EdebiyatKasım '22Kevser Sabâ Alkayaabstract painting of nature

Derman Aradım Derdime, Derdim Bana Derman İmiş

Kevser Sabâ Alkaya

İnsan doğuştan mı yaralı yoksa sonradan mı yaralanır?


Beden zarfının içinde mazruf olan rûhuyla doğan insan tam olarak gönderilir dünya âlemine, tamdır ama nâkıstır insan. Rûhlar âlemindeki bilgi unutturulmuş, o bilginin peşinden gitmek için bir boşluk konulmuştur insanın yüreğine, içindekini bir ömür aramakla geçirir insan vaktini; tıpkı evinin önündeki elması aramak için evini terkeden adamın hikâyesinde olduğu gibi.


Rûh kendi vatanına ulaşmak için arada sinyal gönderir insana, buna da ‘’dert’’ denir. İçindeki boşluğu dünya zevkleri ile doldurmaya çalışanın, anlık hazların dışında, mesut olduğu görülmemiştir.


İnsan tamdır, ne demek tam olmak? Aklıyla, âzâlarıyla, bedeniyle, içine dercedilen fıtratıyla tamdır; tüm bu tamlığıyla beraber iki âlemin berzahı olan kalp verilmiştir insana. Kalbin, kan pompalamak dışında, daha fazla anlam taşıdığı bugün bilimsel olarak da ispatlanmıştır. Kuantum fiziğinde kalbin dışarıya yansıttığı enerjinin beynin enerjisinden daha fazla olduğu bugün çoğu insan tarafından biliniyor. Bilim bunu yeni keşfetmiş olsa da, kuantum fiziğinden asırlar önce, kalbin bu gücü Peygamberimiz (s.as) tarafından bize bildirilmişti. ‘’Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir.’’ Bazı âlimler islamın özünü bildiren beş hadis-i şeriften birinin bu olduğunu söylerler. Et parçası olan kalbin de vücut için ne kadar ehemmiyetli olduğunu; hatta kalbin, vücudun merkezinde olup, zahiren de hayati önemi mündemiç olduğunu çoğumuz biliyor. Bu konunun tıbbi yönünü uzmanlara bırakarak biz kendi zaviyemizden ele alalım. Kalp neden bu kadar mühim? Niyetin mahalli kalptir ve nebevî beyanda ‘ameller niyetlere göredir.’ buyurulur. Niyetin halis ise yaptığın iş anlam kazanır. İşe değil, niyete bakılır; yani kalp, zahiren olduğu gibi batınen de insanın merkezidir. Tasavvufta kalp hastalıklarından bahsedilir; bu hastalıklar; kibir, gurur, haset, kıskançlık, riya gibi manevi hastalıklardır ve bu hastalıkların tedavi edilmesi gerekir.


Tüm bu hastalıklardan arınan kalbe de kalb-i selim der yüce kitabımız ve o mahşer gününde ne malın ne evladın fayda vereceğini sadece kalb-i selim ile gelenin fayda göreceğine işaret buyrulur.


Bize ‘’dert’’ gibi görünen bir çok şeyin kalbin tekâmül öğretmeni olduğunu farkedemeyiz, evet canımız yanar, şiddetli bir acı çekeriz, anlamsızlık çukurunda debelenip dururuz bir müddet, nice sonra farkederiz gelenin bir şey öğretmek istediğini.


Peki nedir kalbin sırrı?


Kalp lâmekandır; yani mekansız, sınırsız, zamansız…
Sonsuzluğa değer, sonsuzluğa uzar gider…


Hani şâir: ‘’Kalbim benim göğsümde sakladığım bebektir, dilini bilmez miyim istediği ebeddir.’’ der ya…
Sonsuzdan gelen, sonsuza değenin gıdası ise sonsuzla irtibattır. O’nun dışında verilen tüm gıdalar ise beyhude bir çabadır.


Her âzânın bir duygusu, her âzânın bir gıdası var, kalbin gıdası zikir, duygusu ise sevgidir.


