Musa Hub Hocamızın Hubistan köşesindeki, insanların eserlerinin de misyonlarına uygun olarak adlandırıldığı konusundaki câmi’ mülahazalarını okurken, roman üzerine bir beyanına takıldım ve o gün ve gece düşündüm, sonra sabah trende işe giderken yine camdan dışarı bakarken de üzerinde düşünmeye devam ettim.

Trende yanımda uygunsuz giyimli bir bayan oturmuştu, dedim ki, “Bu insan kaybetti.” Sonra, “Eyy, sen ondan fazla kaybetmiş biri olarak bu kızcağızdan ne istiyorsun?” dedim kendi kendime. Düşüncende marifet yönlü, zikir ve hatırlama yönlü şeyler yoksa sen de kaybettin, ağzında zikir yoksa kaybettin, gözün bir şeye ilişirse kaybettin, dedim kendi nefsime. Dünyada kaybetme üstüne kaybetme düşünceleri geldi geçti aklımdan. Dışarıda sisli bir hava vardı, sisin içinde uçuşan kargaları görüyordum trenden. İşte, dedim, dünya böyle sisli, puslu. Çok kaybetmeler saklıyor ve sisle, pusla örtüyor. Bu siste uçuşan kargalar ise insanın dünyadaki hali gibidir, hem siste iyi ile kötüyü birbirinden seçemezler hem de kendilerinin karga olduklarından bihaber olarak gaklayıp dururlar. Siste, puslu dikeni gül sanırlar ve gak-guk etmelerini de bülbül şarkısıymış vehmiyle algılarlar. Sonra o kaybetmenin insan boyutunu düşündüm. “İnsan Kaybetti” deniyordu. Bunun iki ayağı vardı: Biri “Kâfir Kaybetti”, diğeri “Mü’min Kaybetti.” İkisi de ayrı ayrı şekillerde, binbir türlü kaybetti. “İnsan husrandadır… Şu asra yemin olsun ki, insan şu asırda husrandadır…”

Sonra da son zamanlardaki konuşmalarında üzerinde durduğu konuların bir bakıma “İnsan Kaybetti” gerçeğinin ikinci ayağı olan “Mü’min Kaybetti” kısmı ile alakalı olduğunun farkına vardım. Orada Musa Hub Hocamızın sorduğu soruya kendi çapımda bir yorum getirip, nasıl ki Bediüzzaman Kur’an tefsiri ve tahkiki iman yoluyla bir misyon icra etmiş, bunun devamında iman sahibi bir Mü’min nasıl kaybedip nasıl kazanır, onunla çok ilgilenmiş. Mükerrer defalar “Mü’min nasıl bir Mü’min olmalı, nasıl kazanıp nasıl kaybeder” gibi konuları işlemiş. Resûlullah’ın (s.a.s.) hayatına, ve sahabenin hayatına çok vurgular yapmış, Mü’min hayatını, mü’min yaşam tarzını vurgulamış. Elbette orada sorulan soru hakkında yorum yapabilecek en son kişi benim ve o soruyu cevaplama gibi aptalca bir girişimim yok, o soruyu biri cevaplayacak olsaydı Musa Hub Hocamız benden daha iyi cevaplardı elbet. Ama madem soru var, insanlık hali olarak düşünüp kendi çapımızda bir cevap arayıp “Acaba?” demekten de kaçınamıyoruz.

“İnsan kaybetti” gerçeğinin “Mü’min kaybetti” kesimi çok trajik ve vahim bir şey doğrusu. Her mü’min kaybetmiştir. Her mü’min belli ölçüde, belli derecede ve belli şekillerde kaybetmiştir. Bilmem kaybetmeme nerede başlar, acaba Şeyh Geylanî de kaybetmemiş midir? Bunlar beni aşan manevi konular, eğer Şeyh Geylanî (k.s.) hayatta olsaydı, belki ben de kendisine bunu sorardım: “Sen kaybettin mi? Kaybettinse nerede, nasıl kaybettin? Kaybetmedinse neden ve nasıl kaybetmedin?” Fakat haddimi bilmezlik olurdu bu!

Ama ben kendi görebildiğim kadarıyla “Mü’min kaybetti” gerçeği güneş gibi aydınlık ve hiçbir gaflet çamuru ile sıvanamayacak kadar aşikâr. Mü’min kaybetti durdu. Gece uzun uzun uyudu kaybetti, uyumadı kaybetti, ayağını yere vurdu kaybetti, yazısını bir şey sandı kaybetti, kendinle gurur duyup kibire kaydı kaybetti, dedikodu yaptı, gıybet veya iftira etti kaybetti, kendi hükmünü Rabbinin hükmünün önüne geçirdi kaybetti ve daha nice şekillerde kaybetti durdu. Bunların çoğunun altında benlik, bencillik var. Kendini bir şey sanma ve dünyaya aldanma var.

Dünya bir rüya… Bir hülya… İnsan kendini kaybedip burasını mesken ediniveriyor. Bir güzel yerleşiyor, kendine yuva ediniyor. Sanki hiç gitmeyecek gibi hissediyor. Melekler gelip “Çık oradan, çık o cesetten, çık, o ceset senin kalıcı yerin falan değil, çık gel buraya” deyiverse, feleğini şaşıracak. Halbuki bu gerçeğin ta kendisi. İnsan kendi gerçeğinden ne kadar uzak, kendine ne kadar yabancı ve kendi yalanına ne kadar yakın ve kendi yalanına ne kadar aşina. İnsanın kendisi kendi yalanı, kendi varlığı kendi içindeki koca bir yalan. Kendi gerçeği ise cesedinin içinde saklanmış ele avuca geçmez bir ruh. Kendi gerçeğinin istikameti ve ışığı kalp ve ruhun derecesi hayatına uzanan nurlu yol. Halbuki insan ne kadar da aksi ve inatçı, ne kadar da gerçeğe düşman, kendine ve gerçeğine düşman, kendi gidişatına yabancı.

Mü’min kendi gerçeğine ve gidişatına yabancılığı ve gafleti derecesinde kayıpta. Kendini ve nefsini ortaya koyduğu ölçüde kayıpta, aynı zamanda kendi gerçeğini ortaya koyduğu ölçüde kazançta. Halbuki bir hiç olmak, sıfıra inmek gibisi yoktur, çünkü bu noktada kaybedecek bir şey yoktur. İnsan madem kaybetmeyi sevmiyor, kaybettikçe üzülüyor, ne diye hep kazanç peşinde koşuyor? Halbuki daha az kaybedecek şeyi olsa daha rahat olmaz mı?

“Mü’min kayıpta” gerçeği çok önemli. Çünkü mü’min kâfirin kaybını konuşurken bile kendisi kayıptadır. Yani tam bir kayıpta olan kâfirin karşısında o da çok kayıptadır. Bir kere o kâfirin imanı sevmesi görevi üzerinde olduğu halde, onu imana davet etmesi gerektiği halde, o bunu ne ölçüde yapmıyorsa kayıptadır. Veya bir gazete yazarı kendi cemaati veya hocası hakkında iftira atıyor, yalan söylüyor veya aslında kendi vehim ve vesveselerine yenilip atıp tutuyor, o mü’min o noktada o gazete yazarına doğru-düzgün cevap vereceğine, hakaret içeren bir mail yazıp egosunu konuşturuyor ve kaybediyor. Halbuki o imtihanda kendisine, cemaatine ve hocasına sataşan o gazete yazarına hakaret etmekle mükellef değil, ama o yazarı davetle, edep ve güzel sözle davetle yükümlü. Mü’min makul bir davet yerine tartışma ve hakarete girdi, kaybetti. Sinirine, öfkesine ve nefsine yenilip o insanı daha da uzaklaştırdı, ona zannını haklı çıkarttı. O âdem evladına vehmini haklı çıkartır malzeme verdi, kardeşini ateşe doğru tekmeledi, Hâbil mi oldu, yoksa Kâbil mi oldu o noktada, bunlardan hangisi Hâbil, hangisi Kâbil, gazeteci mi yoksa ateşe doğru tekmeleyen mi, anlamak zor. Ne bu Adem evlatlarının birbirlerine kini? Halbuki Hâbil ve Kâbil hikâyesinde iyi olan evlat “Ben sana el sürmem” der. Gazeteci de olsan, hakaret de etsen, ben sana ilişmem der.

Mü’min kendi kulluk halini, Risale-i Nur’un en güzel şekilde askerlik şeklinde defalarca tefsir ettiği bir kul asker olduğu gerçeğinden uzaklaştıkça kayıpta. Yani hem kendi hal ve tavırlarında hem de işlerinde ve amellerinde kulluk ve kölelik veya günümüz koşullarına en güzel tefsir edilmesiyle askerlik gerçeğini unuttukça şaşar gider, ve sağ yoldaki yolculuğunda silah ağır geldi, cephane ağır geldi, üniforma ağır geldi deyip atmaya başladıkça kaybeder. Hele önüne her geçen gün Sultanıma sığınmaya ve sultanın adına “Ne gerek var, ben bu işi hallederim” dedikçe kayıpta.

Mü’min dünyada ah vah edip diz dövmedikçe iflah olmaz. Hz. Ömer (r.a.) gibi kendine her gün manen muhasebe kırbacı vurup “Bugün ne yaptın?” demedikçe kayıptadır. Ama Hz. Ömer (r.a.)’ı okuyup öğrenip imrenip de onun vefatından ancak 6 ay sonra bir sahabenin rüyasına girip ‘sorgu sual ancak şimdi bitti’ dediğini hatırlayıp kendine gelmedikçe kaybı hiç bitmez. Dünya lezzet ve mükâfat yeri değil, kulluk yeridir diyen Mü’min, dünyadan kulluktan başka bir şey umduğu an kayıptadır.

O koskoca mü’min ahiret gününde o büyük günde kendilerine gidilince “Biz kendimiz için endişeliyiz” cevabının alındığı azam Resûl ve nebileri unuttuğu an kaybetti. O günü unuttukça kaybı arttı. Mü’min kaybetti doğrusu.

Allah’ın nice başı önde, mutevazı, iddiasız, derecesiz, gösterişsiz kulları vardır ki Cennete doğru yürür, geçer giderler. İsteyen âbid olsun, isteyen âlim olsun, isteyen ne isterse onu olsun deyip giderler. Kenarda köşede kalmaktan hoşlanırlar. En arka safta kalmayı severler. Ne gece kalkıp ayak vurması, cemaat içinde namazı mahsus hızlı kılıp belki kendilerini sıfır göstermeye çalışırlar, mahsus zikirleri acele geçirirler, mahsus dünya şeyleri konuşurlar, ancak yalnız kalınca Rabblerine huşû içinde yönelirler. İşte bunların kaybı azdır herhalde…

Dr. İsmail Küçükturgut

27 Mart 2007

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment