Şeyh Galip’in bir sözü var bizim halimizi anlatan “Ateş Denizinde Mumdan Gemiler” diye. Bizim bu dünya ve olaylar denizinde halimiz tam da bu. “Ateş denizinde mumdan gemiler” gibiyiz. Sahil-i selamete çıkmak çok çok zor Hele ahir zamanda günah denizleri, kibir denizleri, riya denizleri, afaki ve nefsani bütün kuşatılmışlıkla bizim benliğimizi mum gibi eritiyor ateş denizinde muhafaza olmak çok çok zor.
Hz. İbrahim’in çizgisinde olmak gerek tevhid-teslimiyet duruşunda olmak gerek ki bu ateş denizinden eriyip yok olmayalım, kavrulup kül olmayalım. Üstad Bediüzzaman’ın beyanı ile “İman tevhidi, tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise saadet-i dareyni iktiza eder.” Aksihalde bu ateş denizinde hayatın her tarafı ateş olmuş günah olmuş çelici olmuş, bizi iman çizgisinden alıp eritiyor yok ediyor yakıyor. Hz. İbrahim’e olduğu gibi Allah’ın bize yardımı ve hıfzı gerek maddi-manevi ateşlerin bizleri yakmaması için o ateşlerin serin ve selametli” olması gerek. “(Onlar İbrahim’i ateşe atınca biz: “Ey ateş! İbrahim’e karşı soğuk, serin ve selametli ol!” dedik.” (Enbiyâ, 69) Bu selamete ermek için ateşler içindeki bizlerin de tevekkül/teslimiyet içinde olmamız gerekir, tıpkı Hz. İbrahim gibi.
Ve yine bu dağdağalı âlemde hayatın yıkıcı dalgaları ateşleri içinde İmam Şazilî’nin muhteşem kozmik duası (ki her daim okunası vird edinilesi bir duadır) “Hizbü’l-Bahr” “Deniz Hizbi”ni yana yakıla okumalıyız, tıpkı ayette belirtildiği üzere bir duruşla ki necat bulabilelim. Bizi yutacak maddi manevi hutlardan ateşlerden korunabilmek için “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin.” (A’râf, 55 ) âyetince bir hissediş ve bilinçle dolmalıyız. İmam-ı Şazeli’nin Hizbü’l-Bahr duasından bir kesitte şöyle münacaat edilir:
“Bize sebat ver, bize yardım et ve Musa’ya denizi, İbrahim’e ateşi, Davud’a dağları ve demiri, Süleyman’a rüzgarı ve cinleri musahhar kıldığın gibi bu denizi de bize musahhar kıl. Yerde ve gökte, mülkte ve melekutta olan senin bütün denizlerini, dünya ve ahiret denizlerini bize musahhar kıl. Ey her şeyin melekutu elinde olan her şeyi bize musahhar kıl.” Evet bu vb duaları yana yakıla okumamız lazım yanmamak ve boğulmamak yitip gitmemek için.”
Üstad Bediüzzaman’ın Lem’alar isimli eserinin başındaki Birinci Lem’ası Hz. Yunus’un kıssasının açılımın hikmetlerini bize günümüze bakan yönleri ile anlatır. Mutlaka kelime kelime mütlaa ve müzake edilmesi gereken, irşad ve ıslah dersleridir. İbtida şöyle başlar:
“Hazret-i Yunus İbn-i Metta alâ nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâmın münâcatı, en azîm bir münâcattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssa-i meşhuresinin hülâsası:
Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette (Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez zâlimîn. / “Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim. Şüphesiz ben kendine zulmedenlerden oldum.” ) münâcatı, ona süraten vasıta-i necat olmuştur. Şu münâcatın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bi’l-külliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir zat lâzım ki hükmü hem balığa hem denize hem geceye hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde “gece, deniz ve hut” ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faydaları olmazdı. Demek, esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-esbab’dan başka bir melce olamadığını aynelyakîn gördüğünden sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münâcat birdenbire geceyi, denizi ve hutu musahhar etmiştir. O nur-u tevhid ile hutun karnını bir tahte’l-bahir gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lamba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti. İşte Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbaldir.
İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor, onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.
Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus aleyhisselâma iktidaen, umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbibü’l-esbab olan Rabb’imize iltica edip “Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez zâlimîn.” (“Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim. Şüphesiz ben kendine zulmedenlerden oldum.”) demeliyiz ve aynelyakîn anlamalıyız ki gaflet ve dalaletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını def’edecek yalnız o zat olabilir ki istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir.
Acaba Hâlık-ı semavat ve arz’dan başka hangi sebep var ki en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvacından kurtaracak? Hâşâ, Zat-ı Vâcibü’l-vücud’dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette onun izni ve iradesi olmadan imdat edemez ve halâskâr olamaz.” (Nursî, Lem’alar, 1. Lem’a).
…
İşte bizim de bu olaylar denizinde şu dünyada yaşam alanlarımızda bizi çepeçevre kuşatmış maddi manevi nefsani afaki hutlarımız bizi yutacak balıklarımız var.. Sahili selamete çıkbilmemiz Hz. Yunus gibi teslimiyete tövbelere ihtiyacımız var.. Aksi halde ebedi bir alemi kaybetmek işten değil. Günahlarla kuşatılmışız nefsaniyetle kuşatılmışız ucb riya hırs tamah ateşleri akrepleri ile kuşatılmışız ya eteşler yakacak bizi ateş denizinde mumdan gemiler gibi zorların zoru bir durumdan selamete erişmemiz çok zor Hz. İbrahimi kuşatan atıldığı ateşteki gibi Rabbe teslimiyet gerekir ki o ateşler bize serin selametli olsun Allah’ın izni gül gülistan olsun serin olsun her halimiz yakmasın afak enfüs ateşleri bizi ve yine Hz. Yunus gibi tüm yanlışlarımız olabilecek yanlışlarımıza büyük tövbe gerekir teslimiyet gerekir ki bizi boğa nsarmalayan nefsani afaki hutlardan kurtulabilelim sahili selamete erişelim dağlar vari emvac dalgalar ve karanlıklardan kurtulabilelim..
Son olarak Üstad Bediüzzamanın Sözler isimli başyapıtında bahsettiği muhtşem anlatımı ile: “Bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrüp etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır haşerat, etrafını sarmışlar.” İşte bu hal bizim çepeçevre kuşatılmışlık çaresizliğimizin anlatımıdır bu halden kurtuluş ancak dua, tövbe, teslimiyet, kalb-i selim, akl-ı selimi ve ihlaslı olmamızla olabilir. Aksi halde enfüs ü afakî kuşatılmışlıklar ejderhalar, arslanlar, muzır haşarat kabilinden günahlar vb vb unsurlardan kurtuluşumuz mümkün olmayacaktır.
Kur’an-i Kerim’in hayat prensiplerimizi hatırlatan mesajları ile mevzuyu taçlandırmış olalım:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve (sizi) Allah’a (yakınlaştıracak) vesileler arayın.” (Maide, 35). “Rabbinize gönülden (yalvara yakara) ve gizlice (için için) dua edin. “ (A’râf 55).
“O’na korkarak ve umarak dua edin. Elbette ki Allah’ın rahmeti, muhsinlere/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanlara pek yakındır.” (A’râf, 56). “Gönülden yalvararak, korku ile ve yüksek olmayan bir sesle, sabah ve akşam Rabbini zikret. Sakın gafillerden olma!” (A’râf, 205)
“Sabah akşam Rablerinin rızasını umarak O’na dua edenlerle beraber sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözünü onlardan ayırma. (İlgin, alakan onlar üzerinde olsun.) Kalbini zikrimizden gafil bıraktığımız, hevasına uyan ve işleri hep aşırılık olan kimseye itaat etme.” (Kehf 28).
“Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur.” (Nisâ, 110).
İşte… Ateşlerden her türlü sarmalayan unsurlardan her türlü tehlikeden maddî-manevî korunmanın sahili selamete ermenin, eteşlere duçar olmamanın yolu budur. Aksi halde kurtuluş mümkün değildir.