Kalbin gıdasının zikir olduğunu, kalbi yaratan, haber veriyor yüce kitabında. Âlâ diye başlıyor âyet-i kerime. Âlâ, âgâh olunuz,uyanık olunuz, dikkat kesiliniz, çok mühim bir şey söyleyeceğim size, kalpler sadece Allah’ı zikretmekle mutmain olur. Mutmain de kalbe değen sırlı bir kelime, değil mi ki kelimeler de bir ümmet, canlı ve diri… âgâh olan bilir bu dili…


Nedir mutmain? Yani doyar, sükuna erer, tatmin olur, huzura erer…


Tıpkı ağlayan bir bebeğin annesinin memesine yapışınca susup sakinleştiği gibi.


Derman arardım derdime derdim bana derman imişi bir de bu zaviyeden fikredelim. Sakın bizim dert olarak telakki ettiğimiz şey, heybesinde derman getiren bir üstad olmasın?
Sakın bizim dert dediğimiz şey, bize ihmal ettiğimiz kalbimizle irtibatı hatırlatan bir elçi olmasın?

Dert nasıl derman olur ki insana?


Dert, bakış açını değiştirip farklı bir yerden bakınca derman olur insana. Hikmet demiş buna erenler…


Peki ya nasıl?


Al derdini karşına, güzelce oturt, konuş onunla, ‘’Gel dert kardeş, seninle bir hasbihal edelim hele, senin derdin nedir benimle, sen bana ne söylemek istersin?’’


Artık o ‘’dert’’ her neyse senin içinden dışarı çıkmış oldu bir kere, bu şifânın birinci adımı.


Gelen sana bir şey öğretmek için gelir, ders biterse dert biter.
Geçen yazımda Estes’in: ‘’Derin bir yaranız mı var, o bir kapıdır.’’ sözünü burada yeniden hatırlamanın faydası var. Niyâzî Mısrî Hazretleri: ‘’Derdim bana dermanmış.’’ der, Estes: ‘’Yaram kapıdır.’’


Ömer Lütfi Mete: ‘’Yaram yârimdir, yârim yaramdır.’’der, İmâm-ı Rabbanî Hazretleri: ‘’Tat acıda, huzur huzursuzlukta, merhem yarada, itmi’nan itmi’nansızlıkta…’’Farklı ağızlardan terennüm edilmiş olsa da tüm bu sözler aynı hakikate işaret eder. Dert/Yara/Acı/Keder/Hastalık… adına ne derseniz deyin bize, bize dair bir şeyler öğretmek ister.


Ehlullahtan birinin yanına bir kanser hastası getirilir, dua istenir. Neyi var diye sorar mübarek zat, kanser demekten imtina ederek kötü hastalık derler. Bu mübarek zat: ‘’Öyle demeyin.’’ der. Yıllar önce bunu duyduğumda çok müteessir olmuş, fakat ne demek istediğini tam olarak idrâk edememiştim. Bugün okumalarım, araştırmalarım sonucunda bir nebze de olsa idrâk ettim sanırım ne demek istediğini. Yazar ve hipnoterapist Dolores Cannon, bir konuşmasında kanserin nedenlerinden birinin öfkeye tutunmak olduğunu söylüyor, kendine gelen bir kanser hastasının kanserin tüm vücudunu sardığını görünce ona: ‘’Seni sinirlendiren bir şey var mı?’’ diye soruyor. Adam eski karısına çok öfkeli olduğunu, çocuklarını ona göstermediğini söylüyor. Dolores: ‘’onu sal, affet.’’ deyince, adam: ‘’yapamam eğer affedersem o kazanacak.’’ diyor. Dolores kendin için affet diyor. Kendin için affet ve seni sarmalayan bu duygudan özgürleş. Sen bırakmadıkça o bırakmayacak seni. Antonio R. Damasio: ‘’Duygular, bir lüks değildir; varoluş mücadelesi sırasında uzatılan bir yardım elidir.’’ derken bu gerçeğe işâret eder. Bir hikmete mebni olarak verilen duyguların asıl mecrasından çıkmasının adıdır hastalık/dert dediğimiz şey; yani yerinde ve kararında kullanılmayan her duygu kişiye biyolojik ve psikolojik hastalık/zehir/dert olarak döner; işte o mübarek zat kansere kötü hastalık demeyin derken minvechin bunu anlatmak istiyordu belki de.


Gelen bir misafir, misafir ise hoş karşılanır, sûfiler öyle yaparmış; zira bilirlermiş bir hikmete mebni olarak ziyarete geldiğini.


Gelen derde: ‘Hoş geldin’ demeyi dünyevî bir nazarla idrâk etmek zor olsa da biz yine de çalalım hikmet kapısının tokmağını edeple; belki bir nazar eder bize.
Bugün psikosomatik bilimi, bize hastalıkların duygusal nedenleri olduğunu söyler ve bu duygu, normaline döndürülürse hastalık kişiyi terkeder. ‘’Âh itidal, sen büyük sırsın!’’ diyen Necip Fâzıl acaba bu sırdan mı bahseder? Zira beden bir bütün; bedenin, her bir hücresi, bölgesi, âzâsı birbiriyle etkileşim içinde; bu itidalli bütünlüğe esasen tevhid denir; işte hastalık dediğimiz şey de bir anlamda bütünden kopuşun adıdır; doğasından/fıtratından kopan hastalanır.
Uzakdoğu ülkerinde araştırmalar yapan psikanalist Carl Gustav Jung’un, hastalığı doğanın iyileştirme çabası olarak yorması da boşuna değil, Doğu felsefesinden etkilenen Jung’un hastalığa yaklaşımını Niyâzî Mısrî’nin sözü ile birlikte ele aldığımızda daha derinlere doğru yol katedebiliriz. Sevgili Nihan Kaya’nın bu minvaldeki tespiti çok hoşuma gider. Şöyle diyor Nihan Kaya: ‘Jung psikolojik rahatsızlıklar için ‘’Biz onları iyileştirmiyoruz, onlar bizi iyileştiriyor.’’ der. En sevdiğim psikoloji düşünürlerinden Wolfgang Giegerich de’’Hastalık dediğimiz şey, rûhun kendisini iyileştirme çabasıdır. Bir iyileştirmenin kendisi nasıl iyileştirebilir?’’ diyor.


O halde, bugün acılar içinde kıvranan insanların acılarını sadece ilaçlarla dindirmek şifâ demek değil. İnsanı bir bütün olarak ele almadan yapılan bütün müdaheleler eksik ve yetersiz kalır.


Eskiden doktorun adının hekim olması da işbu yüzden. ‘’HKM’’ kök harflerinden gelen hekimin kök anlamı hikmetten gelir; yani hikmetle nazar eden. Hekim, hikmetle nazar eder gelene, onun ağrıyan yanına, basiret ve ferasetle öyle bir nazar eder ki hastanın hiç aklına gelmeyen bir yerde bulur çözümü. İsterseniz bunu Mevlânâ Hazretlerinin Mesnevi’sinde anlattığı hikâye ile daha güzel pekiştirelim.
‘’Akıllı birisi atına binmiş gidiyordu. Yol kenarında uyumakta olan birinin ağzına yılan kaçmak üzereydi. Atlı, yılanı ürkütüp kaçırmak ve adamı kurtarmak için atını koşturdu ama yetişemedi.


Tutup o adama kırbacıyla birkaç kere vurdu. Uyanan adam, darbelerin acısıyla bir ağacın altına kadar kaçtı. Oraya bir hayli çürük elma düşmüştü.
Atlı

  • Bunları ye! Diye emretti.
  • Beyim, dedi adam, ben sana ne yaptım? Eğer bana hakikaten bir kastın varsa, vur kılıcı öldür. Sana çattığım saat ne uğursuzmuş. Ne mutlu senin yüzünü görmeyene. Dinsizler bile kimseye sebepsiz böyle yapmazlar. Bir yandan da lanetler okuyor, beddua ediyordu.
  • Ya Rabb’i, cezasını sen ver, diyordu.
    Atlı adamı epeyce bir zaman koşturdu. Nihayet adamın safrası kabardı, yediklerini kusmaya başladı. Bu arada yılan da çıktı. Adam yılanı görünce atlının ayağına kapandı. Ne mübarek saatmiş ki seni gördüm. Sen beni analar gibi ararken ben eşşekler gibi kaçıyordum. Durumu biraz olsun bilseydim sana bu kadar kötü sözler söyler miydim? Sükut ederek, kızgın göründün, hiçbir şey söylemeksizin kafama vurmaya başladın, bağışla!
  • Eğer ben biraz olsun sana hâli anlatsaydım ödün patlardı. Içindeki yılanı bilseydin ne elma yiyebilir, ne koşabilir, ne de kusabilirdin. Sen bana söverken ben gizlice: ‘’ Yâ Rabb’i, işimi kolaylaştır!’’ diye dua ediyordum.
    İşte bu akıllının düşmanlığıdır. Akıllının düşmanlığı, ahmağın dostluğundan yeğdir denilmiştir. Peygamberler, halka içlerindeki yılanı göstermeye çalışır. İnsanlar ise onlara kötü sözler söylerler, hâli anlamazlar.’’

Mesnevi’de geçen bu hikâyeyi birçok yönden mütalaa etmem mümkün elbette. Malumâliniz Hz. Rûmî hayat ve hadisatı semboller üzerinden anlatır. Bu hikâyede uyuyan(gafil) adamın içine kaçan nefs-i emmare; yani kötülüğü şiddetle emreden nefis. Adamın uykuda olması da semboliktir, alt bilinç seviyesinde olan kişi bir bakıma uyku halindedir. Nitekim Hz. Ali Efendimiz: ‘’İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.’’ derken bir anlamda bunu kastetmiştir. Âzâları, görüp, duyup, işitse de, perdelidir, uyanmaya ihtiyacı vardır. Onun uyuduğunu ise ancak âgâh (uyanık) olanlar bilir.


Gelen atlı ise en üst bilinç seviyesinde olan enbiya ve evliyayı temsil eder. Onun içindeki yılanın (nefsinin) sinsice onu zehirleyeceğini bilir/görür.


Mürşid-i kâmil kişinin perdesini yavaş yavaş kaldırır diye okumuştum bir yerde. Kendi hakikatini tüm çıplaklığıyla görmeye kişinin takatı yetmez zira.


Utandırmadan, mahçup etmeden, şefkat ve sevgiyle…
Seni çok iyi bilip künhüne vâkıf olduğu halde, usulca gösterir seni sana…


Daha iyi sen ol diye…
Gerçek merhamet budur işte…
Cemâl ve celâl dengesiyle değmek tâlibe…
Korkutmadan, ür

kütmeden, yargılamadan, dövmeden, sövmeden…
İçine nefs sızmamış kelâmının rûhtan damıtılıp kulağınıza değdiğini hissedersiniz, kulağa değen o kelâm gönle değer; tıpkı bir yağmur tanesinin çiçeğe bıraktığı şebnem gibi…
Kâmilleştirir sizi, size bile hissettirmeden; ben yaptım demeden, nefsine pâye biçmeden…


Sen dahi, senin karanlığına tahammül edemezken, karanlığınla sever seni…


Zira Vedûd sırrından pâye almıştır O, şart koymaz seni sevmeye…


Celâlinde bile merhamet tadı alırsınız, öfkesi bile sarıp sarmalar sizi.


Geçenlerde Twitter’da ormana konmuş büyük bir aynada kendini görüp, korku ve şaşkınlıkla geriye çekilen bir ayının videosuna tevafuk ettim. Ayı kocaman aynanın karşısına geliyor, kendini görüyor ürkerek sıçrıyor, bir müddet sonra aynadaki yansımasıyla kavga etmeye başlıyor. Bu sahne, her birimizin kendi hakikatimizi görünce uğrayacağımız hayret, dehşet duygusunu hatırlattı bana. Zahirimizi değil elbette, en derinimizde saklı olan hakikatimizi, karanlık yönlerimizi, zaaflarımızı, Jung’un tabiriyle gölge yanlarımızı. Yusuf (a.s) ‘’Ve mâ uberriu nefsî’’ derken bunu mu kastediyordu acaba? Peygamberler insan nefsinin tüm hallerine vâkıf oldukları için Allahüâlem buna işaret ediyordu. ‘’Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü o, kötülüğü şiddetle emredendir.’’
Mesnevî’de geçen akıllı atlı, uyuyan kişinin içine kaçan yılandan, onu korumak için, kırbaçladı, adam ne olduğunu bilemedi, beddualar etmeye başladı; zira kendi halinde uyuyan, masum bir adamcağızdı.


Zahirde uyuyan mazlum, kırbaçlayan zalim gibi değil mi? Lâkin zâhir başka, hakikat başka.


Adam uyandı, atlı onun peşinden onu koşturdu, adam hâlâ ne olduğunu anlayamamanın şaşkınlığı ile yarı uyanık koşuyordu. Adam henüz tehlikeyi atlatmış değildi. Emretti atlı: ‘’Ye bakayım, şu çürük elmaları!’’ adam istemese de zorla yedi, tâ ki kusuncaya kadar. Ve kusunca içinden simsiyah yılan çıkıp uzaklaştı.


Geçen yazımızda İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin: ‘’Tat acıda, huzur huzursuzlukta.’’ sözünü yazmıştım. Uyuyan adamın istemeye istemeye yediği o acı elmalar, hakikatte adama tat oldu, akıllı atlının kırbaçlarının sonu ise rahmet; yani dert derman oldu.


DERMAN ARARDIM DERDİME, DERDİM BANA DERMAN İMİŞ diyen Niyâzî Mısrî Hz. acaba bunu mu kastetti?


Hayır! Bu, dert sevicilik, ya da günümüz tabiriyle mazoşizm değil; bu dertten, acıdan beslenmek de değil; bu mevcut hâli duru bir nazarla, sıhhatli bir şekilde tefekkür etmek demek.
Yazının başında psikosomatik biliminden bahsetmiştim; yani hastalıkların duygusal nedenleri. Mübarek zatın kansere: ‘’kötü hastalık’’ demeyin sözünün hikmetini; işte bugün psikosomatik ilmi irdeliyor. Kanserin duygusal nedenlerinden birinin bastırılmış öfke olduğunu söylemiştik. Bugün psikanalitik, psikosomatik bilimi çözülmemiş travma/yaranın insanda farklı hastalıklara sebebiyet verdiğini söylüyor.


Bundan asırlar önce sûfilerin de benzer açıklamalar yapmış olması hayli manidar. Mesela İmâm-ı Rabbanî Hazretleri Mektûbat eserinde, insanın hastalığının nedenini insana verilen öfke, şehvet ve gadap duygularını itidalli kullanamaması olarak açıklıyor. Bu konuyu inşallah diğer yazılarımda başlı başına ele alacağım, şimdi konumuza dönelim.


‘’DERMAN ARARDIM DERDİME, DERDİM BANA DERMAN İMİŞ.’’ diyen Mısrî, asırlar öncesinden bir hakikat fısıldamış bize; rûhtan gelen bu fısıltı asırları aşarak değmiş bizim rûhumuza; zira rûh sonsuz olduğu gibi rûhtan sâdır olan kelâm da sonsuz…


Sonsuzdan gelen sonsuza değmiş…
Sonsuzdan gelen sonsuza gitmiş.


Derman mı arıyorsun kendine, önce derdine iyi bak, dinle. O dert sana dair bir şey mi anlatmak istiyor sana? Tutunma ona, besleme, ondan beslenme dersi al ve bırak. Gün gelecek o ‘’dert’’ dediğin senin rehberin olacak.


Yaranın izini takip ederek insan denen âlemin dehlizlerinde seyahat etmeye devam edeceğiz.


Sözümün değdiği herkese selâmlar.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment