Efendim…
“Geçmiş şeylere itiraz etmek mânâsızdır. Çünkü tamiri kabil değildir..” diyorsun ve yaşayışın ile bize misâller veriyorsun.
Geçmişinin hangi ânına göz gezdirdim ise; hep tahakkümler, teellümler, mezelletler var. Bir dokunsam bin âh işitmiyorum oysa ki.. Nasıl bir yürek taşıyorsun ki: “Ben bana bu zulümleri revâ görenlere haklarımı helâl ediyorum..” diyorsun.
Ve tezkiye-i nefis ile: ”Ben nefsime zulmettim, kader bunları bana yaşatarak adâlet etti” diyerek kadere rıza gösteriyor ve geçmişte olanlara itiraz etmiyorsun.. Çünkü itiraz, kaderi bir nevi tenkid ve rahmete karşı bir nevi ithamdır. Her şeyde bir güzellik ciheti, rahmetin bir cilvesi var ve kader adâlet ve hikmetle iş görür diyorsun.
Okuyoruz lâkin anlamakta zorluk çekiyoruz. Sen anlamanın da, idrâkin de ötesinde hakkalyakin bir sûrette yaşıyor ve aktarıyorsun.
Dünyanın gaddar ve mekkâr oluşuna ise aldırış etmiyor, sana tevdi edilen vazifenin hakkını ifa ile meşgul oluyorsun.
Bu sebeple mânasız itirazlar sûretinde olan geçmişe takılmıyor ve insanın en büyük davasının Efendiler Efendisi’nden aldığın dersle imanını kurtarma ya da kaybetme davası olduğunu haykırıyorsun.
Valideyn’inden, akaribinden, ahbablarından, yârenlerinden ve vatanından men edildiğin vakit kimselere incinmeyerek bu yaşananların kaderin bir cilvesi olduğunu mazlumâne, mâsumane edan ile mahzun bir şekilde Rabb-i Rahimine iltica ediyor: “Hasbunallahu ve ni’mel vekil” “Allah, bize yeter; O ne güzel vekildir” âyetini yaralarına merhem olarak sürüyor ve teselli buluyorsun.
İncitmediğin gibi incinmiyorsun da…