Yıllar önce okumuştum Necip Fâzıl’ın bu sözünü. Şeytanın mübalağanın yanında olduğunu söyleyip; ‘’Âh itidal, sen ne büyük bir sırsın.’’ diye devam ediyordu. Rûhum tanımıştı bu sözü, aklım idrak edemese de… Yaş aldıkça, yaşadıkça daha derin anlamaya başlar insan; anlamak da zamanla, anlamak da katman katman…
Bu kısacık söz ile Üstad ne demek istiyor acaba diye sormuştum kendi kendime. Tuhaftır, ne zaman soru sorsam sorularıma cevap gelir hiç umulmadık yerden; bu kimi zaman bir insanın ağzından, kimi zaman bir kitabın satır arasından, kimi zaman hiç ummadığın bir kanaldan. Sen yeter ki sor, cevap elbet gönderilir bir yerden.
Medrese tahsili alırken İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Mektûbât eserini arapçasından okurduk, o mektuplarda rûhuma değen tatlı bir râyiha vardı. Tertemiz bir kaynak kokusu rûhumu sarıp sarmalardı, zihnim adını koyamasa da rûhum bu kokuyu tanırdı.
Mektuplardan birinde yine bu ‘’itidal’’ kelimesi geçmişti. İnsanın tekâmülü için kalıp cüzlerinin itidali gerek diyordu İmâm-ı Rabbânî Hz.
Hakikat yolunun taşlarıdır kelimeler. Hakikat, sen eğer kelimelerin kalbine değersen, tebessüm eder sana ötelerden. İtidal de işte o sırlı kelimelerden… Durup edeple değersek açacak gibi peçesini.
Nedir İtidal? Hani bizim çok duyduğumuz, bildiğimiz, muhtaç olduğumuz adalet işte bu kökten; mutedil de yine itidaldan türeyen bir başka güzel. İtidal; ‘’ADL’’ kökünden mastar olup, lugatta ‘’iki aşırı tutum ve davranış arasındaki orta hal’’ şeklinde açıklanmış.
Genel anlamı ise; ölçülü, dengeli, ılımlı, düzgün, adaletli, soğukkanlı olmak.
Peki ne var bu itidalde ki, büyük bir sır oluyor?
Ne var bu itidalde ki İmâm-ı Rabbânî Hz. insanın tekâmülü için bunun gerekli olduğunun altını çiziyor.
Hazırsanız girelim, derininde inci olan, bu karanlık ummanın sularına.
Şu an popüler olan kişisel gelişimin kökü çok eskilere dayanıyor esasında. Uzun yıllar okuduğum tasavvuf eserlerinin çok güzel bir kişisel gelişim rehberi olduğunu tâ o zamanlar hissediyordum. Sûfiler, muhakkikler, dervişler insan denen sonsuz âlemin ne olduğuna, nasıl tekâmül edeceğine, asırlar öncesinden cevap vermişler.
Mektubât-ı Rabbâni’yi okurken farkettiğim şeylerden biri de, kitabın büyük bir bölümünün insanın derinliklerini anlatıyor olması idi; hatta bir defasında arkadaşlara: ‘’Bu kitabın mücessem hali nedir diye bana sorsalar insan-ı kâmil derim.’’ demiştim. Açıkcası bu beni büyülemişti; zira okudukça sanki kendi âlemime, gizlerime seyahat ediyor gibi hissediyordum. İnsanın kendi derinliklerine, bir ârifin nûrlu bir el feneri ile inmesi müthiş bir kişisel gelişimdi.
Sûfilerin insana dair tüm gizleri ve şifreleri çözdüğüne inanıyorum. ‘’İnsan benim sırrımdır, bende onun sırrıyım.’’ buyurulur bir Hadis-i Kutsî’de. Peki ne var bu insan denen sırrın içinde ki binlerce yıldır filozoflar, sûfiler, sanatçılar bu sırra dair ipuçları vermişler bize.
Mûcizu-l Beyan olan kitabımızda da insana dair hayli ipuçları verilmiş; hatta öyle ki bir sureye İNSAN denilmiş; burada bunları yazmaya elbette satırlar kâfi gelmez; fakat biz yine de konumuzdan yola çıkarak girelim bu mahzene.
‘’ÂH İTİDAL SEN NE BÜYÜK BİR SIRSIN!’’ dedi üstad, İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise insan-ı kâmil olmanın yolunun itidalden geçtiğini söyledi. Peki ama nasıl?
Tasavvufta kuvve, psikolojide güdü denilen şey; her insanın fıtratına, bir hikmete mebni olarak, dercedilmiş. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buna kalıp cüzleri diyor. Bunlar öfke, şehvet ve akıl.
Öfke; canımızı, malımızı, onur ve haysiyetimizi korumak için verilen bir kuvve. İtidaline (dengeli/adaletli kullanımına) şecâat demiş sûfiler; yani cesaret, yiğitlik, yüreklilik.
Geçen yazılarımda kalbe pencere açmıştım, kalbin insanın merkezi/nde olduğuna, kalbin bu âlem ile âlem-i melekût arasında bir berzah olduğuna ve Peygamberimizin insan vücudunda bir et parçası vardır o sâlim olursa tüm âzâların sâlim olacağını bildiren hadis-i şerifine temas etmiştim. Kalbi anlamadan tüm bunları anlayamayacağımızı yeniden hatırlamakta fayda var; zira cesaretin yeri kalptir, oradan sâdır olur. Tıffany Watt Smıth, Duygular Sözlüğü’nde: ‘’Cesaret anlamına gelen courage sözcüğü İngilizceye eski Fransızcadaki corage sözcüğünden, o da Latincede ‘’kalp’’ anlamına gelen, insanın tüm duygularının, arzularının ve niyetlerinin kaynağı kabul edilen cor sözcüğünden geliyor.’’ der.
Bizim dilimizde ise cesur insan için ‘’yürekli’’ ifadesi kullanılır. Yürek ise yürümekle alakalı; dolayısıyla zarâfetli cesaret, kalbiyle bağını yitirmemiş kişilerden sâdır olur.
Öfkenin ifrat ve tefriti ise itidalden (denge/adaletten) uzaklaşmak demek. İfrat, aşırılığı; tefrit ise azlığı demek. Yani yerinden sapması, yerinde kullanılmaması. İfratı (fazlası/aşırısı) şiddet, despotluk, zalimlik, kabakuvvet iken azlığı ise korkaklık diye adlandırılıyor.
Alev Alatlı’nın: ‘’İnsanın kime öfkeleneceğini bilmesinden daha büyük erdem olamaz; bunu çok geç öğrendim.’’ sözü tam da bu hakikate işaret ediyor. Bize bir hikmet ya da bir imtihan olarak verilen kuvvelerimizi farkında olmadan nerede saçıp savuruyoruz ki, asıl kullanmamız gereken yere ferimiz kalmıyor?
Alice Miller, Beden Asla Yalan Söylemez kitabına R. Damasio’nun şu muhteşem sözleri girizgah yapıyor: ‘’Duygular, bir lüks değildir; varoluş mücadelesi sırasında uzatılan karmaşık bir yardım elidir.’’ Bize Yaradan tarafından uzatılan bu duyguların hangi amaca hizmet etmek için verildiğini bulmaya çalışarak işe başlayabiliriz.
Sevgi, merhamet, gurur, nefret, öfke, kin, haset, kıskançlık, korku, umut… Sahi tüm bunlar bize ne söylemek için var?
Varoluş mücadelesinde bize ne öğretirler?
Bunların hangisi bizi en iyi halimize ulaştırmak için gerekli, hangisi bize yük?
Duyguları öldüremeyiz, ama dönüştürebiliriz. Tüm olumsuz duyguları potasında eritecek iksir-i âzam duygu ise sevgi. Sevgi bir simyadır, onun potasında dönüşür tüm duygular. Hatta kimileri nefretin ters dönmüş bir sevgi olduğunu söyler; zira nefrette tıpkı sevgi gibi kuvvetli bir bağ.
Öfke duygusu ise; eğer yerinde kullanılırsa bir nimet, yerinde kullanılmazsa nikmet.
İnsanın kendine zulmetmesi sanırım böyle oluyor. Kendine zulmeden insan, ama bilerek ama bilmeyerek, etrafına da zulmediyor. Zulmü sakın sadece birini dövmek, sövmek ya da işkence etmek gibi telakki etmeyin; bazen haddini aşan bir söz de zulümden sayılıyor. Nefis konuşur, kalp konuşur, rûh konuşur. Söz insanın neresinden sâdır olduysa muhatabın tam orasında makes bulur. Kalbin gözünden kaçmaz bu, hemen hisseder; nitekim o, ‘’arşurrahman’’dır.
Dünyaya hikmet gözlüğü ile bakınca tüm bu kötülüklerin kaynağının itidalsizlik olduğunu anlıyor insan.
Trafikte küfreden şoför; kadına, hayvana ya da kendinden daha güçsüze zulmeden kişi; itidalden sapmış, kâmilleşememiş kişidir; işbu yüzden Peygamberimiz (s.a.s) ‘’Kuvvetli kimse, (güreşte hasmını yenen) değildir. Hakiki kuvvetli, öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsedir.’’ buyuruyor.
Geçen yazımda kanser hastalığının duygusal nedenlerinden birinin öfke olduğunu söylemiştim; tabii bu, yerinde kullanılmayan yahut bastırılan öfke. Öfke, bastırıldığı yahut dönüştürülmediği için kişiye bir hastalık olarak sinyal veriyor. Aslında mucizevî olarak yaratılan beden iyileşmek için hastalık vasıtasıyla sinyal gönderiyor. ‘’İçimde çözülmemiş bir şey var, ne olur beni farket, ne olur bana ulaş!’’ diye adeta yalvarıyor.
Burada kastettiğim hiç öfkelenmemek değil elbette, kastettiğim öfkenin kökenine inebilmek, öfkenin dozajını dengeleyebilmek. Bizi öfkelendiren, tetikleyen şeyin ne olduğunu farkedip kendimizi biraz daha yakından tanıyabilmek. Değil mi ki ‘’Kendini tanıyan Rabb’ini tanır.’’ Ve insan kendini en çok duygularıyla tanır.
Öfkemiz nefsanî mi yoksa rahmanî mi?
Gerekli mi gereksiz mi?
Bu öfke bize ne anlatmak istiyor?
Bu öfke benim ne işime yarıyor?
Bu öfkeyi tutmalı mı salıvermeli mi?
Bu öfkeye tutunmalı mı yoksa dönüştürmeli mi?
Bir keresinde Ebû’d-Derda (r.a) Peygamber Efendimiz’e: ‘’Bana cennete girmek hususunda bir şey öğret deyince; Efendimiz: ‘’Öfkelenme’’ buyurdu. Demek ki öfkelenmemeye muktedir olabilmek bir cennet bileti. Bunun kolay olduğunu söyleyemem, bende henüz becerebilmiş değilim; lakin buna niyet etmek bile güzel bir adım olabilir. Biz bu dünyaya kemâlat için geldiysek üzerinde çalışacağımız en önemli şey kendimiz değil mi? Ne diyor Esat Muhlis Paşa: ‘’Ne sâl iledir ne mal iledir, beyim ululuk kemâl iledir.’’ Malatyalı Yusuf Baba ise farklı bir zaman ve mekândan devam ediyor: ‘’Ne hâl iledir ağam ne kâl iledir. Ululuk kemâl iledir.’’ Âhi, zamansızlık ülkesinden onların muhabbetine dahil oluyor: ‘’Câhilin fahri câh ü mâl iledir. Ârifin izzeti kemâl iledir.’’
Çok sevdiğim Fatih türbedârı Ahmet Âmiş Efendi ise: ‘’Haddenin bütün deliklerinden geçirmeden, insanı kemâlâta erdirdirmiyorlar.’’ diyerek kemâlatın, insan-ı kâmil olmanın çaba ve emek gerektirdiğine işâret ediyor.
Geçmişe dönüp bakınca nice duygu zayiatı yaptığımı farkedip Yunus Peygamber (as) gibi niyaz ettim Rabb’ime; ‘’Lâ İlâhe illâ ente, inni küntü minezzâlimîn.’’ Senden başka ilâh yoktur, muhakkak ki ben nefsime/kendime zulmedenlerden oldum. Tabiatıma bir lütuf olarak verdiğin kuvveleri saçıp savurdum Yâ Rabb, affeyle.
Kuvvelerin/duyguların/güdülerin merkezinden çıkmasının adıdır hastalık. Bakın şu hasta topluma neden bu halde sizce?
Sakın öfkenin, şehvetin, aklın itidalini yitirmesinden olmasın?
ÂH İTİDAL, SEN GERÇEKTEN ÇOK BÜYÜK BİR SIRMIŞSIN!
Şehvet ve aklın derinliklerine de dilerseniz bir sonraki yazıda inelim.
İnsan denen sonsuz, sınırsız âlemin gizlerine seyahat etmeye devam edeceğiz. S/özümün değdiği herkese sonsuz selâmlar.