İlimSema CeyhanTemmuz '23Yazarlar

Hayatın gerçeklerinden habersiz, duygusuz ve bencil bir nesil geliyor. Şehitler için gözyaşı döken kendi ana babalarını anlamıyorlar. Başkalarının çocukları için ağlamaya anlam veremiyorlar. Yanıbaşımızdaki savaşlar, acı çeken çocuklar, ölen onbinlerce insan onları hiç ilgilendirmiyor. Tüm acı gerçekleri çizgi film tadında izliyorlar ve yürekleri hiç acımıyor. Hayatlarının odağındaki tek şey eğlenmek. Eğlenemedikleri tüm zamanları kendilerine bir işkence olarak görüyorlar.
Kendileri için yapılan fedakârlıkların hiç farkında değiller. Kıymet bilmiyorlar ve vefasızlar. Herkesi kendine hizmet etmek için yaratılmış görüyorlar. İnsanlara verdikleri değer, onların isteklerini yerine getirebildikleri ve ne kadar eğlendirdikleriyle orantılı.

Başkalarıyla dalga geçmeyi ve küçümsemeyi marifet olarak görüyor, kendileri dışındakileri “ezik” olarak tanımlıyorlar. İçinde bulundukları şartları kabullenemiyor, asgari ücretle çalışan ailelerinden en kaliteli cep telefonlarını, tabletleri, arabaları istiyor, kendilerine lüks bir hayat sunamayan ailelerini suçluyorlar.

Hayatlarında eğlenmeden başka bir amaç olmadığı için artık tek eğlence kaynağına dönmüş telefon ve tabletlerini ellerinden aldığınızda dünyanın sonunun geldiğini zannediyorlar.

Geçmiş onları pek ilgilendirmiyor, atalarımıza karşı vefasızlar. Millet olma şuuru taşımıyorlar. Dedelerinin canları, kanları pahasına vermediği vatan toprağını en iyi fiyatı verene satacak kadar maneviyattan yoksunlar. Vatan, onlar için son model bir cep telefonundan daha değersiz.

Gelecek konusunda da kendilerinden sonraki nesilleri düşünme ve onlara iyi bir gelecek hazırlama gibi kaygıları hiç yok. Milletimizin geleceği açısından endişeleniyorum. 20 yıl sonra bu nesil, nasıl ana-baba olacak? Kendine hayrı olmayan bu nesil, nasıl çocuk yetiştirecek? Evlerini nasıl idare edebilecek? Ülkeyi nasıl yönetecek? Vatanı nasıl savunup can verecek?

Bütün bunlar neden oluyor, izah etmekte fayda var.

Altın kafeslerde çocuklar yetiştiriyoruz artık. Uçmayı bilmeyen kuşlar gibi. Çocuklar hayattan bîhaber.

Açlık nedir bilmiyorlar, çünkü yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında yetiştiriyor, acıkmalarına bile fırsat vermiyoruz. Öyle ki yemek yemeyi bile işkence olarak görüyorlar.

Susuzluk nedir hiç bilmiyorlar. Hiç susuz kalmamışlar. Üç adımlık yolda bile susarlar diye yanımızda içecek taşıyoruz. Çocuk daha “susadım” demeden ağzına suyu dayıyoruz.

Çocuklar hiç üşümüyorlar. Soğuk havalarda evden çıkarmıyoruz. Okula giderken kırk kat sarmalayıp çıkarıyoruz dışarı, hiç titremiyorlar.

Çocuklar hiç ıslanmıyorlar, evden arabaya kadar bile üç metrelik mesafede şemsiyesini başına tutuyoruz. Saçına bir tek yağmur damlası düşürmüyoruz. Bu yüzden çocuklar ıslanmak nedir bilmiyorlar.

Yorgunluk nedir bilmiyor çocuklar. İki adımlık mesafelere bile arabayla götürüyoruz onları, yorulmasınlar diye. Birazcık parkta koşsalar, hasta olacak diye engel oluyoruz. Onlar takatleri tükenecek kadar hiç yorulmuyorlar.

Yokluk nedir bilmiyorlar, daha istemeden her şeyi önlerine sunuyoruz. Bu yüzden varlığın kıymetini bilmiyorlar.
Onlar bir yanığın veya bıçak kesiğinin acısını bilmiyorlar. Elleri yanmasın, kesilmesin sakın diye onlara ne bıçak tutturuyor, ne ocak yaktırıyoruz.

