genel anlamda irdelenmeli; kendimiz için, dostlarla birlikte, neyi niçin yaptığımızın farkındalığına ermek üzere…
Aslında Allah rızası için vermek bile bir anlamda karşılık beklemeyi içerir. Allah’tan beklendiği için masum ama ya işler kötü gitmeye başladığında? Herhangi bir musibet, kaza… Kabullenemeyerek, isyanlara düşmemiz mümkün görülmekte. Veya Allah’tan beklentimizi insanlara yönelttiğimizde, yaptıklarımıza karşılık göremediğimizde… Yaşanan kaostur, iç dünyamızda ve toplumsal hayatımızda. O da mı Cennet’e girecek şimdi, aynı Cennet’te bulunmak istemiyorum benzeri serzenişler, hüküm içeren, Cenneti kendimize farz bilen, inandığımız Allah’a rağmen…
Dini düşünceleri önceliklemeyenlerin veya farklı dini inançları bulunanların verme duygularını da bir yerlere dayandırmalı, eğer vermelerimizin Allah rızası için olduğunu iddia ediyorsak…
Oysa vermenin insanlığımızda, bireysel ve toplumsal hayatımızda çok farklı anlamları var.
İletişim kitaplarında, birisi ile yakınlaşmak istiyorsak ondan reddemeyeceği bir şey isteyiniz, denilir. Çünkü bir şeyler verdiğimiz kişinin iyi birisi olduğuna inanmak isteriz, aldanmamak isteriz.
Yapılan bir sosyal deneyde, açlığını belirterek dilenenlere daha az verildiği görülmüş. Makyaj için, estetik ameliyat veya lüks arabasına benzin alabilmek için isteyenlere daha fazlaca gönüllü yardım edebiliyoruz.
Bu iki deneyimi birleştirdiğimizde ortaya çıkan sonuç şudur ki, verdiğimizde verdiklerimizin dünyalarını da sahipleniriz. Problemlerini çözmeyi vazife biliriz. Onların o hallerinin sorumluluğunu alırız. Dilenen neden bu duruma düştü, sorgulama yolu açılır önümüze, çözümün bir parçası olabilmek…
Konusunu tarihten alan hikaye kitaplarında okumuştum. Birisi gelir köyün girişine kamp kurar. Düşman mıdır, dost mudur, nedir niyeti? Anlamak için köylüler yemek gönderirler. Yabancı yemeği yer ise köylüler emin olurlar, ondan zarar gelmeyecek. Şimdilerde bu kural hâlâ geçerli midir bilemedim ama…
Özetle vermeyi hayatın içinde okumalı. Hayat verebilmektir belki de zaten.
Sedat İlhan