Umut baldan tatlıdır, ama düş kırıklığı ihtimali ile mâlüldür.
Kliniğe karmakarışık duygularla gittim. Beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Resmî işlemler tamamlandıktan sonra odama götürüldüm. Beni odama götüren görevli hanım gittikten sonra yatağıma oturdum ve bir hayli süre kalacağım odama şöyle bir göz gezdirdim. Dikkatimi çeken ilk şey duvardaki yağlı boya bir tablo oldu; üzerinde ‘Umut’ yazıyordu. Bu yazının daha sonra bana neler ifade edeceğini bilmeksizin eşyalarımı dolaba yerleştirdim. Klinikte umuda ihtiyacım yoktu, herşey yönetim tarafınfan belirlenmişti zaten. Yatma saati, kalkma saati, yemek saati aksamaksızın işleyen bir düzene bağlıydı. Orada kalan birçok hastanın tereddütlerinin aksine, tedavimin başarıya ulaşacağından da emindim galiba. Umuda ne gerek vardı sanki?.. Günler tatlı tatlı akıp gidiyordu işte…
Derken birgün klinikte Melani ile tanıştım. Cana yakın, konuşkan bir kadındı. Dertlerini, düşüncelerini akıcı bir şekilde anlatıyordu. Son derece açık sözlü birisiydi. İnsan onunla konuşurken kasılmıyor, tam tersine rahatlıyordu. Melani hayatı derinlemesine yaşayan bir kadındı. Her konuyu etraflıca sorguluyor, kendince yorumlarda bulunuyor, açıklamalar getiriyordu. Kesinlikle ciddiye alınacak bir insandı. Bana koyu bir protestan olduğunu söyledi. İncil’den bahsetti. „Vahiy zamanında yaşıyoruz’’ dedi. Vahiy’i anlatmaya başladı: ‘’Vahiy İncil’in son bölümüdür, dünyanın sonuyla ilgili kehanetleri içerir’’ dedi. Sembollerle, işaretlerle ilgileniyordu. O zamana dek böyle bir insanla karşılaşmamıştım. Anlattıklarını merak ve heyecanla dinliyordum. Ömür boyu konuşsa hiç sıkılmazdım. 7 sayısından söz açtı. “İlginç bir rakamdır’’ dedi. “Vahiy bölümünde, 7 mühür, 7 borazan ve 7 kase vardır’’ diye devam etti. 7 mühür açıldıkça savaşlar, kıtlıklar ve afetler ortaya çıkarmış. 7 borazan çalındıkça felaketler ve doğa olayları artarmış. 7 kase döküldüğünde ise Tanrı’nın gazabı tamamlanırmış. Vahiy’in 6. bölümünde mahşerin 4 atlısının anlatıldığını söyledi. Bu 4 atlının kıyametin aşamalarını ve insanlığın karşılaşacağı büyük felaketleri sembolize ettiğini belirtti. Beyaz atlı, Kırmızı atlı, Siyah atlı ve Yeşilimsi atlı varmış. Beyaz atlı dünya çapında yaşanan büyük fetihlerin ve savaşların simgesiymiş. Kırmızı atlı dünyada yaşanan kaosların ve dökülecek kanları sembolize edermiş. Siyah atlı gıda kıtlığını, ekonomik yıkımları ve adaletsizliği belirtirmiş. Yeşilimsi atlının ise salgın hastalıklar ve büyük çapta ölümlerin işaretçisiymiş. Her görüşmemizde Melani’yi büyülenmiş gibi dinliyordum. Hayattan örnekler veriyordu. “Bak korona virisü kaç can aldı’’ diyordu. Dünya çapında yaşanan ekonomik krize dikkat çekiyordu. Halen sürmekte olan mevcut savaşlardan bahsediyordu. Söylediklerine içten inanıyordu ve Mesih’in geleceğine kesin emindi. Vahiy’in Tanrı’nın nihai zaferini ve kötülüğün sona ereceğini müjdeleyen bir anlatı olduğunu ifade etti. “Kurtulacağız, yaşadığımız bu sefil hayattan kurtulacağız’’ diyordu. Ve ben nice sonra Melani’nin sözlediklerinin bir umut mesajı olduğunu farkettim. İncil’e inanırsınız ya da inanmazsınız ama, Melani düpedüz umutu anlatıyordu aslında. Umut rehavetli ortamlarda, rahatlıkta, refahta değil, çöküş anlarında, felaket düzlemlerinde yaşanıyordu galiba. Umutla bitiş, tükeniş, acı çok yakın komşuydular sanki. Aralarında belli belirsiz bir çizgi vardı. Umudu zorluklar doğuruyordu.
Peki umudun kendisi neydi? Umudu sorgulamaya başladım: Umut Nasrettin Hoca’nın göle maya çalması mıydı? Yoksa umut garibin ekmeği, ye Memed ye miydi? Veya “Ya çıkarsa’’ denilerek alınan bir piyango bileti miydi? Bir siyasetçinin seçimleri kazanacağına olan kararlığı mıydı? Umut neydi? Mecnun’un Leyla’ya duyduğu aşk mıydı? Bir arkadaşım, “Ayakta duruştur’’ dedi. Ayakta durmadan umut beslenemeyeceğini belirtti. Umudun basit bir psikolojik durum olmadığı kesindi. Tuttum, bir de yapay zekaya sordum.
“İnsanları zor zamanlarda ayakta tutan, motive eden ve mücadele etmelerini sağlayan güçlü bir duygudur. Umut, belirsizliklere rağmen olumlu bir sonuca ulaşılabileceğine inanmayı içerir. Felsefi olarak, umut insanın hayata anlam katmasını sağlayan önemli bir kavramdır. Psikolojik açıdan ise iyimserlikle ilişkilendirilir ve bireyin stesle başa çıkmasını kolaylaştırır. Umut, bazen bir hedefe ulaşma arzusuyla, bazen de bilinmeyene karşı duyulan güvenle ortaya çıkar.’’ diye bir yanıt aldım.
Evet, zor bir durumdan kurtuluş arzusudur umut ama, sorguladıkça umudun tuhaf yüzleri de çıkıyordu ortaya. Umut arzudan da öte bir olay olmalıydı. Mesela tedavisi imkansız bir multipl skleroz hastası için ölüm umut olabiliyordu. Politikacının oltasını attığı bir duyguydu umut. Kumarbaz umuda mı, yoksa oyuna mı tutkuyla bağlıdır? Dayakçı bir babanın evde kalması mıydı umut, yoksa gitmesi miydi? Evde kalırsa dayak var, evden giderse ekmek yok. Bu durumdaki bir çocuk nasıl bir umut besler? “Allahım sen babama iyi bir yürek ver’’ diye mi dua eder? Yoksa evden kaçış mı umuttur o çocuk için? Yani dik duruş yerine kaçış mı umut olur aniden? İntihar tüm umutların bittiği nokta mıdır, yoksa umudun ta kendisi midir? Yalancının, dolandırıcının da en sevdiği duygu umut olsa gerek. Dürrenmatt’ın Şüphe romanında ise, umudun en korkunç sömürüsü anlatılır. (…) Umut bazen bu denli pahallı ve dehşetli de olabiliyor demek ki… Peki ümidini birine bağlamak doğru mudur? Ya da insanın yalnızlığı mıdır umut? Umutsuz yaşanır mı?..
Ve gün geldi klinikten taburcu oldum. Artık sürekli gerçek mermilerin sıkıldığı ve her köşesi gaddar madiklerle dolu o amansız hayata geri dönmüştüm. Nezaket, şefkat, sevgi istisnanın istisnasıydı, insan ise insanın kurduydu… Tam da böyle, oldukça zor bir yaşamım vardı ve düzlüğe nasıl çıkacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Her adımımı kılı kırka yararak atıyordum. Peki kurtuluş umudum var mıydı? Doğrusunu söylemek gerekirse, o da yoktu. Belki vardı, ama milyarlarca kilometre ötesinden göz kırpıştıran bir yıldızdan başka bir vaka değildi o umut. Bu yüzden sadece yaşıyordum. Meraktan yaşıyordum. “Daha neler olacak acaba?’’ diyerek günlerimi geçiriyordum.
Derken, çöpçülük çıktı karşıma. Mevsim sonbahardı. Önce arka avludaki yaprakları temizledim. Sonra kapı önüne çıktım. Aşık olduğum kadın bana, “Ben bir fiil oldum’’ demişti ya… Yan binanın çöplerini de topladım. Artık caddelerde, sokaklarda çöp adına ne bulursam elimde taşıdığım torbaya atıyordum. Birgün komşunun biri bir çöp maşası armağan etti bana. Ben de elime de eldiven geçirdim. Böylece daha profesyonel bir görüntüye kavuştum. Bu sefer daha da etkili bir biçimde çöp toplamaya başladım. Beni gören insanların kimisi acıdığı, kimisi de beni onurlandırmak için bana para vermeye çalıştı. Yaptığım işin ruhuna zarar vereceğini düşünerek teklif edilen paraları kabul etmedim. Benim işim çöp toplamaktı ve bunun için başkalarının vereceği paraya gerek yoktu. Önceleri vücudum bu faaliyete şiddetle itiraz etti: Yaptığım uzun yürümeler sonucu her tarafım ağrıyordu, yorgundum, bitkindim; akşamları cesedim geliyordu eve. Tüm bunlara karşın ben direnmeyi tercih ettim ve akabinde bedenim zamanla toparlanmaya başladı. Hergün biraz daha fazla yürüyebiliyor ve daha fazla çöp toplayabiliyordum. Çöp torbası doluyor, boşalıyor ve bir daha doluyordu.
Yaptığım işi takdir edenler çoğunluktaydı. Bana iltifatlar geliyor, övgüler duyuyordum. Bu anlarda mutlu oluyordum elbette. Beni garipseyenler de çıkıyordu. Ne alaka yani bakışlarıyla karşılaşıyordum. Oysa ben kendimi Taptuk Emre’nin dergahına 40 yıl odun taşıyan Yunus Emre’ye benzetiyordum birazcık. Belki de benzetmiyordum ama, ondan feyz aldığım kesindi. Başlı başına bir maceraydı aslında bu çöp toplama işi. Yeni insanlarla konuşuyor, hiç tanımadığım insanlarla selamlaşıyordum. Adı Tuncer olan yaşlı bir amcayla ahbap olduk mesela. O bana arasıra türküler okuyor, ben de ona sokakta bulduğum ufak tefek paraları veriyordum. İkimiz de mutlu oluyorduk.
Bir hanım bana benim için belediyeyle konuştuğunu söyledi. Orada bir iş ayarlamaya çalışıyormuş bana. Meyve ikram edenler de çıktı, çay sunanlar da. Evde oturmaktan çok daha anlamlı bir iş olduğu kesindi çöpçülüğün. Bu doğrultuda görüşler de alıyordum zaten: Evde oturup çürümektense, sokakta hareket etmek çok daha faydalıymış. Bir kadın bana, “Beni etkiliyorsunuz’’ dedi. Bir diğeri ona kuvvet verdiğimi söyledi. Demek ki insanlara esin kaynağı olduğum da iddia edilebilirdi. Adamın biri ise, “Bu yaptığınız Sisfos işi, bu caddeler yarın zaten yine kirlenecek’’ dedi. Ama hayatın kendisi Sisifos işi değil miydi sanki?
Her sabah dişlerimizi yeniden fırçalamak, hergün yeniden yemek pişirmek, bulaşıkları yıkamak, çiçekleri sulamak, aynı işe gidip aynı etkinlikte bulunmak… Belki de umudun başka bir adı Sisifos idi; birgün o taşı zirveye ulaştıracağına inanmak. Sisifos işi hem hayatımızı yaşanabilir kılıyor ve hem de özlemle beklediğimiz o nitel değişimi yaşamak için nicel olarak birikmemizi sağlıyordu ayrıca. Bardağa her gün düşen damlalar gibi; tıp, tıp, tıp… Ve belki de bir gün o bardak dolacaktı…
Sokaklarda herşey vardı: Lambalar, oyuncaklar, kitaplar, trafik levhalaları, paralar, giysiler, tuzaklar, umarsız ya da meraklı bakışlar, komik, kötü ve hüsnü niyetli insanlar…
Gel zaman git zaman, çöp toplarken kendimi iyi hissettiğimi farkettim. Peki umudum var mıydı? Çöp yerine umut mu topluyordum yoksa ben? Yerden kaldırdığım her öbek köpek pisliği, diş izleriyle bezeli grimtrak o sakız, kirli kağıt mendil, ezik sigara izmariti içimdeki ümit ağacında bir yaprak daha yeşermesine mi neden oluyordu? Kendime itiraf ederek büyünün bozulmasından korkuyordum ama, ne yalan söyleyim, çöp topladıkça umut beslediğimin ayırdına varmaya başladım. Çöp toplamakta hayat vardı. Şu berbat yaşamıma çöp toplamak mı umut oluyordu yoksa? Galiba evet. Ama hala bu durumu kendime itiraf edemiyordum, etmek de istemiyordum. Umudun aynı para gibi yaptığım işin saflığını bozacağından endişe ediyorum hala. Sanki umut bir rüşvet gibi geliyor bana. Ben yaptığım işi seviyorum, bunun için ek bir ödüle ihtiyacım yok.
Çöp toplamakla şiir yazmak arasında bir fark da göremiyorum. Michel Foucault, “Estetikleşmek içim mutlaka sanat yapmaya gerek yok, bir yaşam da sanat eseri olabilir’’ diyor. Adama katılmamak mümkün değil. Sokakları temizlemek de çok anlamlı bir sanat eseri bence. Çöp topladıkça yaşamım daha da güzel mi oluyor bilmiyorum, ama içimde bir umudun filizlenmesine engel olamıyorum. Benim, kendi umudum benden bağımsız olarak yeşermeye başlıyor, dallanıyor, budaklanıyor, organizmalaşıyor, can ve ruh buluyor. Bu durum nasıl açıklanır? Uzun süredir düşünüyorum:
Umut eylemdir sanırım. Bu eylem çöp toplamak da olsa, bilimle uğraşmak da olsa, bir heykel yontmak da olsa, eylemek, sadece ve sadece umuda yol açıyor. Yapmak, etmek, uğraşmak, alın teri umudun yakıtıdır kesinlikle… Yani eylemsiz umut olmuyor. Lakin siz siz olun, bir kalpazanın zengin olma ümitlerinden kaçının. Kirli dürtüler umudu sahteleştiriyor, çirkinleştiriyor. Başkalarının acıları üstüne ümitler beslemeyin. Acıyan aslında sizin ruhunuz olur da, siz farketmezsiniz bile. Umut vicdansız da olmamalı. Kinin, nefretin umutla bir ilgisi olmadığına da eminim. Umut katıksız, temiz ve altın gibi değerli olmalı. Umudunuza bakan insanın gözleri kamaşmalı.
Umudun inanç ile bir ilişkisi var mıdır sizce? İnanmak çok zor aslında. Hele hele yaşadığımız şu günlerin dünyasında. Ama bazen tutunduğumuz tek şey de bu oluyor. İnançsız umut neye benzer? İnandığımız için mi umut besleriz, umut beslediğimiz için mi inanırız? İnanmak ve umut birbirini tetikleyen iki kavram gibi görünüyor. İnanmak, bir şeye ya da bir sonuca kesin duymak, gerçekleşeceğine dair içsel bir kabullenişken; umut o sonucun gerşekleşmesini arzu etmek ve beklemektir. Görünen o ki, inanmak umudu daha güçlü, daha kalıcı kılıyor. Umut ise, insanı inancını kaybetmemeye, eyleme iter. Mesela bir insan daha iyi bir geleceğe inanıyorsa, o geleceğe dair umudu hep canlı kalır. Bunun tam tersi de geçerlidir elbette: Umudu olan bir insan, aynı zamanda buna inanmayı da öğrenir. Biri diğerinin barutu gibi birşey galiba. Ama asıl zor olan ikisini de aynı anda kaybetmemektir. Faaliyet ise kaybetmenin panzehiridir. Atıl olan insan baştan kaybetmiştir zaten.
Peki umut kendiliğinden başarıyı beraberinde getirir mi? Umut ile başarı arasındaki ilişki oldukça güçlüdür. Umut, insanın zorluklar karşısında pes etmemesini, denemeye tekrar ve tekrar devam etmesini sağlar. Başarı ise çoğu zaman tam da bu ısrar ve çabalamanın sonucunda gelir. Umut eden biri, başarının mümkün olduğuna inanır ve hedeflerine ulaşmak için gerekli motivasyonu bulur. Bu motivasyon, engelleri aşma ve başarısızlıklar karşısında yeniden ayağa kalkma, bir kez daha atılma gücünü verir. Başarı ise, umut eden kişiye “Evet bu mümkün!’’ diyerek umutlarını pekiştirir. Yani umut, başarıya giden yolda itici bir güç; başarı ise umudun kaçınılmaz bir ödülü gibidir.
Ama belki de asıl mesele, başarı gelmese ve hatta çok büyük bir düş kırıklığı yaşasak bile umudu kaybetmemek değil midir sizce?..
Köksal Türker