Aralık '22EdebiyatSibel Bilginorange and yellow neon lights

Canan Benim adım Canan sen kimsin?


Bunu duyan orman şaşırmıştı şaşırmasına da hemen toparlamıştı kendini. Beni duymuyorsun sanıyordum! Canan: İçimde sürekli farklı sesler oluyor; erkek sesleri ve çocuk sesleri, bu seslerin hangisinin kime ait olduğunu bilemiyorum. Onun için aylardır gözlemliyorum bu sesleri. Sesle birlikte farklı duygu ve düşünceler de sarıyor beni. Kimi zaman duygusuz bir zalim gibi, kimi zaman insan gibi, kimi zaman saf bir akıl gibi, kimi zaman bir meczup gibi hissediyorum kendimi demişti. Sonunda ormanın sesine ses gelmişti. Artık kadın ormanda; orman ise kadında varlığa gelebilir. Birlik halinde hissedebilirlerdi kendilerini. Sesi duyunca orman sakinledi. Çok güzel bir sesi vardı kadının, çok güzel bir iç sesi vardı. Onu erkeklerden ayıran tarafı da buydu. Hangi halde olursa olsun, kadının iç sesi daima zarifti, kabalıktan zerre kadar bir iz taşımıyordu. Orman Canan’daki bu güzelliğe vurulmuştu. Onu tanımak ve anlamak için inanılmaz bir istek duyuyordu kadının bilincine geldiğinde..ve kadının bilincinde her varoluşunda arındığını; güzelleştiğini, kabalık ve çirkinliklerinden kurtulduğunu hissediyordu. Sonunda olmuştu; sesine ses vermişti kadın, orman dinginleşti, kadını kendi haline bırakıp izlediği zamanlardaki güzelliğine vurulmuştu. Erkeklerde olmayan bir güzellik vardı Canan’da, farklı ve ormanı kendine çeken bir şey. Her vahşi hayvanı evcilleştirebilecek bir yetenek vardı onda. Canan’ın dinginleşmesi ve bitkinliğini atması için ona biraz zaman vermesinin gerektiğini düşünmüştü. Böylece Canan’ın iç dünyası dinginleşmiş ve kendini üçüncü tekil şahıs olarak algılamanın rahatlığına erişmişti. Bu büyük bir şeydi onun için. Buraya yerleştiğinden beridir iyiye gidiyordu. Zihninde duyduğu erkek sesleri yerini çocuk seslerine bırakmıştı. Zihninin içi bomboş oluyordu çoğu zaman. Halini keyfini beğeniyor, insanlığını ve aklını kaybetmemek için direndiği aylarda olanları hatırladıkça zaman zaman gözleri buğulanıyordu. İçindeki savaş son bulmuştu. Bir ara kendini bırakıp vahşi biri olarak yaşamaya devam edeceğinden çok korkmuştu, bir meczup olmaktan da. Şimdilerde meczup ve vahşi kelimeleri sevimli kelimelere dönüşmüş olsa da ne kadar büyük zorluklar yaşadığını unutamıyor. Tekrar o günlere döner miyim diye içine bir korku da düşmüyor değildi..


Neyse dedi Canan. Anın tadını çıkarmak gerek. İçi dinginleştiği her vakit yaptığını yaptı. Çay demledi, kulübeyi temizledi ve çayını sigarasını alıp kulübenin önündeki masada ufka daldı. Gözleri ormana geldi ve bakışlarına bir neşe yerleşti. Bir müddet sonra bir çocuk sesi duydu.


–Merhaba Canan ablaaa! Ne yapıyorsun?


Canan cevap verdi:
–İyiyim teşekkür ederim, çay içip ormanı izliyorum. Sen ne yapıyorsun?


Çocuk:
–Seni özledim yanına geldim, dedi.
Her zaman sorduğu gibi ona sordu vereceği cevabı çok iyi bildiği halde. “Sen kimsin bakalım ufaklık?”dedi.


–“Ben kim olduğumu bilmiyorum Canan abla” dedi.
Aylarca ve belki de yıllarca bu soruya muhatap olup adının Canan olduğunu haykırmıştı. Artık soru sorma sırası ona gelmişti. Sen kimsin?


Eskiden olsa Canan’ın çevresindeki kişilerin adını söyler veya muhayyilesinden bir isim uydurur, sonra o role bürünür ve saçma sapan cevaplar alırdı muhatabından. Artık çocuklar ben bilmiyorum diye cevap vermeyi öğrenmişlerdi. Çocuk seslerini ilk ne zaman duyduğunu hatırlamaya çalıştı. Yıllar olmuştu, en az 5 yıldır varlardı. Çocuklar kızdığı zaman sesleri erkek sesine dönüşürdü. Kızdıklarında olmadık laflar edip küfrederlerdi. Kendi muhayyilesinin oyunları olduğunu bilirdi Canan. Onların söylediklerine aldırmamayı öğreneli yıllar oluyordu ama sesler hiçbir zaman kesilmiyordu. Çocuklar geldiğinde bazen birkaç çocuk bir arada gelirdi. İçine bir hoşluk düşerdi o zamanlarda. Onu Canan abla olarak kabullenmiş görünüyorlardı. Şimdilerde farklı çocuklar farklı cevaplar veriyorlardı. Kimisi kim olduğunu bilmiyordu, kimisi ben tabiatın çocuğuyum Canan abla; sen de benim manevi annemsin diyordu. Kimisi ise ben Canan’ım diyordu. Canan böyle durumlarda zihninde duyumsadığı bu çocukların sözlerinin haline göre değiştiğini varsayıyordu. Benliğinin farklı hallerinin muhayyilesinden yansımaları olduğunu; haline göre kelimeler seçildiğini düşünüyordu. Çocuklar şirindi, onların sesini duymak insana huzur ve neşe veriyordu. Onunla birlikte öğreniyorlardı sanki. Kendilerini onunla birlikte yeniden var ediyorlardı. Canan’ın haline göre her anda yeniden şekillenen ve muhayyilesinden ona yansıyan yansımalara dönüşmüşlerdi sadece. Eskiden yani kendini üçüncü tekil şahıs olarak kavramadan önce durumlar çok kötüydü. Çocuklar Canan abla çok acı çekiyorum diye gelirlerdi. Tüm duyguyu Canan’a boca ederlerdi veya inanılmaz öfkeli hissederdi kendini. O zamanlar sesler de değişir erkek sesine dönerdi. Gittiği psikiyatrist seslere takılma demişti. Hatta onlara cevap verme, gelip geçmesini bekle. Bu kadar tatlı ve şirin çocuklarda bunu yapmak pek kolay olmuyordu doğrusu.


Bazen kitap okurken gelirler ve ne okuyorsun Canan abla, birlikte okuyalım mı? derler ve onunla birlikte okumaya ve düşünmeye başlarlardı. Çocukça sorular peşi sıra gelirdi sonrasında. Birlikte film izledikleri olur, bazen çocuklar ona bir şeyler anlatmaya çabalarlar lakin anlattıklarını Canan’ın aklı bir türlü almazdı. Tabiatın çocukları özgür ruhluydu, kibarlardı. Pek çok şeyi Canan ablalarından öğrenmişlerdi. Sürekli bir dönüşüm içinde Canan’ın benliği, muhayyilesi, düşünme biçimi, inançlara karşı tutumu değişiyor, bu da çocukları etkiliyor. Etkilenen çocuklar düşünce ve duygularıyla Canan’ın benliğini yeniden biçimlendirmeye devam ediyorlardı. Bazen gelip Canan’ın düşüncelerini okurlardı. Zihnini ve anılarını takip ederler, kendi kendilerine sorular sorup cevaplarını alıp giderlerdi. Canan o anlarda sade bir izleyici idi. Kımıldamadan duran bir şahit! Her çocuk farklı inançlara sahip olabilirdi. İnanç nedir Canan’dan öğrenmişlerdi. Canan hatırlıyordu o günleri, o sözleri.


Allah diye bir şey yok. Burada yalnızca ben varım. Senin Allah’ına ve peygamberine inanmıyorum. Seni sevmiyorum, belki yarın severim. Senin Allah’ın sana hiç yardım etmiyor. Her şeyi de Allah’tan istiyorsun. Allah ne demek? Sen Tanrı mısın? Sen kimsin?..vs..vs.. Sürekli zihninde yankı bulan ve baskın bir duyguyla sorulan sorular ve sonunda ben bilmiyorum diyen Canan. Canan çocukları, çocuklar Canan’ı yonta yonta bu zamana kadar gelmişlerdi. Çocukları taşımak artık Canan’a zor gelmiyordu. Nerede nasıl davranacaklarını öğrenmişler, belli kuralları benimsemişler ve Canan’ın ahlakıyla hareket etmeye başlamışlardı. Canan’ın Allah’ına inanıyorlardı. İnsanın tanrı olmadığını öğrenmişlerdi. Kendilerini de çoğu zaman sıradan insan olarak tanımlarlardı. Ancak Canan’ın benliğinde henüz fark etmediği çocuklar ben bilmiyorum kim olduğumu diye cevap verirdi. Bu inanç daha çok psikolojik bir inançtı, Allah’ın varlığı konusundaki bir inançtan ziyade. Allah’ın bizde sevgiyi yarattığına inanıyorum. Allah’ın insan olmadığına inanıyorum. Senin Allah’ını seviyorum gibi sesler duyardı. Eskiden çokça sorular sorarlar, cevabını Canan’dan okurlardı. Artık sorular anlamını yitirmiş ve çocuklar biz insan çocuğuyuz demeye bile başlamışlardı. Sürece baktığında önce kendilerini tabiatın çocukları olarak tanımlamışlar, arada gelip ben cin miyim Canan abla diye soranları olmuştu. Değiliz biz cin min, biz insan çocuğuyuz diye cevap verirdi ötekiler. Böyle böyle birbirlerine akran öğrenmesi yaparak hızlı bir biçimde yeni gelenin Canan’la uyumunu sağlarlardı. Burası Muhayyile idi. Çok farklı bir dünya olduğunu, akıl için geçerli kural ve kaidelerin burada yerinin olmadığını Canan gayet iyi bilirdi. Akl-ı muhayyilesinde oluşan durumlara karşı yorum yapmayı ve oradan bir sır devşirmeyi bırakmıştı sonunda. Muhayyileyi kendi gerçekliği içinde ortaya çıktığı şekliyle kabul etmek ve olandan bir varsayım çıkarmamak gerekiyordu. Çünkü bu muhayyilenin sürekli çalışmasına, hiç durmamacasına kendini yeniden kurgulamasına neden oluyordu. Artık muhayyilesinin kendinden bağımsız hareket etmesine alışmıştı. Buna izin vardı lakin sadece uygun zamanlarda Canan’ın işi olduğunda bu yapılamazdı. Birlikte kitap okunabilir, işyapılabilir, yazı yazılabilir, konuşulabilir ama uygun zamanlarda uygun ölçülerde yapılabilirdi bu, insani ölçülerde. Canan artık kendinde dengeyi sağladığını düşünüyordu. Bakalım yaşam ona daha neler gösterecekti. Belki de yaşamının altı üstünden daha iyi olurdu, kim bilebilir dedi. Ölü toprağını üzerinden atıp yaşamla barışık bir hayat sürmeye çalışabilirdi; o ve çocukları. Çocuklarının baba sevdasının bitmiş olması ne kadar da rahatlatıcı idi. Kendilerine bir baba aramayı bırakmışlar, artık bizim babaya ihtiyacımız yok demişlerdi. Çünkü onlar Canan’ın canı olan ve Canan olan çocuklardı. Artık dedi Canan köyden şehre inmenin zamanı geldi. Tekrar okula başlamanın ve öğrencilerine kavuşmanın zamanı. Onları özlemişti, öğretmenlik yapmayı özlemişti. Kulübeyi kilitleyip pılını pırtısını toplayıp şehre ve şehirdeki hayatına farklı bir tabiatla yeniden dönmeye karar vermişti. Bahçesine ateş düşmüştü düşmesine de sonunda içinde kocaman bir orman yeşermişti. Canan Hamd olsun dedi ve kendisini bekleyen geleceğe doğru yola koyuldu..

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment