Burak CemEdebiyatMayıs '23

Üzgünüm ama ey cân, müsaadenle ölmem lâzım. Bâki kalmam için bu dünyada bir mukavele yapmaya yanaşmadı/yanaşmıyor kimse. Yalvar yakar vazgeçiremiyorum kimseyi. Vazgeçirsem de nafile değil mi sanki? Her şey fânilerin elinde mi? Sözleşmeyi dünyaya gelmeden yapmadık mı biz?


Bir yüz sene daha yaşasam diyorum ama nafile. Bir yüz sene daha yaşama isteğini dillendirmeye nasıl yüzün tutuyor diyorlar bana. Kızarıyor zannetme yüzüm. Bu dünya ağlarını o kadar sıkı örmüş ki her yanıma. Bu ağlar şimdi bana birer hamak gibi geliyor. Biraz daha kalsam, biraz daha kalsam… Kalsam da yaksam birkaç cân daha.. Öyle mi haa?

Ey cânım, sevdiğin şeyin peşinden ne kadar koşarsan koş, o sana yâr olmaz, kaçar gider, diyorlar. Ben ise, seven sevdiğine kavuşur ve kavuşunca da ayrılmaz diyerek reddediyorum bütün hoyrat teklifleri. Doluyorum iplerimi bir ağacın etrafına ve ipin ucuna da kendimi bağlıyorum ama nafile. Yüzyıllık ağaç bile “illallah” deyip, köklerinden inlemeye başlıyor bu ihtirasımdan ötürü. Ağaç bile dayanamıyor anlayacağın ağırlığına insanoğlunun ve benim bu yaşama hırsımın. Dünyadaki vakitlerden arzuladığım hırsızlığın.

“Seni bir ömür çekti bu dünya. Hep dünyanın üzerinde, dünyaya eziyet verdin. Şimdi, biraz da dünyanın derinliklerinde kal. Kal da hisset, dünya ne kadar eziyet çekiyor bu ahmak insanlık yüzünden. Belki, o zaman sen de dünyaya destek olmak için arzın altında olmanın daha efdal olduğunu fehmedersin ve de arzın altında kalmayı kutsi bir vazife addedersin. Çünkü, üste çıkmak, üstte kalmak isteyenler çok ama bu yaşlı hanemizin taşıdığı yüke destek olmak için altta ezilmeyi dileyen kimseler yok. Bencillik had safhada” nidaları geliyor derinlerden. Var mı duymak isteyen?

“İnsanlar Kabil olmaya daha yakın. Habil olmaya talip olanlar ise gitmeye meyyal. Çünkü, Kabiller bu dünyada müreffeh. Bundandır ki, bitmesin istiyorlar bu fani hayat. Habiller ise bu dünyada bir zindan içre; onlar da Yusuf gibi sabrediyorlar bu çilelerinin dolması için.”
Hep bunları mırıldanıyorum ve telkin ediyorum ruhuma. Biz hangisiyiz ey cân? Kabil olup da, iki dünyamızı da karartmaya mı daha yakınız, Habil olup da, bu dünyadan alnımızın akıyla kurtulmaya mı yoksa?


Bu bencilliğimizi bilen Biri olduğu için bırakmaz bana/sana/ona/bize gitme vaktine ait kararı işte ey cân’ım.

Arzın üstünde, dünyayı çok fazla temaşa ettiğimdendir ki, bu süreden daha da uzun bir süre, dünyanın bu milyarlarca yıllık çilesini anlamam için arzın derinliklerine bırakılıyorum/bırakılacağız ve kalıyorum/kalacağım/kalacağız orada.

Etrafımda binlerce insan da bulamıyorum. Ama iniltileri ulaşıyor tâ buralara kadar, benden fersah fersah uzaklarda olsalar da. Burası, maddi sınırların delindiği bir yer. Dünyaya ait kurallar geçersiz burada. Bunun için, yaşanan her an çok daha elem verici.

Arzın üstündeki zevk, sefa, bazen de dağdağa ve niran, burada, yerin altında, tamamen feryada avdet ediyor ey cân. Hem de bu, öyle feryad ki, öyle bir uğultu ki, milyarlarca yılın getirdiği birikmeden kaynaklanan inanılmaz sarsıcı, kulakları sağır eden, gönülleri, zihinleri çıldırmanın raddesinden de öteye vardırıyor. Sanki bir füze rampasının kalbinin merkezinden ateşlenmesi… Belki de daha ötesi.


Anlatamıyorum işte. Anlatmam için ölmem lâzım, değil mi?

İşte hâl böyle ey cân…

Her canlı bir zaman tadacak dendi bu meyveden. Ecel gelecekse -ki gelecek- baş ağrısa ne olur, ağrımasa ne olur..! Herşey o güne değil mi bahane..


Şimdi, müsaadenle (bu bir nezaket, yoksa müsaadene ne hacet..!) son kez ölmem lâzım. Ölüp de dirilmem lâzım. Üzgünüm cân. Senden ayrılmak çok zor ama başa, tene, ruha geleni çekmem lâzım.

Hoşçakal ey cân.

Burak Cem

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment