Kafasındaki bigudilerin yarısını çözmüş, yarısını unutmuş olan kadın çocuk parkının kapısında görünmüştü. Elindeki cep telefonuna doğru kafasını iyice eğdiğinden olsa gerek, kadının yüzünü gözünü seçebilmek imkansızdı. Diğer eliyle pazar arabasını sürüklüyordu. Pazar arabası deyip geçmemek gerek; bu şeyin tekerlekleri kadının hem arkasında bıraktığı 39 numaralık ayak izlerini, hem de onun şişmanca gölgesini ezerek geliyordu :
“Önüne baksana yenge! Az daha ağaca çarpıyodun. Ulan bu yaşta telefon sizin neyinize be? Şşt İbo yengeye bak, hâlâ telefonuna bakarak yürüyo lan!”
Bigudili kadın ayaklarının altında yamulup gitmiş olan plastik çocuk arabalarından habersiz, park içerisinde ilerlemeye devam ediyordu. Bir ara çocuklardan birinin çığlığı da duyulmuştu. N’apsın zavallı çocuk? O tombul bacakların attığı sert adımlar altında ezilmesi neredeyse an meselesiydi. Kadın “Çimlere basmayınız” tabelasını görmediği gibi, parkın güvenlik görevlisinden gelen:
“Abla bu kaçıncı be? Polis çağırıcam artık.” laflarını da hiç duymamıştı.
İlerleyişleri devam ededursun, birkaç dakika sonra bir anda “Hhhh!” yapmıştı. Pazar
arabasını olduğu gibi yan tarafındaki kum havuzuna bıraktığı görüldü. Boştaki kolunu sızlayan bacaklarına götürüp dizlerini ovalamaya başlamıştı. Tam bu sırada kafasını kararmaya başlayan bulutlara çevirmiş, suratını da ekşitmişti. Dudaklarını fısır fısır açıp kapatmış, ancak bulutlara yaptığı sataşmayı daha fazla uzatmamıştı. Hem niye uzatsındı ki? Doğruyu söylemek gerekirse, kimse onu eltisinin az önce İnstagram’da paylaştığı gönderisinin altına yazılan yorumlardan alıkoyamazdı. Normal zamanlarda bu dizler ona yürüyecek mecal bırakmazdı ama eltisinin paylaşımına gelen beğeni sayısını görmek ona ilaç gibi gelmişti:
“ Oh valla bu saatten sonra romatizmanın babası gelse umrumda değil. Ayol benim beğeniler sabahtan beri oldu yüz, Şaziye’ninse daha otuza bile gelmedi.” demişti.
Bıraksalar davul zurna olmadan şuracıkta göbek atmaya başlardı. Gerçi görümcesiyle küçük kaynının ismini “gönderiyi beğenenler listesinde” görünce biraz içerlemişti ama olsun. Nasıl olsa bu ‘beğeni sayısı’ artık şunu kesin olarak ispatlıyordu ki, bundan böyle başta eltileri olmak üzere konu komşu, hısım akraba, – kendisinden başka kimler varsa- sosyal medyada ancak avuçlarını yalayabilirlerdi. Ohhh, düşmanları çatlasındı. Bu sözlerle yetinmedi tabi. Yumruk yaptığı ellerini üst üste koyup, birbiri üzerine vurmaya kalktı. Kadının bu hareketini gören parktaki bazı kişilerin kendi aralarında:
“Kadın kendini Tellioğulları ile Seferoğulları’nın karılarının gittiği hamamda zannediyor herhalde.” diye konuştukları duyuldu.
Sol avucunu tombul diz kapaklarındaki ağrıya götürüp, gözlerini etrafa çevirdi. Hele uygun bir bank bulursa ilk işi bacaklarını uzatıp yayılmak olacaktı. Fakat hemen hemen bütün oturma yerleri kadın ve çocuk kaynıyordu. Öfledi. Yavaşça ayaklarının altındaki betona çömelmeyi düşündü ama az ilerde bacak bacak üstüne atmış bir genç kızın oturduğu bankı görünce bundan vazgeçti. Her iki bacağını eliyle ovalaya ovalaya o tarafa doğru gitti.
Bigudili kadın, gri bulutların arasından yarım yamalak kendini gösteren havanın aydınlığında kızla herhangi bir muhabbete girmeden bankın sağ tarafına oturmuştu. Karşıdan pek anlayamamıştı ama yakından bakınca kızın yüzünün çillerle dolu olduğunu fark etti. Ayrıca bu kızın morali de yoktu sanki, beti benzi desen soluktu. Kadın: “Gene de çıtı pıtı bi şey işte.” demişti içinden. Ardından kafasını tekrar önüne dönüp tüm dikkatini telefonuna verdi. Ekranda tombul işaret parmağını dolaştırarak bir yarım saat geçirdikten sonra sıra rutin selfielerine gelmişti:
-Romatizmaya inat ben!
-Bacaklarımı ovarken ben!
-Akşama takipçilerime yemek tarifi paylaşmadan önce ben!
Ard arda kendisini farklı açılardan beş- altı kez çektikten sonra omuzlarını geriye doğru verdi. Yüzündeki ifade görülmeye değerdi. Büyük şirketlerin CEO’larının girdiği haller gibi bir haller vardı üzerinde. Gözlüklerini burnunun üstünde ileri geri hareket ettirip duruyordu. Tam bacak bacak üzerine de atıyordu ki, elindeki telefon bir anda çalmaya başladı. Arayan oğluydu. Sesi çatallı, fazlasıyla da öfkeliydi. Annesine , sabah ütüsüz gömlekle gidince işyerindekilerin kendisine güldüklerinden, buzdolabında yiyecek hiçbir şey kalmadığından falan bahsediyordu. Annesi eve ne zaman gelmek isterse gelsinmiş, zaten bir şekilde kendi karnını doyurabilirmiş vs. Bigudili kadın hoparlöre verdiği bu sesleri hem duyuyor, hem de Whatsapp’ına gelen yeni mesajları inceliyordu. Ha bir de arada, poşetindeki poğaçalardan birer ikişer ağzına atıp, doğru düzgün çiğnemeden, hızlıca yutuyordu. İğneden ipliğe tüm öfkesini kusan bu çocukcağızın duyabildiği tek ses, annesinin boğazında kalan lokmaların ortaya çıkardığı öksürüktü. Birkaç dakika geçti, geçmedi ki telefondaki bu erkek sesi de duyulmaz olmuştu. Görünen o ki, telefon kadının yüzüne kapanmıştı.
Kadın birazdan magazine dair bildirimlere geçti. Özellikle ünlülerin en yeni boşanma haberlerinden bir gelişme var mı diye baktı. Baktı da pek işe yarar bir şey bulamayınca, Whatsapp yazışmalarına geri döndü. Son mesaja da cevap yazdıktan sonra kadın, bir anda panikleyip, elini ayağını sağa sola telaşlı biçimde sallamaya başladı çünkü aklına bugünün Tiktok videosunu henüz çekmediği gelmişti. Kara kara düşünmeye başladı. Önceki videolarını aklına getirmeye çalıştı. Dün mesela yelpazeyle göbeğini serinletme videosu çekmişti. Önceki gün de saçındaki bigudileri gösterip: “Ben hâlâ 90’ların kadınıyım. Hâlâ ateşli, ihtiraslıyım.. ” gibisinden şarkılar mırıldanmıştı. Takipçilerden gelen dönüşler hiç de fena değildi. Bugün de bir yerlerden bomba etki yaratacak bir şeyler bulmalıydı ama nereden?
İşte bu esnada yanındaki kızın kucağında duran gül buketi dikkatini çekti. Bu güller keskin kırmızıdandı, yaprakları yumru gibi sır taşıyanlardan. Güllerin etrafı renkli naylonla, bir de kıvırcıklanmış rafyalarla süslüydü. Kadın her yerde kadındır. Düğün bulsa göğe merdiven dayar, alın pulun kokusunu duysa mutlaka bir şekilde burnunu sokar. Kadın da onu yapmıştı. Burnunun ucuna düşen kemik gözlüğünü tekrar geriye itip, büyük bir dikkatle gülleri seyretmişti. Buketin üzerine iliştirilmiş olan “Herşeyimsin” yazılı kartı görünce gözleri parladı. Kızın kulağına doğru hafifçe eğilip:
“Kızcağızım o çiçekler kimden, sevdiğinden mi?” dedi.
“Hiçbir şeyimden!”
Söz yumruk gibiydi, kızın yüzü ise kıpkırmızı. Fakat nedense bu yumruk sözler Bigudili kadının umrunda değildi. Hemen bir çırpıda telefonun kamerasına davrandı:
“ ‘Hiçbir şeyden gelen güllerle ben! Duydunuz mu ayol? Ben de istiyorum böyle hiçbir şeyler. Yazın yorumlara….”
Videonun gerisini getirememişti. Yanındaki kız bir anda elindeki buketi sert biçimde kucağından yere fırlatınca kadıncağız ister istemez kamerayı kapatmak zorunda kaldı. Kızın çenesi titriyordu. Konuşmak istemediği belliydi ama tutamadı kendini:
“Teyze senin işin gücün yok mu, kaç yaşında kadınsın? Bu çiçeği şimdi çöpe atıcam zaten.”
Bigudili kadın tüm bunlardan sonra donup kalmıştı. Halbuki yanına ilk oturuverdiğinde bu kızcağız hanım hanımcık bir şey gibi görünmüştü gözlerine. Demek ki güvenmeyecekti böylelerine. Meğer ne fettan çıkıyorlardı. Yine de alttan alıp:
“Sen beni yanlış anlayıverdin kızcağızım” gibisinden bir iki laf edivermişti ama baktı ki kızın öfkeli bakışları dinmek bilmiyor; mecburen ağzının fermuarını çekip, elindeki telefonla oynamaya devam etti. On dakika geçmemişti ki kız çantasından bir roman çıkardı. Kadın göz ucuyla kitabın kapağına baktığında “Grinin Gölgesi” yazısıyla karşılaşmıştı.
Artık bundan sonrasında dakikalar ne kadar ilerlemişti, ikisi de farkında değildi. Güneş gözlerini kırpıştırdıkça oturdukları yerden gölgeleri iyice uzamaya durmuştu. Bigudili kadın yazışmalarına, astroloji yorumlarına, dizi fragmanlarını izlemeye öylesine dalmıştı ki ikindi vaktinin geldiğini ancak elindeki telefon durduk yere kapanınca fark etti. “Off, tüh, Euzu billahi…” bir şeyler diye diye telefonu kendine getirmeye çalıştı ama nafile. Lanet olsundu. Son zamanlarda bu hep oluyordu zaten. Hele bu kez durum daha da vahimdi galiba. Yumruklarıyla elindeki cihazı parçalamaya ant içmiş gibiydi. Çevredekiler tarafından:
“Yahu nasıl bozulursun sen ya? Çöpe atıcam seni, görceksin”, gibi bir şeyler dediği duyuldu. Ancak yanı başındaki kız duyuvermemişti bunu. Kulaklık vardı kulaklarında. Kızla ilgili bir detay daha vardı ki; hâlâ ‘hiçbir şey’inden gelen gül buketini kucağında tutuyor, parmaklarıyla gülün dikenlerini okşuyordu.
Kadın yavaşça bozuk telefonunu çantasının ön gözüne yerleştirmişti. N’apacaktı şimdi telefonsuz? Mecburen avuçlarını yanaklarına, dirseklerini de dizine doğru götürdü. Düşünür ederken aklına çantasındaki oğlunun askerlik fotoğrafı geldi. Çantasının iç fermuarını çekip, fotoğrafı bir güzel eline aldı. Hah, ele güne karşı attığı havanın aynısını atmanın zamanı gelmişti. Yanındaki kıza yan gözle bakıp sesini bir miktar yükseltti. İşaret parmağıyla oğlunun yüzünü, elindeki tüfeği okşuyordu:
“A anasının kuzusu. Okudu adam oldu maşallah. Mahallenin en yakışıklısı olunca soran da çok oluyo. Alimallah hain kızlardan biri göz koycak da elimden alcak diye ödüm kopuyo” dedi. Bunları söylemişti de nafile. Kız kulağından hâlâ o şeyi çıkarmış değildi. Ayrıca gözleri pür dikkat kitaptaydı. Fakat bir gariplik vardı sanki. Bigudili kadın fark etmemişti ama dikkatle bakan herkes kızın hep aynı sayfayı okuduğunu anlayabilirdi. Ya da okumayıp, boş boş baktığını.
“Cık!” dedi kadın. “Zaten suratsızın teki. Üstelik dili de uzun. Benim oğlum kala kala bu kıza mı kaldı?”
“Bir şey mi dedin teyze?”
“Yok kızım. Poğaçadan azıcık alsana diyecektim.”
Demek nihayet kulaklığını çıkarmıştı. Az önceki asabiyetinden de eser yoktu. Kız poğaçalardan iki tanesini yerken kitabı yan tarafına, kadınla kendisinin arasına koydu. Kadın da poğaça ikramı sırasında oğlunun fotoğrafını kızın kitabının yanına koymuştu. İleriden bakınca soldan sağa; bigudili kadın, askerlik fotoğrafı, “Grinin Gölgesi” isimli kitap ve genç kız yan yana dizilmiş gibi görünüyordu.
Biraz sonra yanı başlarında, elinde not kağıtları ve dolma kalemiyle gencecik bir delikanlı bitivermişti. Yenice berberden çıkmış gibi gözüküyordu; jölesi, traşı yerindeydi. “Merhaba”sının ardından hızlıca tanıtmıştı kendisini: Üniversite öğrencisiymiş. Bitirme tezi üzerinde çalışıyormuş ve bu çalışması gereği, bir aydan uzun bir süredir sokaktaki insanlarla anket yapıyormuş. Bu bigudili kadın ve genç kız kusura bakmamalıymışlar. Onlara sadece bir soru sorup gidecekmiş. Zaten kimliklerini beyan etmelerine de gerek yokmuş:
“Sor evladım. Merak ettim bak şimdi.”
“ Tamam teyzecim. Sorum şu: Sizin hayatta en değer verdiğiniz, olmazsa olmaz dediğiniz şey nedir?”
Bigudili kadın soruyu beğenmiş olacak ki önce oğlana gülümsedi, ardından da yanı başındaki fotoğrafı hızlıca alıp delikanlıya gösterdi. Bunu gören delikanlı hemen elindeki form kağıdının ‘Evlat’ hanesine tik attı. Çocukcağızın kadınla işi bitmişti aslında. Fakat nedense bigudili kadının çocuğu bırakası yoktu. Sanki nefesine çentik atmışlar gibi derinden ve kırçıllaşarak bir şeyler daha söylemişti oracıkta. Kadın önce yumruk yaptığı sağ elini öpmüştü. Daha sonra da sırtını dayadığı tahta bankın arka tarafına iki kez vurup:
“ Şeytan kulağına kurşun.” demişti. “Sana yeminle söylüyom. Oğlumun şuncacık resmi yanımda olmasa aha bak şuracıkta ölürüm ben ölürüm. Öyle bakma oğlum, anayım ben ana! ” Delikanlının “Allah korusun’lu”, “Aman teyzem ağzından yel alsın”lı cümleler sıraladığı duyulmuştu peşi sıra. Anlaşılan bigudili kadın lafını bitirecek değildi. Oğlanda ise duyduğu bu ardı ardına cümleleri dinleyecek sabır yoktu. Bu yüzden vaktinin kalmadığını, birazdan otobüse yetişmesi gerektiğini falan söylemişti. Sonra da hızla bakışlarını bigudili kadının yanındaki genç kıza çevirmişti. Kıza da aynı soruyu sordu. Aldığı cevap karşısında kısa bir alkış tutarak:
“Bravo” dediği duyuldu. “Sizin için de ‘Kitap’ hanesine tik atıyorum. Elinizdeki romanı ben de okumuştum. Gerçekten efsanedir. Rus yazarlardan birisine aitti galiba. O yazarın başka bir romanı daha var, onu da okudum. Geçende Kapalıçarşı’daki sahaflardan birinde ciddi oranda indirim vardı. Oradan almıştım…… Bu arada kucağınızdaki güller çok güzel görünüyor.”
