Malumdur ki Kur’an’ı okumak; onu anlamak demektir. Zira ilâhî kelam, gelişi güzel bir okuma ile okunamaz. Kur’an’ın indiriliş gayesi insanlara bir hidayet ve şifa olmasıdır. İşte bu hedef doğrultusundaki bir okuma işlemi yukarıda da geçtiği gibi bizzat Kur’an’ın işaret ettiği okuma ile örtüşür. Onu okumak, onu anlamak ve rehber edinmektir. Arzu edilen, onu Kur’an’ın tebliği doğrultusunda anlamak düşünmek ve yaşamaktır. Anlayarak okuma derken, bu günkü problemlerimizden en önemlilerinden birisinin de onu doğru anlama sorununun olduğunu da belirtmeliyiz. Fakat Kur’an’ın anlaşılmasının gerekliliği mevzuunda henüz tam anlamıyla olgunlaşmamış zihinlerin varlığı, öncelikle okuma- anlama düsturu üzerinde durmamızı gerekli kılmaktadır.
Kur’an’ın kendisinde ve hadislerde Kur’an okumakla ilgili birçok emirler mevcuttur. Fakat bunların hiç birisinde de rastgele bir okumanın önerilmediği açıktır. Şayet rastgele anlamsız bir okuma ile okunması kastedilseydi daha baştan kendilerine hitap edilen ilk muhataplarının dili ile indirilmez ve onlardan onu okuyup anlamaları istenmezdi. Nitekim ayetle Kur’an’ın anlaşılması, Allah’tan korkup sakınılması, öğüt alınması ve niçin yabancı dil denilmemesi için Arapça bir lisanla indirildiği52 ifade edilmiştir. Demek ki Kur’an anlaşılması için, açık ve net olarak gelmiştir. Aksi takdirde net olarak anlaşılmayan bir ikaz ne kadar geniş, mantıki ve ikna edici olursa olsun, bir yol gösterici olamaz. Muhataplarını hedefe sevkedemez. Zaten Allah da insanları anlaşılmayan bir vahye muhatap kılmaktan münezzehtir. Herkesçe malumdur ki, Kur’an’a karşı çıkarak, ona inanmayan, atalarından gördükleri gibi puta tapan insanlar dahi Kur’an’ın anlaşılmaz bir kitap olduğunu söyleyememişlerdir. Nitekim Kur’an’ı anladıkları için ondan korkmuş, çekilmişler ve etkisinde kalma endişesini taşımışlardır. Bunun için de o okunduğu zaman gürültü yapmış, kulaklarını kapatmış duymamaya ve duyurmamaya çalışmışlardır. Şayet müşrikler Kur’an’ı anlamasalardı, ondan kaçmaz, aklıselim insanlar da onun neye davet ettiğinin şuurunda olmasalar ona iman etmezlerdi. Kur’an nazil olmaya ve Hz.Peygamber (s.a.s) Efendimiz tarafından tebliğ edildiği zaman araplar şaşkınlığa düştüler. Onların bu şaşkınlıkları, duydukları ayetleri anlamadıklarından değil, bilakis onu anlayarak, onun manasındaki incelikler, hikmetler, nazmındaki belağat ve fesahata, veciz ifadelerine hayran olmalarından kaynaklanıyordu. Nitekim bu hayranlıkları birçoğunun hidayetine vesile olmuştu. Kur’an’ın diliyle Hz.Peygamber (s.a.s)’in yaşadığı çevrenin dili aynı idi. İnanan da inanmayan da anlıyordu. Çünkü bütün insanlığa hitap eden Kur’an okunacak, anlaşılacak ve ona iman edilecekti. Onda imana giden yollar gösteriliyor, ispatlar yapılıyor, akıllar ikna ediliyordu. Elbette ki böyle bir kitap anlaşılmalıydı. Okuyanlar anlayarak okumalı idiler ki, maksat hâsıl olsundu. Aksi takdirde vahiy gönderilmesinin bir anlamı olmaz bir abesle iştiğal ameliyesi olurdu ki Yüce Allah (cc) da bundan beridir.
Kur’an’a muhatap olan, inanmayan insanların bir takım inkârcı itirazları ve inananların da samimi soruları oluyordu. Onlar bu durumları Hz.Peygamber’e tevcih ediyorlar ve Allah (cc) da O’na vahiyle çözüm gönderiyordu. Bu, onların sorularının cevabıydı. Takdir edilir ki, soruya cevap vermek, o problemi çözmek demektir. İşte onlar da sorularına cevap olıyor, onu anlıyor ve ikna oluyorlardı.53 Kur’an rastgele anlaşılmadan okunup tekrar edilecek bir durumda olsa idi bütün bunların bir anlamı kalmayacaktı. O halde Kur’an okumak, anlayarak okuma işlemiyle içi doldurulabilecek bir kavramdır.
Kur’an’ın ilk muhatapları onu anlamışlardır. O onlara, kendi dilleriyle ve fakat en güzel ifadeleriyle hitabetmiştir. Bu yönüyle o hem anlaşılır hem de derin anlamlar içeren bir kitaptır. Maksada yönelik olarak herkes tarafından anlaşılmıştır. Bir takım incelikleri de bazıları tarafından anlaşılmaya çalışılmıştır. O dönemde yaygın olan fesahat ve belağat sanatı da boy göstermiştir. Kur’an’da çünkü o ana kadar gelen peygamberler de döneminin en yaygın sanatının zirvesindeki bilgi ve beceriyle gelmişlerdir. Kur’an’ın nazil olduğu dönemde de edebiyat zirveyi tutmuştu. Ve ondan herkes kendi kapasitesi nisbetinde istifade ediyordu. Zira aynı gıdalar değişik insanların midelerinde değişik değişik etkiler yapabiliyor, bazı toprak yağmur sularını çekip, çiçeklere saksılık yaparken bazıları da o sudan hiç nasibini alamıyordu. İşte ilâhî rahmet altında şemsiye tutan insanlar olduğu gibi, Kur’an gemisiyle rahmet deryalarına açılıp, hidayet sahiline demir atanlar da oluyordu. Ama kesin olan şu idi ki insanlar Kur’an’ın inceliklerine vakıf olmaktan ziyade herkesin anlıyabileceği bir üslupla ifade edilen tevhit delillerini anlayıp iman etmekten sorulacaklardı. Kur’an’ın anlaşılması kolay bir kitap olduğunu ve her asırda izini bırakacağını belirten Kur’an’ın ingilizce mütercimlerinden Mister Rodvil’in bir değerlendirmesini Eşref Edip bize “Kur’an’ı okudukça onun bizi meshur ettiğini ve hayretlere düşürdüğünü, nihayet bize faikiyetini teslim ettirdiğini ve huzurunda bizi secdeye vardırdığını görüyoruz. Kur’an temas ettiği mevzular ve istihdaf ettiği maksatlar itibariyle üslubu temiz, yüksek ve haşyet vericidir. Belağat nokta-i nazarından, bu eser en ulvi şahikadadır. Hulasa bu eser, her asırda izini bırakmaya namzettir.”54 Şeklinde aktararak Kur’an’ın her asra hitap ettiğini belirtmiştir.
Yüce Allah’ın insanlara gönderdiği ve okumasını emrettiği Kur’an’ın anlaşılması için gayret sarfetmek gerekmektedir. Nasıl ki değişik ilim dallarıyla ilgili, örneğin fizik, kimya, tıp, matematik, nahiv, gramer ve fıkıh gibi benzeri ilimlerin kitabını okuyan kimseler mutlaka onu anlamak ve kavramak için okuyorsa, hidayet rehberi olan, yanlış ile doğruyu ayıran Kur’an da anlaşılarak okunmalı, bu konuda bir gayrete girilmelidir. Aldığımız önemli bir haberi anlamaya çalışıyor, üzerimize düşeni araştırıyorken Allah’ın kelamını sadece okuyup geçmek, onun anlamına ilgisiz kalmak ne ile te’lif edilebilir. Kur’an’ın ve onu okuyan Hz.Peygamber (s.a.s)’in onu nasıl okumamızı istediği ortada iken Kur’an okumalarımızın telaffuzdan öteye geçmemesi en büyük haksızlık ve onun ruhundan uzaklaşma olsa gerektir. Lafzın, mananın anlaşılmasına bir araç olduğu unutulmamalıdır. Kâfirler ve münafıklar da Kur’an’ı anlamaya ve düşünmeye davet edildiklerine göre müslümanlar da onu okuyup anlamalıdırlar. Kâfir ve münafıklar onunla imana davet ediliyorsa müminlerden de imanlarını kuvvetlendirme, ayetler üzerinde derin derin düşünüp imani hakikatleri hayatlarına uygulamaları istenmektedir. Demek ki Kur’an’ın insanlardan yine onlar adına talepleri vardır. Bu istekler onlar tarafından okunup anlaşılmayacak ve böylelikle onlar yapılması gerekene yönlendirilemeyecekse, istemenin, emir ve nehyin bir anlamı kalmayacaktır. Zira Kur’an sadece okunsun, tekrar edilsin diye gelmemiştir. Bilakis o bir barkotun fiyatı okuması, ortaya çıkarması gibi okunacak ve okunan her ayeti hayatta tezahür edecektir. Müteaddit ayetlerde hep emredilen akletmek, tefekkür, tedebbür etmek de ancak onu anlamakla olacak ve maksadına ulaşılacaktır.
Bir mevzuun anlatıldığı ayetin sonunda da “Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar.” buyurularak Kur’an’ın mana ve maksadına kapalı olanlar yeriliyor. Zira orada bahis mevzuu edilen, hiçbir sözü anlamamalarından ötürü kınanan bu insanlar da Kur’an okuyor yahut dinliyorlardı. Şayet onu anlamak mümkün olmayıp sadece okumak yeterli olsaydı bu insanlar sözü anlamak ve gereğini yapmakla sorumlu tutulmayacak ve onların kayıtsızlıkları karşısında da kınanmayacaklardı. Bugün de Kur’an sadece okunuyor anlaşılmaya çalışılmıyor ve böyle bir okuma gerçek anlamda bir okuma olarak değerlendiriliyorsa Kur’an’da yerilen kimselerden olunuyor demektir. Ayetlerin işaretlediği hedefi görmeye çalışmadan, onun ruhundan uzaklaşarak bir okuma kariye bir fayda sağlamayacaktır. Okuduğunu veya dinlediğinin anlaşılması gerektiğini önemsemeyen, anladığını da yaşamayan bir kimse adeta Kur’an’da tasvir edilenlerin durumuna düşer ki, onlar Hz.Peygamber (s.a.s)’i dinliyorlar sonra onun yanından ayrıldıklarında bilgili kimselere “az önce ne demişti”55 diye sorarak alaycı bir tavır takınıyorlardı. Ayrıca bu tür insanlar Kur’an okudukları halde böyle bir hataya düşmüş olurlar ki işin acı tarafı da burası olsa gerektir.
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o kitabı hak olduğunu bilerek okurlar. İşte onlar tahrif yapmaksızın kitaplarına iman edenlerdir. Her kim de kitabı inkâr eder ve değiştirirse, onlar dinlerinde ziyan edenlerdir.56 Ayetinde ifade edildiği gibi, Kur’an hakkıyla okunmalıdır. İşte hakkıyla okuyanlar onu tahrif etmeden kitaplarına iman edenlerdir. Bunun manay-ı muhalifi ise onu hakkıyla okumayanlar, kelamı değiştirenler, saptıranlardır ki bunlar da dinde ziyan etmişlerdir. Bilinmelidir ki ayetleri değiştirmek bir tahrif olduğu gibi, ayetlerin özünden uzaklaşarak onları gereği gibi okumamak, dolayısıyla ideal bir okumanın hâsıl edeceği sonuçtan ayrı düşmek de bir nevi tahriftir, yanlış okuma ve yanlış anlamadır. O halde tilavetin hakkını vermek; Kur’an’ı anlamak, hükümlerini düşünmek ve bizzat muhataplık şuurunu taşıyarak okumaktır. Kişi Rabbiyle sohbet ediyor gibi okumalı ve gerekeni yapmaya ruh dünyasında söz vermelidir. Okuduğu ayette kendisinden ne isteniyor, ona vakıf olmaya çalışmalı, bütün frekanslarını ona göre ayarlamalıdır. Bütün bunlar da alıcılarının sağlam ve ruh dünyasının berrak olmasına bağlıdır. Bekir Topaloğlu’nun belirttiği gibi Kur’an okımakta hazırlık ve düşünme safhasından sonra anlama merhalesi gelir ki, Kur’an okuyacak olan kimse her şeyden önce maddi-manevi temizliğini yapar kalbini günah kirlerinden, değişik meşguliyetlerden temizler ve ruhi kuvvetlerini ilâhî kelamı okumaya kanalize ederse, kendisine Kur’an’ın o saadetler dolu mana âlemi açılmaya başlar. Şayet bu kişi ısrarla günah işliyorsa kalp artık vazifesini göremez ve arada kalın perdeler oluşur. Kalp aynası kirlenir, kararır ve artık orada kudsî manalar tecelli edemez hale gelir. 57 Anlaşılıyor ki Kur’an’ı okuyacak bir kimse yukarıdaki bölümlerde değindiğimiz bir takım maddi ve nanevi hazırlıkları yerine getirecek, sonra da o ayetler üzerinde temiz bir niyetle düşünecek ve akabinde de onun anlamına ulaşmaya çalışacaktır. İşte ancak o zaman hakkıyla bir tilavet gerçekleşmiş olacaktır ki bu da Kur’an’ı anlayarak okumanın, onun ayrılmaz bir parçası olduğunu gözler önüne sermektedir.
Kur’an’ı anlama gayretinden uzak bir okumadan Milli Şairimiz M.Akif Ersoy da şikâyetçidir ve bunu kendi şiir diliyle şöyle ifade etmektedir:
Lafzı muhkem yalnız, anlaşılan Kur’an’ın;
Çünkü kaydında değil hiç birimiz mananın.
Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına,
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin!
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.
(Safahat, II/169)
Evet, Kur’an’ın manasından uzaklaşıp hedefinin başka başka şeylere çevrildiğini ne kadar güzel dile getirmiş şairimiz. Maalesef bugün de mananın kaydında değilsek, onun hedefinin çok çok uzaklarına düşüyoruz demektir. Kur’an’ı açıp onun sayfalarını seyretmek, onu sadece ölülere okumak ve fal bakmak onun inzal gayesi olmamıştır hiç bir zaman. Dirilere hidayet için gelen, hayata yol gösteren Kur’an’a ölülerden çok canlıların ihtiyacı vardır. Bugün Kur’an değişik değişik amaçlar için okunmakta, ölülerin ruhuna bağışlanmakta, bir takım hesaplar yapılarak gereksiz mecralara kaydırılmakta, onun ruhuna, özüne inip yaşamak değil de ayet ve sureler parsellenerek ilgisiz şeyler için reçete yapılmaktadır. Kötülükten kendisini alıkoymayan kişinin namazının şekilden öteye geçemediği gibi okunan Kur’an da telaffuzdan öteye geçmemektedir. Oysa Kur’an bir hidayet ve şifa kaynağı idi. Onda hidayetin, güzelliğin, samimiyetin, sıhhatli yaşamanın dünya ve ahiret saadetinin yolları gösteriliyor, maddi ve manevi hastalıklara reçete sunuluyordu. Ama o, terkipleri bir araya getirip ilaç yapmada değil de ilaçların isimlerini sadece telaffuz ederek şifa beklemekte kullanılmıştır. Önemli bir haber yabancı bir dille geldiği zaman derhal onu anlamaya çalışıyor, dilini öğreniyor veya tercüme ettiriyoruz. Kaldı ki o, bütün âlemlerin yaratıcısı olan Allah’ın bir kelamı ve insanlığa bir hitabıdır. Ve O bizden sadece lafız olarak tekrar edip durmamızı değil, onu okuyup anlayarak gereğini yapmamızı istemektedir.
Ayrıca Hz. Peygamber “Kur’an’ı üç (günden) az (bir zamanda) okuyup (bitiren) kimse (onu) hakkıyla anlayamaz” 58 buyurarak zamanlama ve anlama arasındaki irtibata ışık tutmuştur. Çünkü Kur’an’ın çok kısa zamanda yani süratli okunması; manasını anlamayı, zihni olarak onu takip etmeyi olanaksız hale getirmektedir.
Kur’an’ı anlayarak okumanın bir diğer anlamı da Kur’an’la adeta konuşur gibi okumaktır. Ona muhatap olduğu bilinciyle, onun sorularına cevap vererek, onu tasdik ederek okumaktır. Nasıl ki bizimle konuşan bir insana cevap veriyor, zaman zaman tasdik ediyor, bazan da bir takım hareketlerle onu dinlediğimizi ve anladığımızı gösteriyorsak, Kur’an’ı okurken de onu anladığımızın göstergesi ilk planda ayetleri tasdik, Allah’ı tesbih ve tenzih, sonra da anladıklarımızın hayata aktarılması olmalıdır. İmam Nevevî, Kur’an’la konuşur gibi okumanın yolunu “ ‘Allah hâkimler hâkimi değil midir?’(Tîn95/8)ayeti okununca ‘belâ ve ene alâ zâlike mine’ş-şahidîn (evet ben de buna şahitlik edenlerdenim)’ denir. ‘O ölüleri diriltmeye kadir değil midir?’ (Kıyâme75/40) ayeti okununca ‘belâ eşhedü (evet ben şahitlik ederim)’ denir. ‘Bundan sonra hangi söze inanacaklar’(A’raf7/185) ayeti okununca ‘amentü billahi (Allah’a iman ettim)’ denir ‘Yüce olan Rabbinin adını tesbih et’(A’lâ87/1) ayeti okunduğunda ‘Sübhane Rabbiye’l-A’lâ (Yüce olan Rabbimi tesbih ederim)’ denir.”59 Diyerek göstermekte ve bu tür bir okumanın Kur’an’ı anlamak olduğuna işaret etmektedir. Tirmizî ve Hakim, Câbir’in “Rasulullah (s.a.v) sahabenin yanına çıktı. Rahmân Sûresini okudu. Ashab sustu. O’nu cinlere okuduğumda sizden daha güzel mukabelede bulundular. ‘Şimdi Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?’ ayetleri gelince ‘ey Rabbimiz, senin hiçbir nimetini yalanlamayız. Hamd sanadır.’ demişlerdi” şeklindeki rivayeti naklederken yine aynı amaca hizmet etmiştir. Müslim’den gelen bir rivayete göre Huzeyfe, bir gece Rasulullah ile beraber namaz kıldığını, Hz.Peygamber (s.a.s)’in namazda önce Bakara, sonra Nisâ, daha sonra da Âl-i İmrân surelerini acele etmeden okuduğunu, tesbih ayeti geçtiğinde tesbih ettiğini, istek ayeti geçtiğinde istekte bulunduğunu, Allah’a sığınmayı gerektiren bir ayet geçtiğimde de Allah’a sığındığını söylerken, Ebû Davud ve Tirmizî’nin bir başka rivayetinde de Rasulullah’ın, her kim Tîn Sûresini okuyup bitirdiğinde ‘Evet ben buna şahit olanlardanım desin. Kıyame Sûresini okuyan “Bunları yapan Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? (Elbette yeter)” ayetine gelince ‘Evet’desin. Murselât Suresini okuyan ise “Onlar bundan sonra hangi söze inanacaklar” ayetine gelince ‘Allah’a inandık’ desin buyurduğu60 belirtilmiş Kur’an’ın bir diyalog içinde okunması gerektiği vurgulanmıştır.
Sonuç olarak, Kur’an okuma; onu anlayarak okumadır. Onu okuma; anlamsız kelimeleri kuru kuruya telaffuz edip durmak olmadığı gibi sadece güzel ve nağmeli seslerle okuyup coşarak musiki ihtiyacımızı gidermek de değildir. Bir ressamın fırçası gibi okuduğumuz Kur’an da bizim hayatımızda şekiller çizmelidir. Anlamsız çizgiler çizen kişinin resim yaptım diyemeyeceği gibi anlamadan, daha doğrusu onun gereğini yapmayan da Kur’an okudum dememelidir. Oku emriyle bir harekete bir oluşa işaret eden Kur’an kendisinin anlaşılmasını ve üzerinde düşünülmesini istemiş ve anlayarak okumanın bütün versiyonlarını içeren kavramlar kullanmıştır.
Burhan Küpeli

