Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (1878-1960) en yakın talebelerinden, yanındaki hizmetkârlarından, nüfûsuna aldığı manevî evladlarından ve vefatı sonrası vârislerinden birisi de Safranbolulu Hüsnü Bayram ağabeydir (1935-2020). Memleketim olan Safranbolu’lu ilk Nur Talebelerinden olması hasebiyle Hüsnü Bayram ağabeyi hemşehrim bir Nur Ağabeyi olarak kendime çok yakın hissetmişimdir, onunla aynı ilçeden, aynı ilden olmakla iftihar etmişimdir. Nitekim Lahikalar’da da Üstad Bediüzzaman Hazretleri Safranbolu ile Eflani’yi birlikte zikreder, yer yer Kastamonu, Safranbolu, Kurucaşile havalisini tek bir bölge kabul eder.
1984 sonbaharında Bursa Merkez İmam Hatip, Lise-1’de tanıştığım Risale-i Nur’ları okurken, Kastamonu, Emirdağ Lahikalarında her Safranbolu, Eflani, Kurucaşile, Karabük, Kastamonu isimleri ve oradaki Nur Talebelerinin isimleri geçtikçe, 14 yaşımdaki genç ruhumda tarifsiz bir aşk duyar, ne zaman memleketimin iman kahramanları bu zatlarla tanışabileceğim diye heyecanlanırdım. “Vay be, benim memleketimden de böyle büyük zatlar çıkıyormuş da ben bilmiyormuşum demek…” diye içten içe onurlanarak sevinirdim
Hayatımda ilk defa 1985 yazında Bursa’da Nur Talebeleriyle bir aylık Risale Okuma Kampı’na katılmıştım. Risale-i Nur Külliyatını, Eski Said Dönemi eserleri de dâhil olmak üzere, bir ayda baştan sona okumuş, hatta birinci olmuştum. Lahikaları okurken, ismi geçen Safranbolu-Kastamonu’lu Nur talebelerinden bir liste yapmıştım ve planıma göre o zatları bir bir ziyaret edecek ve tanışacaktım; dualarını, himmetlerini alacaktım, onlardan risale dersi ve Üstad’la hatıralarını dinleyecektim, bir hikmet, bir sır, bir manevî hâl kapmaya çalışacaktım.
İşte böyle kendilerine ziyade hüsnüzan, muhabbet, hürmet ve arzu-iştiyak duyduğum Nur’un Hizmetkârı ağabeylerden bir tanesi de berber Hıfzı Bayramoğlu ağabey (1907-1970), ve oğulları Hüsnü Bayram ve Yılmaz Bayram ağabeylerdi. Doğduğum sene 1970’te 63 yaşındayken vefat etmiş olan Hıfzı Bayram ağabeye maalesef yetişememiştim, fakat ona karşı Lahikalar’da adının geçtiği mektuplar ve cümlelerden ve Nur Talebeleri’nin hatıralarındaki ifadelerden çok derin bir muhabbet ve hasret hissi duyduğumu söyleyebilirim.
HÜSNÜ BAYRAM AĞABEY SAFRANBOLULU HEMŞEHRİMDİ
Aslen Safranbolu olan ve ismi Risale-i Nur’da hep Safranbolu yöresiyle anılan Hüsnü Bayram ağabeyin hemşehrisi olmak ve Nurlar’da geçen Safranbolu-Eflani-Kastamonu yöresiyle ve oradaki Nur Talebeleriyle ilgili her cümle ve kelimeye dolaylı olarak da olsa kendimi muhatap bilmek benim için Üstad Bediüzzaman Hazretleriyle ayrı bir duygusal bağ oluşturduğunu itiraf etmeliyim.
Safranbolu ve Eflani Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin zihninde ve kalbinde de sanki birbiriyle tek yumurta ikizi kardeşlerdi, çoğu zaman bunları beraber anar. Mesela Safranbolu’lu Hıfzı Bayram ağabeyin eşinin ve küçük oğulları Hüsnü ve Yılmaz’ın yazdıkları tebrikleri “umum Safranbolu ve Eflâni medrese-i Nuriyesi namına bu Ramazan’ın bir firdevsî teberrükü hesabına kabul ettik” der.¹ Mesela Üstad’ın “Aziz, sıddık kardeşlerim, Safranbolu, Eflâni havalisi Nur şakirtleri.. Nurun Safranbolu, Eflâni havalisindeki Nurun küçük kahramanları..”² diye hitap ettiği talihlilerin başında Hüsnü Bayram ve Yılmaz Bayram gibi küçük nur talebeleri gelir. Lis eve Üniversite hayatımda sözkonusu mektupları okurken, “Ben de Safranbolu’luyum” deyip “Bu mektubun istikbaldeki küçücük muhataplarından biri de ben olabilir miyim?” ümidiyle okuyor, kendimce dersler alıyordum.
Bediüzzaman Hazretleri, Mustafa Sungur ağabeye bir dua listesi hazırlattığı ve o listeyi başucuna astığı; ahirete irtihal edene kadar, Nurs, Barla, Emirdağ, Kastamonu, Eflani ve Safranbolu Nur Talebelerine de dualar ettiğini Lahika mektuplarından öğrendiğim zaman, çok imrenmiş, “Âh keşke, gelecekteki nur talebelerine etmiş olduğu dualar içine girebilmiş olsaydım” diye iç geçirmiştim. Vâkıa ben, ilmiyle, feyziyle ve duasıyla bereket vesilesi olan O zâtın, memleket ismi altında da yapmış olduğu mübarek duaların hala o yörelerdeki ve tabii ki Safranbolu’daki Nur Talebelerine ulaştığını, bir bereket ve mübarekiyet vesilesi olduğunu düşünüyorum.
Bediüzzaman’ın “Safranbolu kahramanları, Safranbolu fedakârları, Safranbolu’nun sadık şakirdleri”, “Safranbolu Nurcuları”, “Safranbolulu kardeşlerimiz”, “Safranbolu bahadırı” gibi ifadelerle tavsif ettiği saff-ı evvel nur talebeleri olan başta Mustafa Osman (1911-1991), Hıfzı Bayram, Ahmed Fuad, Mustafa Sungur, Hacı Emin Tekinalp, Mustafa Oruç, Osman ve Ahmed, Hafız Mustafa, Hatip İbrahim, Rahmi, Hüsnü Bayram, Yılmaz Bayram gibi ağabeylerin bıraktığı izleri takip etmeye ve her yere o izleri yaymaya Cenab-ı Hak muvaffak eylesin. (Not: Eflani, o zamanlar, Safranbolu’nun bir nahiyesi idi.)
BEDİÜZZAMAN’I TANIMASI (1942) VE HİZMETİNE GİRMESİ (1950)
Hüsnü Bayram ağabey Üstad’ı ilk tanımasını ve hizmetine girmesini şöyle anlatmış: “(Bediüzzaman’ın) adını ilk defa pederim Hıfzı Bayram’ın Üstadımızı Kastamonu’da ziyaretinin akabinde işittim. Pederim eve döndüğünde “Ben Bediüzzaman’ı ziyaret ettim. Duasını aldım. Sizlere dua ederek bu evimizi Nur medresesi olarak kabul etti. Bu risaleleri yazarak Nur’a talebe olacağız” dedi. 7 yaşımdaydım, 1942 senesinde Nur risalelerini yazmaya başladık. Yazdığımız risaleleri Üstadımız’a gönderdik. Üstadımız Emirdağ’daydı. Ve bu risaleler ve mektuplara mukabil isimlerimizle bizlere cevabi mektuplar gönderiyordu. Daha sonra evvela Ekim 1949’da Afyon’da sonra Emirdağ’da ziyaret ettik. 1950 baharında Emirdağ’da hizmetinde kalmaya başladım.”
Vefat edene kadar tam 10 sene Bediüzzaman Hazretleri’nin yanında hem talebesi, hem hizmetkârı, hem şoförü, hem de sonrasında vârisi olmakla şereflenmiş bulunan Hüsnü Bayram ağabey, Bediüzzaman’ın bir-kaç cümleyle anlatılamayacağını, onun ancak Risale-i Nur Külliyatını okumakla anlaşılabileceğini, onun manevî şahsiyetinin ancak Risale-i Nur ile idrak edilebileceğini söyledikten sonra şöyle der: “Benim acizane yanında-yakınında bulunduğumdan, Üstad’ta gördüğüm ise muhteşem bir şefkat ve derin bir hikmete mazhariyetidir.”
ÜÇÜNCÜ SAİD’İN TALEBESİYDİ: EN GENÇ VÂRİSİYDİ.
Bediüzzaman’ın Üç döneme ayırdığı hayatında talebeleri de dönem dönemdir.
a. Eski Said’in Talebeleri: Üç dönemdir:
• 1897-1907: Van Medrese Talebeleri
• 1911-1914: Van Horhor Medresesi Talebeleri
• 1918-1922: İstanbul Talebeleri
b. Yeni Said’in Talebeleri. Bu da kendi içinde dört dönemdir:
• Risale-i Nur Öncesi: 1923-1926: Van hayatı talebeleri.
• Saff-ı Evvel: 1926-1936: Burdur-Barla-Isparta-Eskişehir dönemi talebeleri.
• Saff-ı Sânî: 1936-1943: Kastamonu dönemi talebeleri.
• Saff-ı Sâlis: 1943-1949: Denizli, Emirdağ-1 ve Afyon dönemi talebeleri.
c. Üçüncü Said’in Talebeleri:
• Saff-ı Âhir: 1949-1960: Emirdağ-2 ve Isparta dönemi talebeleri.
Bediüzzaman’ın vasiyetnamesinde kendisinden sonra vârisi kıldığı talebeleri içinde Eski Said dönemindene yalnızca bir talebesi vardır: kardeşi Abdülmecid Nursî Efendi. Vâris talebelerinden olan Hüsnü Bayram ağabey ise, 1942’de 7 yaşındayken, babası Hıfzı Bayram’dan Üstad’ı duymuş ve o küçük yaşta Yeni Said’in üçüncü dönem talebeleri arasında risale yazmaya başlar. Yazdığı risaleleri 1942’den itibaren Kastamonu’ya daha sonra Emirdağ’a gönderir. Bediüzzaman Hıfzı Bayram’ın evini Nur Medresesi, evlatlarını ise hem talebesi hem evlad-ı manevisi olarak kabul eder.
Esas birebir talebeliği, Üçüncü Said döneminde onun hizmetine verildiği 1950 yılından başlaması itibariyle o, Üçüncü Said’in en yakın talebelerinden birisi olur. Vefatına kadar Said Nursi Hazretlerinin en yakınında bulunur, hususî hizmetlerine bakar, şoförlüğünü yapar. Yanında bulunarak O’nun ilmî ders ve manevî terbiyesinden geçen altı-yedi ağabeyden birisi olur. Üstad’ın kendisine hizmetkârlık, manevî evlatlık payesi, vekâlet ve veraset verdiği en genç talebesi olur. Risale-i Nur’da onlarca yerde ismi geçer.
SAFRANBOLU’YA İKİNCİ TAŞINMAMIZ VE HÜSNÜ AĞABEYE GİDEN YOL
Ben 1984 yılı sonbaharında Bursa İmam Hatip, Lise-1’deyken Risale-i Nur’larla tanıştım. Fakat Safranbolulu Hüsnü Bayram ağabeyle tanışmam ancak 1995 yılında olabildi. Şöyle ki:
1971-1975 yıllarımı geçirdiğim Safranbolu’ya ikinci kez dönüşümüz 1987 yılında oldu. 1975-1987 arası babam Bartın’ın Ulus ilçesinin Pirköyü’nde imamlık yapmıştı. Bilvesile tarihçe-i hayatıma girsin istediğim bir güzel detayı da buraya kaydetmek isterim. Risale-i Nur’la tanıştığım 1984 sonrası, ertesi yıl, 1985 yazında Ulus merkezde bir oyuncak dükkanında (Oyuncakçı Timuçin) risaleleri gördüğüm zaman, şok olmuştum, heyecana garkolmuştum. Çoğunluk solcu renklerin hâkim olduğu o dönemin Ulus ilçesinde bir oyuncak dükkânının vitrininde oyuncakların arasında birkaç adet kırmızı kaplı kitapı (Risale-i Nur’u) ve Yeni Asya Neşriyat’ın birkaç eserini (Safa Mürsel, Mustafa Sungur ve Necmettin Şahiner’e ait) görünce, adeta çölde vaha bulmuş gibi hayranlıkla seyretmiş ve hemen içeri girip bu cesur adamla, bu solcu ilçedeki nurcu Timuçin ağabey ile tanışmak için can atmıştım. İsmimi-soyismimi söyleyip, babamın Pirköyü imamı olduğunu, Bursa İHL’de okuduğumu ve geçen sene Risalelerle tanıştığımı ve Nur Sohbetlerine gittiğimi kendisine söylemiştim. O da “Maşallah, barekallah” diyerek beni tebrik etmişti. Ne zaman istersem, yanna gelebileceğimi söylemiş, bir arzum olup olmadığını sormuştu. Timuçin ağabeyi 25 sene kadar sonra Ulus ilçesine gittiğimde onu arayıp bulmuş, eskilerden, o günlerden hasbihal etmiştim, “Hey gidi günler!” demiştik. Bir oğlunun doğuda öğretmen olduğunu vesaire anlatmıştı. Yaşıyorsa Allah selamet versin, vefat etmişse rahmet eylesin…
Babam Molla Hasan Efendi, Pirköyü’nden sonra, 1987 yılı Mayıs ayında Safranbolu’nun merkez Çakaloğlu Mahallesine imam olarak tayin edilmişti, ben de öğrenci olduğum Bursa’dan sıla-i rahim için Safranbolu’ya gidip geliyordum, fakat on küsur sene bütün yaz boyunca en fazla bir hafta evde kalabildiğim için, maalesef ve meatteessüf dışarıya çıkmaya, gezmelere, sair ziyaretlere vaktim olmuyordu. Özellikle de Safranbolu’daki Nur Talebeleriyle ve dolayısıyla da Üstad’ın talebeleriyle, Hüsnü Bayram ağabeyle tanışma mevzuunda üzülerek itiraf etmeliyim ki çok çok çok geç kaldım. Tanıştıktan sonra da ‘hizmet yoğunluğu’mdan ancak sayılı ziyaretlerim olabildi. İşbu nurlu hatıralarıma sinen derin hasret ve gizli mahcubiyet, sanıyorum o mahrumiyetin bir tezahürü olsa gerektir.
HÜSNÜ BAYRAM AĞABEYE AÇILAN KAPI: İZMİR MENEMEN (1995)
Hüsnü Bayram ağabeyi ziyaret edip tanışmaya giden yol, ilk defa ben askerdeyken açıldı. Askerde onu tanıyan bir Nur Talebesi arkadaşım oldu. Nuraniyeti ve parlaklığı yüzüne akseden bu mütebessim, hâlis, muhlis, takva ehli arkadaşım, Safranbolulu olmam hasebiyle bana Safranbolulu Hüsnü Bayram ağabeyi tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben de Risalelerden gıyaben çok iyi tanısam da, vicahen ne yazık ki henüz tanışamadığımı söyledim. Meğer o kendisini tanıyor, yakinen biliyormuş. Bana Karabük’te eski Balık Pazarı’nda kardeşi Yılmaz ağabeyle beraber bir kuyumcu dükkanı olduğunu, oraya gidersem, kendisine ulaşabileceğimi söyledi.
KÜBİLAY KIŞLASI MESCİDİNDE HULUSİ AĞABEYDEN İMZALI “ŞUALAR”
Bilvesile ifade etmeliyim ki: Askerde çok güzel Risale sohbetlerimiz olmuştu. Askerliğimi Ağustos 1994-Mart 1995 arası İzmir’de yapmıştım. Menemen’deki Kübilay kışlasındaki küçük mescidin küçücük kitaplığında kocaman bir kitap gözüme ilişti. Kitabı siyah sırtı üzerinde: Şualar yazıyordu. Okur okumaz içime bir ateş düştü. Kitabı heyecanla elime aldım, bir baktım, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Şualar isimli eseri. Tabii ben Risaleleri hep kırmızı görmeye alıştığım için, hiç böyle bir baskı beklemiyordum. Bir gömü bulmuş gibi kitabı titreyen parmaklarımla açtım, baktım, evet evet, bu Risale-i Nur’un dördüncü ana eseri olan Şualar’dı! İlk sayfasında bir yazı dikkatimi çekti, baktım: “Albay Hulusi Yahyagil’in bu kışla mescidine hediyesidir.” diye yazıyordu. Üstad’ın vefatına yakın yıllarda Latin harfleriyle basılan ilk baskı Şualar bu olsa gerek diye düşündüm! Her mescide girişimde onu elime alıyor, Hulusi ağabeyin mübarek elleriyle imzalayıp hediye ettiği o Risaleden okuyabildiğim kadar okuyor, sonra yerine koyuyordum. Defalarca ordan Risale dersi yaptık. Câmi, o risaleyle bir medrese-i nuriyeye dönüşmüştü. Hulusi ağabeyin o Kübilay Kışlası mescidine hediyesi olan o Şualar kitabının kaybolma riski ve değerinin bilinememesi fikri aklıma geldiği zamanlarda, birkaç kez, niyet ettim ki onu alayım ve yerine 10 tane Şualar koyayım; fakat onun oraya vakfedilmiş olduğunu bilince, vakıf malını vakfedildiği yerin/işlevin dışına çıkarmak haram olduğundan, ben de buna cesaret edemedim. Bilmiyorum ki, günümüzde hâlâ o Şualar orada duruyor mu?
KÜBİLAY KIŞLASINDAKİ HİZMETLERDEN HÜSNÜ ABİNİN HABERDAR EDİLMESİ
İzmir 57. Topçu Tugayı’ndaki acemilik dönemini bitirdikten sonra, usta birliği olarak geldiğim Menemen Kübilay Kışlası’nda, kaderin bir cilvesi, ilk Cuma namazını kıldırmak bu fakire nasip oldu. Mescidde 15 kadar askerle cumayı eda ettik. Bir tane muvazzaf subay hatırlıyorum: Toygar Yüzbaşı! Sonra orada vazifelendirilen Ş.Y. isimli İlahiyatçı arkadaşımla münavebeli olarak Cumaları kıldırdık. Aradan bir-kaç ay geçmemişti ki, mescid tıklım tıklım dolmaya başladı; hatta bahçesi de komple cemaatle doluyordu. Vakit namazlarında da, özellikle akşam ve yatsı namazlarında güzel cemaat oluyordu. Bilhassa Ramazan ayında bol ilahili Teravih namazlarımız öyle çok ilgi-alaka görmüştü ki, subaylar, ast-subaylar sivil camilere gitmiyor, kışla mescidine geliyordu. Hatta bir keresinde kışlanın albayı da meraktan gelmiş, bir akşam teravih namazını bizimle beraber kılmıştı. İster ikili anlatımlarımızla, ister Cuma vaazı ve hutbeleriyle, isterse mesciddeki özel risale halkalarımızda onlarca insan yeniden namaz kılmaya başladılar. Mescidi Ş.Y. hocanın ve mühendis M.Ç. beyin öncülüğünde, birkaç arkadaşımızın da gayretleriyle, sıfırdan iç dekorasyon yaptırdık; minber, mihrap, halılar, boyası, süsleri vs. yenilendi; avlusuna harika bir şadırvan yapıldı, cami avlusuna fayans döşendi, bahçesine de dört mevsim yeşil kalan çimen ekildi, gül ağaçlarıyla ve çiçeklerle dolduruldu. Kışlaya dışardan subaylar geldiğinde, önce mescid ve bahçesine getiriliyordu, çünkü kışlanın en güzel yeri orası olmuştu. Mescidi Medrese-i Nuriye yapmış bir avuç nur talebesinin bu samimi ittihadı ve uhuvveti etrafında Kışla’da bir Nur meltemi esiyordu. Her gün cemaat çoğalıyordu.
Niye bunları anlatıyorum? Çünkü bu güzel gelişmeler, Hüsnü Bayram ağabeyle aramızda bir köprü olacaktı. Şöyle ki:
HÜSNÜ BAYRAM AĞABEYİ KARABÜK’TE İLK ZİYARETİM: 1995
Askerdeki o Nur Talebesi arkadaşımdan aldığım tarif üzerine, Karabük’e gittim ve eski Balıkpazarı’ndaki kuyumcu dükkanını buldum. İçeri girdim, selam verdim ve “Ben Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin talebelerinden Hüsnü Bayram ağabeyi ziyaret etmek için gelmiştim.” dedim. Onlardan daha genç olanı (Yılmaz Bayram ağabey) hemen diğerini işaret etti ve “Hüsnü abi, o!” dedi. Hemen ellerine uzandım, musafaha ettik. Kendimi tanıttım. Safranbolu’da oturduğumuzu, babamın orada imamlık yaptığını, kendimin Bursa İlahiyat mezunu olduğumu, yeni askerlikten geldiğimi anlattım. Kendisini bir asker arkadaşım aracılığı ile bulduğumu söyledim. Söz sözü açtı, askerdeki Nur Hizmetlerinden bahsettim. Ben böyle konuşurken, Hüsnü Bayram ağabey bana dedi ki:
“Demek ki o siz mişsiniz! Bana sizin haberiniz geldi. Menemen Kışlası’nda şöyle şöyle güzel hizmetler olduğu, birkaç kısa dönem askerin mescidde risale dersleri yaptığı, askerlerin namaza başladıkları vs… Demek sizlermişsiniz, o mübarek kardeşlerimiz.” diyerek hayranlıkla, tebriklerle ve dualarla bana baktı, “Maşallah, barekallah. Allah hizmetlerinizi kabul eylesin kardeşim.” dedi. İlk anda sanki mana âleminden birileri kendisine keşfen haber vermiş gibi algılamış olsam da, daha sonra düşününce, sanıyorum, malum Nur Talebesi arkadaşım, asker dönüşü kendisini ziyaret etmiş ve bizlerden, ve hizmetlerden bahsetmiş olmalı. Hüsnü ağabeyle hiç beklemediğim bir hüsn-ü istikbal ve hüsn-ü kabul ile başlayan tanışıklığımız, inşallah dünya-ahiret kardeşliğiyle ebedîleşmiştir diye hüsn-ü zan ediyorum, hüsn-ü âkıbet dileniyorum.
Huzurundan ayrılmazdan önce telefon numarasını da talep ettim, ev telefonu verdi; ne zaman istersem, arayabileceğimi ve ziyaretine gelebileceğimi söyledi. Bu ilk ziyaretimiz biraz ayaküstü gibi olmuştu, dükkân ortamında. Vâkıa içerisi sessizdi, arada gelen birkaç müşteriden başka bizi rahatsız eden olmamıştı. Zaten hem Hüsnü hem de Yılmaz ağabeyler fıtraten halim-selim insanlar olduklarından, gayet sakin, alçak sesle ve mülayim olarak konuşuyorlardı.
HÜSNÜ BAYRAM AĞABEYİ KARABÜK’TE EVİNDE ZİYARETİM: 1997
Hüsnü Bayram ağabeyi ikinci ziyaretim 1997 yılında evinde olmuştu. Şöyle ki: İstanbul’dan Safranbolu’ya anne-babamı ziyarete geldiğim bir zaman, Hüsnü Bayram ağabeye de uğrayayım, dersine katılayım, dualarını alayım arzu ettim. Bana bir arkadaşın tarifine ve hatta bizzat eliyle işaret ederek göstermesine göre Safranbolu merkezde, Çarşı’da bir ev olması gerekiyordu. Oraya gittim, birkaç kapı çaldım, fakat öyle biri çıkmayınca, dışarıdan bir yerden telefon açtım: “Ağabey, selamün aleyküm. Ben Musa Hub. Sizinle daha önce tanışmıştık. İstanbul’dan geldim. Müsaitseniz ziyaret etmek istiyorum. Ama Safranbolu’da adresinizi bulamadım.” dedim. O da bana, artık Safranbolu’da oturmadığını, Karabük Yüzevler Mahallesi’nde, İmam Hatip Lisesi’nin karşısında oturduğunu söyledi, adresini verdi. Ben de o adrese gittim. (Not: Hüsnü ağabey Karabük’ten sonra önce Ankara’da kalmış, 1999 sonrası ise İstanbul’a yerleşmiş.)
Hüsnü ağabeyin Karabük’te oturduğu adres, bana hiç yabancı değildi. Çünkü ben İmam Hatip Okulu’nun Ortaokul 1. Sınıfı, Karabük İHL’de okumuştum (1981-1982). Melisa (Kayacık) Köyünden hergün bir buçuk saat yürüyerek geliyor ve akşam da bir buçuk saat yürüyerek geri dönüyordum. Meğer Hüsnü Bayram ağabeyin de evi tam oradaymış. Karabük İHL’nin karşısındaki Hastane’nin karşısında. Bir üçgenin köşesi gibi. Heyhat ki, nasip 1981-82’de değil, 1997 yılında olacakmış! Hüsnü Bayram ağabeyin evi, bir apartman dairesiydi. 3 veya 4. kattaydı, yanlış hatırlamıyorsam. Kendisi beni kapıda karşıladı. Üzerinde ütülü pantolon ve gömlekle gayet temiz ve şık idi. Mübarek eline uzandım, öptürmemek için çekti ama ben öpmeyi başardım. O da bana sarıldı, böyle bir musafaha ve muanaka faslından sonra, hal-hatırımı sordu. Beni unutmamış olması çok hoşuma gitmişti. O kadar çok insanla tanışınca, unutması da normal olurdu. Evi orta halli (sevâd-ı âzâm) bir ailenin yaşadığı bir daireydi. Heryer tertemiz idi.
Ben ona hâlini-sağlığını soracağıma, o bana soruyordu, benimle ilgileniyordu. Sürekli arada dua cümleleriyle, maşallah’larla hoş bir sohbet oldu. İlahiyat ve hocalık üzerine bahis açıldı; Ben dedelerimin de, babamın da, dört ağabeyimden üçünün, üç eniştemden ikisinin imam olduklarını söyledim. Bu kadar imamın başına bir de müftü lazımdı, ben de İlahiyat okudum ama kader bizi Nur Talebeliğine ayırmış diye nükte yaptım. Kendisine Karabük’te ve Safranbolu’da başka Nur Talebesi var mı diye sordum. Dr. Ramazanoğlu Mustafa Oruç’u (1926-2009) söyledi, “Karabük’te oturuyor” dedi. Safranbolu’da da bir isim söyledi ama şimdi hatırlayamıyorum, kimdi. (Sonra yanındaki arkadaştan Mustafa Oruç ağabeyin telefonunu aldım.)
İkindi namazı vakti geldiğinde beni imamete geçirdi. Ben ne kadar onun arkasında namaz kılmak için iştiyak izhar ettimse de, o, “Hoca olan sizsiniz.” diyerek kesin bir tavırla benim kolumdan tuttu, sarık-cübbe uzatarak imamete geçirdi. Çaresizce ben imam olarak, o ve bir diğer misafir arkadaş üç kişi namazımızı cemaatle eda ettik. Hekimoğlu İsmail ağabeye namaz kıldırırken nasıl utandımsa, bu namazda da önde durduğumdan dolayı öyle utanarak-sıkılarak geçirdiğim üç-beş dakika bana bir saat gibi uzun geldi. Bitse de bir an önce ‘kardeşliğime’, ‘talebeliğime’ geri çekilsem diye bekledim. Hüsnü Bayram ağabeye kendi evinde imamlık yapmayı nasıl kabul ettim, hala kendime şaşıyorum. Her ne ise, inşallah âhirette o beraber kılınan namazın, onun namazının yüzüsuyu hürmetine biz de kabul-ü karîne mazhar oluruz.
Namazdan sonra Hüsnü ağabey ile kısa bir Risale dersi yaptık. Bir miktar kendisi okudu, sonra sırasıyla bizler de okuduk. Fakat 25 yıl sonra hafızama hangi risalenin neresiydi hiç kalmamış. Üstad’la alakalı birkaç soru sorduğumu hatırlıyorum, hazır 10 yıl yanında, en yakınında kalmış, talebesi olmuş, vârisler arasına alınmış bir zâtı bulmuşken, kendimce değerlendirmeye çalıştım. O konuşurken, onda Üstad Bediüzzaman Hazretlerinden bir hâl, bir tavır, bir eda, bir şive, bir nazar, bir keyfiyet yakalamaya çalıştım. Bazen söylenen söze değil, onun söyleniş biçimine, tavrına, endamına insan odaklanıyor, orda bir detay yakalamayı umuyor. Çünkü bu zâtlar, hâl insanları. Hâlelerindekiler, onların halleriyle hallenirler. Safranbolulu Hüsnü Bayram ağabey de, “Risale-i Nur’ları okudukça Üstad’ın ‘Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar’ sözleriyle tarif ettiği halet-i ruhiyeyi kazanarak bütün Risale-i Nur talebelerine örnek ve rehber olan has talebeleri”nden birisi idi.
HÜSNÜ BAYRAM AĞABEYİN ALTUNİZADE ZİYARETİ VE RESMİMİZ: 1998
Ertesi sene, 1998’te hiç beklemediğim bir sürpriz olarak Hüsnü Bayram ağabey ve Mustafa Sungur ağabey ile İstanbul Altunizade’deki Dersane’de karşılaştık. Daha doğrusu bir baktım, gelen misafirler arasında onlar da var… Gökte ararken yerde bulmak diye bir deyim vardır, öyle birden Hüsnü ağabeyi karşımda görünce ne kadar sevindiğimi ifadeden âcizim. Önce etrafı en az insan ile Hüsnü ağabeye yöneldim. Kendime “Üstad” kabul ettiğim zâtın en yakınında on yıl bulunmuş, gözlerinin içine bakmış, ağzından çıkan sözleri kulağıyla dinlemiş, gözleriyle her cemalî ve celalî hâline ve kâline mazhar olmuş bu “son şâhid”e koştum, “Hüsnü ağabey, hoşgeldiniz, safalar getirdiniz.” dedim. Birden bire beni karşısında görünce o da şaşırdı, “Siz burada mıydınız?” dedi, “Evet ağabey” dedim. Ayaküstü birkaç dakika musahabe ettik. Vâki’ bir davete icabet etmiş. Hazır fırsatını bulmuşken, baktım birisinin elinde fotoğraf makinası var, ben de hemen rica ettim ve kendisiyle ilk ve tek hâtıra resmimizi böylece tarihe miras bırakmış olduk. Meleklerin çektikleri resim ve video kayıtları mahfuz, onun koluna sarılmış haldeki durumum ve duruşum benim için mahşer günü de bir vesile-i necat olur mu ümidini hâlâ içimde taşıdığımı ifade etmek isterim. Bunlar tepeden tırnağa, özden söze, içten dışa bütünüyle sıdk ü sadakat timsali insanlar olduğundan, kendilerine iman davasının manevî dinamikleri konumunda işlev gördürülmüştü.
HÜSNÜ BAYRAM VE ÜSTADIN DİĞER TALEBELERİNİN YAZDIĞI MEKTUP: 2012
Risale-i Nur’dan Lem’alar’ın sadeleştirilerek The Cemaat’e ait Ufuk Yayınları’da yayınlanmaya başlanması üzerine Üstad Bediüzzaman’ın hayattaki talebeleri, Hüsnü Bayram ağabey de dâhil olmak üzere, Mustafa Sungur ağabeyin riyasetinde, İstanbul Üsküdar’daki Bedii dersanesinde toplanırlar ve hep beraber ıslak imzalı bir mektup yazarak “The Cemaat’in Hocası” bu girişimin durdurulması noktasındaki kararlarını iletmek isterler. Fakat ne mektupları muhatap alınır, ne elçi olarak göndermek istedikleri Said Özdemir ağabeye “Buyursun, gelsin!” denilir, aksine “Eğer gelirse, ben adresimden ayrılırım.” (yani beni bulamaz) cevabı verilir. Hüsnü Bayram ağabey de Risale-i Nur’un Üstad zamanındaki lisanıyla aynen muhafaza edilmesi gerektiği yönünde sağlam bir kanaat ve kararlılık üzereydi.
(Resimdekiler soldan sağa: Mustafa Sungur, Salih Özcan, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Hüsnü Bayram, Ahmed Aytimur ve Mehmet Fırıncı.)
ÜSTADIN TALEBELERİ ADINA ELÇİLİK VAZİFESİ TEVDİİ: 2012
İstanbul’da 20 Aralık 2012 Perşembe günü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz bir toplantı düzenledi ve arşiv belgeleri ışığında Bediüzzaman’ın seceresini/soyağacını ortaya koydu. O toplantıya Üstad’ın hayattaki talebelerinden Hüsnü Bayram ağabey, Abdülkadir Badıllı ve Seyyid Salih Özcan ağabeyler de katılmışlardı. Ben de, Üstad’ın talebelerinden Ceylan Çalışkan’ın yeğeni Ali Said Çalışkan ağabeyin davetine icabeten iştirak etmiştim. O programda konuşmacılardan birisi de, Akgündüz’ün en çok istifade ettiğini söylediği Mufassal Tarihçe-i Hayat’ın müellifi Abdülkadir Badıllı ağabeydi. Konuşmasının sonuna doğru gözlerinden yaş süzülerek ağladı ve dedi ki: “Yok mu birisi, çıksın da bu Risale-i Nur’ları sadeleştirme işini gitsin, konuşsun, durdursun.” Daha bazı şeyler daha söyledi. Video kaydı elimde olsa, bütün cümleleri net olarak yazıya aktarmak isterdim.
Program bitimi, Ceylan Çalışkan’ın yeğeni Ali Said Çalışkan ağabey hızlıca bana doğru geldi, kolumdan tuttu ve beni Hüsnü Bayram ve Abdülkadir Badıllı ağabeylerle tanıştırdı, birkaç cümleyle tanıttıktan sonra: “Musa Hub Hoca, Ankara İlahiyat Fakültesinde, tasavvuf dalında doktora yapıyor. Doktora tez konusu: Bediüzzaman’a Göre Seyr ü Süluk. Kendisi yakın zamanda Amerika’ya gidecek. Eğer uygun görürseniz, sadeleştirme işinin durdurulması için sizler (Üstad’ın talebelerinin) adına görüşebilir, konuşabilir. Yazdığınız mektubunuzu bizzat adresine ulaştırabilir. Bu işten râzı olmadığınızı iletebilir. Hayırlısıyla mevzu kapanır inşallah.” Bu mealde sözler sarfetti. Daha önce böyle bir hususta hiç konuşmadığımız ve hiç beklemediğim bu sözler karşısında, emr-i vâki ile sırtıma bir mes’ûliyetin yüklendiğini farkettim. Ne var ki bu konuşma orada öylece kaldı. Ne bana herhangi bir mektup teslim edildi, ne de ben bir daha ABD’ye gittim. Çünkü o eski defteri ben 2011’de umrede, huzur-u Nebî’de çoktan kapatmıştım.
Risale-i Nur Dairesinde yetişen ve bütün millet-i ümmetin koklayabileceği kitap gülleri kaleme alan ehl-i ilim ve hikmetten değerli dostum Metin Karabaşoğlu Bey 24 Aralık 2013 tarihli sosyal medya paylaşımında şöyle diyor: “Bir kardeşimiz, Bediüzzaman’ın talebelerinden Hüsnü Bayram ağabeyin bir ricasını iletmiş. İcabet edeceğim bu davet ve ricayı, sizlerle de paylaşıyorum: “Âlem-i İslam’ın ve ülkemizin selameti, uhuvveti ve muhabbeti için ve hususen Risale-i Nur’un neşr ve hizmet tarzına zarar veren mânilerin izalesi için, sabah namazı vaktinde veya müteakibinde hergün bir adet Fetih Suresi okumak suretiyle 15 gün devam etmek istiyoruz. Eğer sizce de münasip ise (etrafınızdaki nur talebelerini haberdar ederek) Duamızın külliyeti için iştirak edebilirsiniz.”
Bu daveti Risale Haber’de şöyle haberleştirmişlerdi: “Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Hüsnü Bayram ağabey, İslam alemi ve Türkiye’de kardeşlik ve muhabbeti bozan, Müslümanlar üzerinde oynanan oyunlara karşı herkesi Fetih Suresi okumaya, dua etmeye davet etti.” Davetin konusu, bilenler için gayet açıktı: 17 Aralık 2013 günü ülkemizde yolsuzluk bahanesiyle iktidarı yıpratmak ve mümkünse düşürmek için girişilen hukuk görünümlü fitne operasyonlarına karşı Hüsnü Bayram ağabey karşı duruşunu ortaya koyuyordu ve duaların külliyet kesbederek manevî blokaj oluşturması maksadıyla büyük bir dua çağrısında bulunuyordu.
RİSALELERİN DİYANETÇE BASILMASI VE AYASOFYA’NIN AÇILMASI
“Başvekil Menderes, Emirdağ’ına geldiğinde Üstadımızla selamlaşmış sonra da iki mebusunu Üstadımıza göndermişti. Üstadımız onlar vasıtasıyla Menderes’ten bir isteği de “Ayasofya’nın hakiki ve asli vaziyetine çevrilmesi” olmuş ve eklemişti “eğer bunu yaparsan yıkılmaz kuvvet bulursun!” dediğini, Üstadın Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmed’in vasiyetine de münasip açılmasını ezanın aslı ile okunması kadar kıymetli gördüğünü söyleyen Hüsnü ağabey, Üstad’ın kendisine hayattayken verdiği iki müjdenin gerçekleştiğini görerek âhirete intikal etmişti. Birisi; Risale-i Nur’ların Diyanet’çe de basılması. İkincisi; Ayasofya’nın yeniden câmi olarak açılması. Bu iki husustaki desteğini ve sevincini hem Nur Talebeleri arasında hem de basın-yayın karşısında izhar etmişti.
Risale-i Nur’a ve Üstad’a tam bir sadakat üzere yaşayan, çalışan ve ömrünü harcayan Safranbolulu Hüsnü Bayram ağabey, 18 Nisan 2021 Pazar günü vefat etti, dâr-ı bekâya intikâl etti. Naaşı Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedildi. Eğer Safranbolu’ya defnedilseydi, şahsen daha mesrur olurdum. Ne ki Safranbolu’da babası Hıfzı Bayram r.h. ağabeyin mezarının yanında kendisine bir makam yapılabilir. Allah Teala, 7 yayından başlayıp son nefesine kadar iman davasına hizmet etmiş olan bu kulunun taksiratını afv, amelini meşkûr, makamını âli eylesin.
Ruh-u azizi için el-Fâtiha!