Kadının Köye Gelişi
Sibel Bilgin
Ormanda bir kadından bahsediliyordu. Adı: Kadın olan bir kadındı bu. Kadın ne demek bilinmiyordu oysa. Sadece bir kelime idi kadın orman için. Orman ve ormanın varlığı kadın diye birinin ormana bakan bir dağ kulübesinde yaşamaya başladığını biliyordu yalnızca. Uzaktan gözlüyordu onun varlığını. Kadın dağa kaçmış, türüne yabancılaşmış, şehri terk etmiş, dünyanın kıyısında duran dağda boş bir kulübeye yerleşmiş, orman bunu biliyordu. Kadın gelmişti ve onu izliyordu boş zamanlarında elinde çay ve sigarasıyla uzun uzun ormana bakıyordu, orman da ona. Yabancı iki varlığın birbirini sessiz ve sözsüz izlemesi gibiydi ilk bakışta bu. Orman kadın denen canlıyı görmüştü, onun acısını canında hissetmişti. Kadının canı acı çekiyordu. Duyumsuyordu orman; kadın acı kesilmiş, derdini acısını ormana da yansıtmıştı. Onu izlerken içinden geçen duygu ve düşüncelerini orman sessiz ve sözsüz bir şekilde anlamıştı. Kadın kendini izlediğinde izlendiğinin farkında mıydı bilmiyordu orman. Tuhaf bir canlıydı; şehir denen yerde doğmuş bir kadın, kendi türüne yabancılaşmış, şehirden kaçıp ormanı kuş bakışı gören bir dağın eteğindeki kulübeye yerleşmişti. Şehir demek acı demekti. Şehirde insan denen bir canlı vardı. Kötü canlılardı bunlar, ormana zarar veren canlılardı, ormanın kendini onlardan koruması gereken canlılar. İnsanlar ormanlara zarar veren, dünyada başıboş dolaşıp her istediklerini yapan, belirlenmiş hiçbir kurala uymayan, canları ne isterse onu yapan vahşi bir canlı türü idi. Kadın bilinçsizce ormana insanlar hakkında pek çok şey anlatıyordu. İnsanlar onu da yaralamışlardı. Kendi türlerine de zarar veriyor, onlara acı çektirip, eziyet edip, aşağılayıp sömürüyor ve hatta kendi türlerini katledebiliyorlardı. Orman kadının bilincine gelip ne kadar vahşice dedi. Kadın ormanın sesini duymadı ama içinden tekrarladı. Ne kadar vahşice. Şu ormanda eminim böyle bir vahşet yoktur.. Orman kadının sesini duydu. Kendisinin insandan daha iyi bir varlık olduğunu anladı. Kadına hak verdi. Kadını daha çok gözlemledi. Kendi halindeki kadın acı içinde idi, bunu hissediyordu. Acısı öyle derindi ki kelimelere çevrilemiyor dolayısıyla orman kadının neden acı çektiğini anlayamıyordu. Kadın içinden neden bu kadar acı çekiyorum dedi; anlayamıyorum bir türlü, oysa herkes kadar ve hatta herkesten daha az acı görmüştü yaşamında. Sıradan bir yaşam yaşamıştı. Çok büyük travmalar yaşamamıştı ya da herkes kadar yaşamıştı. İçindeki bu acının nedeni neydi? Kendi türüne ve dünyaya bu kadar yabancılaşmasının nedeni neydi acaba? Kendi duygularına ve düşüncelerine de yabancılaşıyordu kadın gittikçe. İşini gücünü bırakmıştı, yürütemiyordu artık. İki kez hastaneye yatmış aklını kaybetmemek için; toplumla uyum içinde öğretmenliğine devam etmek için elinden geleni yapmıştı ama olmamıştı bir türlü. Orman, türüne yabancılaşan kendi türüne bir şey öğretemez ki dedi. Olmuyor dedi kadın kendine; yapamıyorum, insani hasletlerden soyutlanmış hissediyorum, hangi davranışın iyi, hangisinin kötü olduğunu bilemez haldeyim. İnsanlığa yabancılaştım, kendimi insanlığa ait hissedemiyorum. Kendim dediğim şeyin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. İçin ve dışın baskısına daha fazla dayanamayacağım. Şehirden el etek çekip, beni içine çeken kuyudan çıkmalıyım önce. Ben neyim? Benim bu dünyada işim ne? Devlette herkesin yeri doldurulur dedi, öğrencilerine haber etmeden okuldan ayrıldı. Yaşamının merkezinde yer etmiş, en önem verdiği, kendini adadığı mesleğini bir süreliğine bıraktı. Ailesinden ayrıldı, sevdiklerinden, en sevdiklerinden. Kadın ayrıldıkça ayrılıyordu. Artık kendinden de ayrılıyor gibi geliyordu ona. Kendi ruhunu terk ediyordu sanki ve kendini bir yabancı gibi duyumsuyordu her geçen günle birlikte. Zemin ayaklarının altından kayıyor, zihni farklı çalışıyordu. Zihnin normal çalışması ne demekti? Bilmediğini fark etti. Normalde nasıl çalışıyordu ki zihin denen şey, şimdilerde farklı çalışıyor olsundu. Elinde çayı ve sigarası ormana baktı ve onun kadar sessiz ve sakin olmayı diledi. İçinde fırtınalar yaşanıyordu oysa. İçinde bir savaş başlamış, kadın ise bir izleyici olarak kalmıştı. Dış dünyanın zorlukları ile iç dünyanın zorlukları kadını sıkıştırmış sonunda kadın kendinden de kaçmıştı. Sonunda şehri terk edip buraya bu dağ köyüne sığınmıştı. Köy biraz uzakta- fiziksel ihtiyaçları için yeterince yakındı-ormana bakan bir dağ kulübesine yerleşmişti. İç çalkantıları devam ediyordu, muhayyilesi sürekli çalışıyordu. İç sesleri o kadar korkunçtu ki vahşi bir tabiatın içinde kendini kaybetmiş aciz bir varlık olarak duyumsuyordu ; aciz ve zavallı. Cinnetinin doruğa çıktığı zamanlarda kendini uykunun kollarına teslim ediyor.Bu cinnetten çıkışı ancak uykuda bulabiliyordu. Orman anlamıştı. Uyku çok güzel bir şeydi, kadının hoşuna giden hoş bir aktivite idi. Kadın gelene kadar orman uyku nedir bilmezdi. Kadından yeni şeyler öğreniyordu orman. Belki bir gün kadının evine onu ziyarete giderdi ve onunla sohbet edebilirdi. Kadın onu duymuyordu oysa. Sadece acı çekiyordu kadın… Orman bunun nedenini bir türlü anlayamıyordu.
Dağ köylüsünün ona yaptığı eziyetleri hatırladı orman sonra. Evet dedi, ondan dolayı acı çekiyor olmalı idi kadın. Köye ilk geldiğinde köyün zengin ağaları ki burada herkes kendi başına ağaydı. Kadına olmadık eziyetler yapmışlardı. Kadının kılığına kıyafetine, oturuşuna kalkışına, konuşmasına, gülmesine, söylediklerine; her şeyine karışmışlar hiç bir şeyini sevmemişlerdi kadının, onu köylerine yakıştıramamışlardı. Kadının kibarlığını acizliğine yormuşlardı. Burada aciz kimseler ancak kibarlık yaparlardı; diğerleri nobranca her şeyi herkese söyler, öyle çıtkırıldım konuşmalar olmazdı. Kadının nezaketi onları deli etmişti, sinirlerini bozmuştu, iğrendirmişti. Ayrıca bu köydeki ilk kadın olduğundan ki kadınlar şehirde otururdu, bu ağaların da bir ayağı şehirde idi. Şehirli kadını iyi bilirlerdi. Şehirde kadını insan yerine koymak icap ederdi. Kural buydu, hukuk bunu emrederdi. Lakin köylerine dönüp yalnız kaldıklarında kadınları tuhaf ve anlaşılamaz akılsız mahluklar olarak tasvir ederlerdi. Orman kendine söylenen bu sözleri kadına sormuştu. Senin için böyle böyle söylüyorlar; sen akılsız, aptal, iyi ile kötüyü ayırt edemeyen vs. bir varlıkmışsın diye kadına aktardığında kadın ağlıyor, içli içli gözyaşları döküyor, Allah denen birinden yardım istiyordu. “Allah’ım bana yardım et.” “Aklımı fikrimi koru. Lütfen Allahım, lütfen.” Orman arada soruyordu kadına. Senin Allah’ın sana neden yardım etmiyor..? Kadın cevap vermek yerine daha çok ağlıyordu. Orman şaşırıyordu. Sonunda kadının mızmız biri olduğunu düşünmüştü. Orman anlamak istiyordu oysa. Erkeği tanıyordu orman çünkü buradaki ağalarla uzun zamandır birlikte yaşıyordu. İyi ya da kötü hepsiyle bir ilişkisi vardı ormanın. Erkek denen canlı ormanın kurallarını ve yasalarını iyi bilir ve ona göre yaşardı. Kadın ise tuhaftı. Yasalara sık sık karşı geldiği oluyordu. Bir kurt ağaların kuzularından birine saldırdığında üzülüyordu kuzu için. Oysa bu doğanın yasalarından biri idi. Kurdun açlıktan ölmesine razı gelmek ne büyük bir kötülüktü. Ağalara hak veriyordu o zamanlar; bu yasaydı, değiştirilemez bir yasa. Kurt kuzuyu yer, buna üzülmek kadar saçma bir şey olamazdı. Tabiat belli yasalarla hareket etmezse dünyanın düzeni bozulurdu. Kadının aklı yoktu demek ki. Meczup olduğu için şehirden sürülmüştür muhtemelen diyordu bazı ağalar. Kadını hakir görüp, onunla eğlendikleri bol olurdu karşılaştıkları zamanlarda. Kadın onlara karşı nezaketini hiç bozmaz, onların hakaret ve aşağılamalarına üzülürdü sadece. Acı çekerdi ama hiçbir şey de elinden gelmezdi. Öyle zamanlarda “Allah’ım aklıma mukayyet ol.” derdi. Kadının aklı yoktu ki Allah’ı nasıl mukayyet olsundu. Yasalardan kurallardan bi haber tuhaf bir dünyası vardı kadının. Orman bu ağalarla nazik bir şekilde konuşmanın onları yola getirmeyeceğini fısıldadı kadına. Kadın içinde öyle bir öfke hissetti ki köyün bütün ağalarını yerle bir etti siniri, öfkesi. Ağalar kadının içindeki canavarı görünce anladılar ki bu kadında değişik bir şeyler var, tekinsiz bir şey. Sonunda kurdunun üstüne kuzu postu giyinmiş olduğuna hükmedip ondan uzaklaştılar ve artık onu rahat bırakmaya karar verdiler. Oysa kadın öyle vakitlerde sabaha kadar ağlayıp yaptığına pişmanlığını dile getirmiş “Allahım neler oluyor bana, lütfen beni insanlıktan çıkarma.” diye dua etmişti. Yine acılar içinde kıvranmış, bu öfkesinden de rahatsızlık duymuştu. Orman kadına hayret etmişti o vakit. Tuhaf bir canlı hakkaten kadın demişti. Onunla köylü ağalar hakkında konuşmaktan vazgeçmişti. Kadının kendileri gibi olmadığına; “Allah Allah” diyerek aklını yitirmiş bir meczup olduğuna hükmeden erkekler kadına saygıda kusur etmemeye, kadını istediği gibi yalnız bırakmaya, fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak için köye geldiğinde onunla ufak tefek sohbete bile başlamışlardı. Artık ona karşı hadlerini aşmıyorlardı nedense. Erkekler aciz olanları sevmiyor galiba dedi orman kendi kendine, güçlü ve vahşi olana karşı bir saygı hissediyorlar. Kadın rahatlamıştı ondan sonra. İçindeki vahşi duyguları hissetmemeye; insanlıktan çıkmadığı için sevinmeye bile başlamıştı. Bu sefer de “Allah’ım sana şükürler olsun.” deyip duruyordu. Tam olarak şöyle diyordu: “Beni bu günlere getiren Rabbime hamd olsun.’’ Orman bunlar ne demek bilmiyordu. Kadına defalarca söylemişti oysa senin Rabbin hiç konuşmuyor, senin dualarına hiç cevap vermiyor demişti. Kadın her zamanki gibi ağlamaya başlamıştı. Böyle zamanlarda kadının üstüne gitmemek gerekiyordu. Aradan aylar geçti. Ormanın sisi artık kadının kulübesinin üstüne çökmeye başlamıştı. Orman artık kadının bilincini daha sık ve benliğini daha sakin kavramaya başlamıştı. Kadın ise artık kendinden geçmiş kendini üçüncü tekil şahış olarak kavrıyordu. Duygu ve düşüncelerini bir başkasının duygu ve düşünceleriymişçesine sükunet içinde karşılıyordu. İşte o günlerde orman kadına aylardır sorduğu soruyu yine sordu? Kadın senin adın ne? Kadın bu sefer ormanın sesini işitmiş ve ona cevap vermişti. Benim adım CANAN…!