Lâilâhe illallâh.
Nefy ve ispat içeren iki karşıt cümlecikten oluşan, ve imanın cevheri ve İslam’ın temel taşı olan bu kelime-i tevhide göre: Önce münkir, sonra mü’min olunur. İnkar et ki iman edebilesin. Kafir olmadan mü’min olunmaz. Önce tam ‚kâfir‘ ol, sonra tam mü’min olursun. Yarım kâfir, yarım mü’mindir. Yarım mü’min, yarım kâfirdir. Bütün tanrıları inkar ile küfrü bütün iliklerinde hissettiğinde tam kâfir olmuşsundur, o tanrıların kâfir-i münkiri. O küfr ü inkârı kalbinin derinliklerinde bulduğunda, daha doğrusu kalbini o ‘küfrün‘ derin boşluğunda düşerken kaybettiğin zaman, gerçekten onların kâfir olmuşsundur. İşte tam bu aşamadaki gerçek kafir, gerçek mü’mine dönüşebilir. Yarım ‘kâfir‘, yarım mü’min olur. Yani: Lâilâhe’si tamam olmayanın İllallahı da tâm olmaz; illâ ki karışıktır, katışıktır, envâ-i çeşit şirklerle bulaşıktır. Bulaşık suyuyla, halis iman yemeği pişirilemez. Virüslerle dolu bir kalpte iman programı doğru-dürüst çalışamaz; en kritik anda devreye girer ve bütün kazanımları kaybettirir.
Nefsime yıllarca dediğim gibi bir kere daha derhâtır ediyorum: “Lâilâhe. Hiçbir İlâh yoktur.” derken, hiçbir İlâh kalmamalı kalbinde. Kalbini bütün İlahlardan tam tahliye etmelisin, boşaltmalısın. “İllallah. Yalnız ve ancak Allah vardır.” derken de, sadece Allah kalmalı kalbinde İlah olarak. Bütün ilahlardan tahliye ettiğin kalbine yalnızca Allahı doldurmalısın. Önce tehallî (boşaltma), sonra tehalli (süsleme). Kalb “Lâ” ile boşaltılır, temizlenir, “İllâ” ile doldurulur, döşenir, süslenir.
Tam nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyeti bulduran ihlas-ı etemm, ancak tastamam küfrü takip eden tevhidî iman-ı tâmm ile sağlanır. Kelime-i tevhiddeki Lâilâhe ifadesi, istisnasız bütün ilahların yokluğuna imandır, ademe imandır, bir tür ademî bir imandır, selbî imandır. Kelime-i tevhidde ‘fena merhalesi’dir. İllallah ise kelime-i tevhidde ‘bekâ makamı’dır. Fâni olmadan, bâki olunamaz, el-Bâkî’ye varılamaz.
İnsan, din-iman adına tutunduğu bütün mukaddeslerin hiçbir işe yaramadığı, kurtarıcı sandığı-bildiği-inandığı bütün sebeplerin devreden düştüğü-sustuğu ve “Ben artık bittim” dediği bir ânı, bir zaman dilimini yaşarsa, işte o ânda istisnasız bütün ilahların yokluğunu ve hiçliğini adeta bütün kalbinde hisseder, aklında fikreder. İstisnasız derken, evet, Lâilâhe faslında, bu fenâ aşamasında, nefiy esnasında, Allah da gayr-i kastî dâhil olmuş “gibi” olur, çünkü Allah Teala, -haşa, sümme hâşâ- kendi yokluğu durumunda kulun kendini nasıl kötü hissedeceğini de ona yaşatmak için, ona o yokluğu, o kâfirliği böyle anlık ve ârızî olarak tattırır. “Bir musibet, bin nasihatten evladır.” Bir fiil de, bin kavilden tesirlidir. Kelime-i tevhidi milyonlarca kez söylemesine rağmen, sadece dil ile Lâilâhe derken, ilah desin demesin, bilmeden uluhiyet atfettiği sebeplerin kendisini kurtarmaktan aciz kaldığı, hiçbir işe yaramadıkları ve bittikleri bir hengâmda/hengâmede kul, lâilâhe’nin (kurtarıcı hiçbir ilahın olmadığını), kalbinin tâ merkezinde, cevherinde yaşar. İşte bu küfrî duyuş, imanın ademidir, yokluğudur; bir çeşit ademî-selbî imandır. Lâilâhe faslı, Allah’ın ne olmadığını (selbiyyât) ifade eder, tenzihî bir itikaddır. İllallah ise vücûdî-sübûtî imandır, O’nun gerçekte ne olduğu, her ne ise O olarak bildirir.
Vücûdî/sübûtî imanın gerçekten mevcut olabilmesi için ademî/selbî imanın kalpte gerçekleşmesi lazımdır. Aksitakdirde eğer iş bu noktada kalırsa, imanın yokluğu, yokluğa imana dönüşür ve ortaya ateizm çıkar. Bediüzzaman’ın ifadesiyle adem-i kabul, kabul-i ademe dönüşüyor, yani adem-i iman (imanın yokluğu), iman-ı adem (yokluğa iman) haline gelir. Bu bütün ilahların yokluğunu hissetme küfrî-ademî halinden sonra, kalbe aort damarından dahi yakın olan İllallah hakikati birden inkişaf edince, bütün algısal ilahlardan kurtulmuş olan kalb, olgusal tek Bir İlah’a iman ile yeniden ışığa kavuşur, aydınlanır. Lâilahe ile yaşanan ademî imandan sonra, İllallah ile vücûdî iman doğar. İşte bu vücûdî iman, kalbe sabitlenmiş olan sübûtî imanın tâ kendisi olur. “Ey kalpleri evirip çeviren! Kalbimi dinin üzerine sâbit eyle!” dua-i Nebevîsi kabul-i karîne mazhar olmuş gibi kalb iman-ı tahkikî ile tahakkuk eder.
Bütün kurtarıcı (!) sebeplerin devreden çıktığı bir ölüm boşluğunda, -önünde Kızıldeniz, arkasında Firavunun ordusu Hz. Musa gibi, bütün vücudu yara-bere içinde ölümle pençeleşen Hz. Eyyub gibi ve balığın karnında can çekişen Hz. Yunus gibi: “Lâilâhe illâ ente, sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn.” ve benzeri bütün dualarda, niyazlarda, yakarışlarda önce “Lâ”, ‘hayır’ gelir, sonra İllallah onu takip eder. Sonu hayırla bitecek olan bir işin başında da ‘hayır’ vardır. Önce Lâ (Hayır!) diyebilen, sonra İllâ diyebilir. İllâ’nın hakiki ve ihlaslı oluşu, Lâ’nın içten ve hâlis oluşuna bağlıdır. Lâ’nın kuvveti üzerine binâ edilen bir “İllâ” ile Allah’a vâsıl olunur. Hz. Yunus, önce Lâilâhe diyor, daha önce kendileriyle iş yaptığı sebeplerin hiçliğini bütün bütün farkediyor, tam itmi’nan-ı kalbi ile bunu ilan ediyor. Daha sonra da “İllâ ente, sadece ve yalnızca sen varsın!” diyor ve hikmet-i inayeti harekete geçiriyor. Kesrette boğulmuş insan, önce o kesretin bütününün ilahlığını inkâr ile o kesretten kurtulur, daha sonra İllâ diyerek (buna tam inanarak) vahdete erer. İnkar etmeden, iman edilemez. Bütün fânî sevgilileri terketmeden, o Bâkî Sevgili’ye erilemez. Firak olmadan, vuslat olmaz. Hazreti Bir ile birebir birliktelik için, O’ndan gayri herşeyden tamamen ayrılık şarttır. Bir, yanında ikincisi olmayandır, şirk/ortak kabul etmez.
Dahası, bir Halvetî-Şa’bânî sufisi ve “İstanbul Beyefendisi” olan İrfan Fethi Gemuhluoğlu (1923-1977) der ki: ”Allah’dan başka her şey vasıtadır. Din ve namusu bile putlaştırmayın. Çünkü onlar da mâsiva (Allah dışındaki şeyler) cümlesindedir. Ve hakiki tevhid, mâsivanın kalpten atılmasıyla tahakkuk eder…” Bu sözüne göre “Din de masivadır, hakiki tevhid, dini de Allah yerine koymamak ile gerçekleşir. Din, Allah’ın dinidir ama Allah değildir. Dinini, Allah’ın önüne ve üstüne koymak da bir çeşit şirktir.
Nasıl ki varlık, yoklukla başlamıştır. Tevhid kelimesi de yoklukla başlar: “Lâ”, “Yoktur bütün ilahlar!” İnsan, hakikatte yoku yok kabul etmeli ki hakikaten, hakikatle var olabilsin; Var ile varlığa erebilsin. Nefyi nefy isbattır. Eksi’yle eksi’nin çarpımı artı’dır, Yokla yokun çarpımı da varlıktır. Nefis ve enaniyet cihetiyle yok ol ki var olabilesin. Kelime-i tevhidde de varlığa (tevhid-i hakikinin varlığına) giden yol, yokluktan geçer. “Ölmeden önce ölünüz.” buyrulmuş. Kalbinizde tanrılaştırılan veya tanrısal bir güce/etkiye sahip görülen sebeplerin öldüğü yerden Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’ın kalbinize akrabiyeti inkişaf eder.
Lâ baltasıyla kalbindeki ilahları tam öldüremeyen kişi, kalbinde Tek İlah olarak Allah’ı bulamaz. O’nunla arasında hep birileri, vesileler-vasıtalar-şefaatçiler perde olarak kalır; O’nunla arasına aracılar girer ve bir türlü aradan çıkmazlar, çekilmezler. Kim Tanrı’nın katında şefaatçi olarak görülmekten kenara çekilmek ister ki? Tanrısal bir hürmet muhatap olmaya sırt çevirebilir ki? Hakiki muvahhid mürşidler ise zorların zoru bu kendini aşma meselesini öyle hikmetle yaparlar ki, mürid hem fenâ fi’ş-şeyh makamının hissî şirkine düşmekten kurtulur, hem de mürşidine bir ömür minnet ve sadakat hissini korur. Fakat ne yazık ki, Allah’a yönlendirmekle vazifeli vesile kullar, yönlendirdikten ve onların da huzura girdiklerine şahit olduktan sonra artık önlerinde bir perde olmaktan geri durmalıdır, yanda durmalıdır. Böyle yapmayıp, eskisi gibi yine Allah ile arada durmaya devam ederlerse, bu hem o vesile kul, hem de onu vesile addeden kul için bir çeşit şirk sorunu hâline gelir. (Bkz. Bakara, 2/165).
Hakk’a vesilelere hak ettikleri ölçüde vefalı olunur, fakat vesilelikten öte pâye verilmez. Kelime-i tevhiddeki “Lâ ilâhe” ile, kalpteki bütün ilahımsılar ve ilahlaştırma meyilleri hakiki ölürken, bu nefy aşamasında Allah hepsini öldüren Hak ilah olarak kendisini de nazarî/ârızî muvakkat bir yoklukla perdeler ve sonra İllallah hükmü ile bütün o yokların semasından varlığa güneş gibi tulû’ eder, ezelî, ebedî ve hakikî Tek İlah olarak bâki kalır.
Başa dönecek olursak, demek ki:
‘Kâfir’ olmadan, hakikî mü’min olunmaz. Mü’min doğulmuşsa da, bu, mukallid müminliktir; taklîdî imandır, tahkikî iman değildir. Tahkikî iman için, önce Lâilâhe’ye inanmak, yani bütün ilahları inkar hâlini iliklerinde hissedip kalbinde yaşamak suretiyle itikat etmek lazımdır. İnsan, bütün ilahları inkar ile o ilahların kâfiri/münkiri olur. Daha sonra da İllallah hakikatini yine bütün varlığında duyarak iman etmek suretiyle de hakiki mü’min olur. Makam-ı tevhidin hakikatine götüren iki aşamalı yol, öncelikle şirkin bütün nevilerini ve mertebelerini küllî niyetle kelime-i tevhidi kalben fıkhetmek, lisanen zikretmek, aklen farkedip terketmek, ve neticede istisnasız külliyyen nefyetmekten geçer.
Lâilâhe İllallah: “İlah diye birşey yoktur, sadece ve yalnızca Allah vardır!” İşte kâfir olmadan mü’min olunmaz’ın bir manası budur.
7 Ekim 2016 Cuma
Fethiye / Muğla