Anlaşılan bu kez delikanlının çenesi açılmıştı. Ancak kızla yaptıkları minik muhabbeti getire getire güllere getirince, doğal olarak sohbet orada kesiliverdi. Suratı düşen kız o esnada:
“Kitaplarım olmadan asla!” demişti bastıra bastıra. Bu cümlenin tonlamasını oracıkta kim duysa, “Sana ne! Seni ilgilendirmez.” manasını kolaylıkla anlayıp, kibarca sıvışabilirdi. Delikanlı da öyle yapmıştı. Çöpe atılacak olduğu söylenen bu güllere son kez baktı. Anket için teşekkür ettikten sonra poğaçalardan ısırık alarak yanlarından ayrıldığı görüldü.
Bir süre sonra başlarının üstündeki meşe dalının yapraklarından, yağmur damlalarının düşmeye başladığını fark ettiler. Gök gürültüsüne, şimşeğe bakılırsa bu yağmurun şiddetlenmesi kesindi. Kız, durmadan eline batıp duran dikenli buketle sessizce kalkarken, bigudili kadının “Vallaha bi oturdum kalkamadım. Of anam, nedir bendeki bu dizler?” dediği duyuldu. Bir yandan da çantasının ön gözündeki telefonu son bir kez kontrol ettiği görülmüştü. İkisi de sessiz sedasız, arkalarına bakmadan parktan ayrıldılar. Peki bir şeyler unutmuş olabilirler miydi?
Sabah olunca belediyenin çöpçüleri birer ikişer parka doluştular. Güneş hızla gökte yükseliyor, akşamki yağmurdan eser bırakmayacak oranda parkı ısıtıyordu. Biraz sonra az biraz çocuklar, anneler de gelmeye başlamıştı. Dünkü üniversiteli delikanlı da erkenciydi. Elinde kağıt dosyalarıyla park kapısının girişinde görülmüştü. Anlaşılan bugün de epey bir anket işi vardı. Kum havuzunun yanından geçerken, orada devrilip kalmış bir pazar arabası gördü. Muhtemelen şu etrafa saçılan sebze ve meyveler de bu pazar arabasından dökülenlerdi. Çöpçülerden biri elindeki çalı süpürgesiyle bunları süpürüyordu. Delikanlı istemeden (belki de isteyerek) çöpçünün kendi kendine konuşmasına kulak misafiri olmuştu:
“Bu kadın bi gün burda bi şey unutmasa dişimi kırıcam.”
Delikanlı ard arda dizilmiş banklar boyunca ilerlemeye devam etmişti. Meşe ağacının altındaki boyası, cilası kaybolmuş olan banka gelince bir anlık durdu. Bankın üzerindeki gri kapak tasarımlı kitapla, yanıbaşındaki tekmil vermiş bir askerin fotoğrafına bakıp kaldı. Ellerine aldı onları. Gece boyu yağan yağmurun onları hamurlaştırmaya başlamış olmalarına az biraz kederlendi. Fakat öyle koyuvermedi hemen kendini. Zira çoktandır ona, tez hocasına yaranmak için bir malzeme lazımdı. Zihninde ampuller yandı, söndü. Acaba, dedi; elimdeki ıslaklarla aynı karede bir poz verip sosyal medyaya koysam, üstelik altına da sabah sabah aklıma gelen şu bilgece lafı sokuştursam nasıl olur?
“Hayatta en değer verdiklerinizi, yağmurun gri gölgesi altında paçavraya döndürürsünüz.”