Çocuklar hissetmiyor yaşamı. Açlığı bilmediği için açlara acımıyor, üşümek nedir bilmedikleri için sokaktaki evsizleri umursamıyor. Yokluk nedir bilmedikleri için ekmeğe gelen zam onların dikkatini bile çekmiyor, haber kalabalığı olarak görüyor, gülüp geçiyorlar. Sıcak odalarında yaşadıkları için evsizlik nedir, sürgün nedir anlamıyor, savaşları, kurşunlanan, ölen insanları umursamıyorlar. Acımıyorlar. Çünkü biz şefkat kahramanı olan valideler, müspet olan duygularımızı ifrat ve tefrit derecesinde menfiye kanalize ederek çocuklarımızı yanlış eğitiyoruz. Mâna-yı harfiyle değil de, mâna-yı ismiyle kollamaya çalışıyor, bir anlık gaflet perdesi altında mâna-yı harfiyi unutuyoruz. Sanki bize verilen bir emanet değil de, bizim malımızmış gibi, istediğimiz şekilde terbiye etmeye çalışarak onların ahiret ve dünyalarını ebedi hüsrana uğratıyoruz. Oysa ki; insanın ilk tanıdığı ve yoğun bir şekilde ilk muhatap olduğu varlık annesidir. İlk dokunuş, ilk görgü ve ilk eğitim anneden geldiği için insanın huy ve karakterinin şekillenmesinde annenin eğitmenliği ve rolü büyüktür. Hem de temeldir. Sonraki eğitimleri bu temel üstüne bina olur.

Çocuk ilk tecrübe ve terbiyesini annesinden alır. Hayatın ilk adımlarını ve şartlarını çocuğa annesi öğretir. Çocuk ile anne arasında hem şefkat hem de duygusal olarak mükemmel bir bağ vardır. Çocuğun bakım ve terbiyesi çok zor ve müşkülatlı olmasına karşın, annenin bunu lezzet ve keyif alarak yapması, annenin şefkatinin ne kadar esaslı ve kahramanane olduğunu gösterir. Zira aynı anne başkasının çocuğuna aynı samimiyet ve esaslı şefkati gösteremiyor. Nasıl çocuk doğar doğmaz memeler musluğundan rızkı safi bir süt şeklinde gönderiliyor ise, aynı şekilde şefkat de bir ilahi ihsan eseri olarak annenin kalbine gönderiliyor.

Çocuk yemesini, içmesini, oturmasını, kalkmasını ilk olarak annesinden görür. Bu sebeple çocuğun ilk öğretmeni ve eğitmeni annesidir. Çocuğun belleği safi ve temiz olarak geldiği için, ilk işlemeyi anne yapar ve bu ilk işleme temel gibidir, sonrakiler tamamen bunun üstüne bina olur. Öyle ise anne ve baba çocuğa güzel bir örnek ve ahlâklı bir terbiyeci olmalıdır.

Anne ve baba mütevazı olursa çocuk da onlar gibi mütevazı olma yolunda ilk adımı atmış olur. Tabi daha sonraki eğitim süreçleri de önemlidir. Okul, çevre, komşuluk ilişkileri gibi birçok unsurlar çocuğun terbiyesine etki edip onun ruh dünyasını biçimlendirecektir. Anne ve baba bunlara da çok dikkat etmelidir. Uzak denetim metodu ile çocuğu sürekli murakabe etmelidir.

Çocuğa karşı aşırı müdahaleci olmak yanlış olduğu gibi, aşırı bir şekilde kendi hâline bırakmak da yanlış olur. Bu yüzden çocuk ebeveyn tarafından sıkmadan uzaktan denetlenmelidir.

Sevgili Üstadımız validesinden misaller vererek bu konuyla alakalı çok güzel izahatlar etmiş ve biz de onun ifadesiyle Nurlarda geçen o muhteşem bahisleri okuyalım:

Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. (1).
Validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esâsiye müşahede ediyorum.

BİRİNCİ NÜKTE

Risâle-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisâ taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risâle-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillâhilhamd bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlâsı ve mukabelesiz bir fedakârlık mânâsını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var.
Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyevîyesini, hem hayat-ı ebedîyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük numunesi şudur:

O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyevîyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebedîyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmîyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.

Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, biçare veledini haps-i ebedî olan Cehennemden ve idam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrıyla çalışsa, o veledin bütün ettiği hasenâtının bir misli, validesinin defter-i a’mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün ruh u cânıyla şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur.
Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda katî ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esâsiye müşahede ediyorum.

Ezcümle: Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risâle-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.

Evet, bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati sû-i istimal edilip, mâsum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun mâsum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimal etmektir.

Bir duâ: Rabbim bizleri ve evlatlarımızı sırat-ı müstakim üzere olan, salihler ve salihalar zümresine dahil eylesin. Amin!.

Dipnot:
1-Lem’alar, Yirmi Dördüncü Lem’a..

 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment