Ramazan ayı, deprem geçirmiş duygularla-düşüncelerle ‘şükür içinde’ geçirilirse, sâhibini bir ayda insanî kemâlâtın zirvelerine (mi’râca) çıkarır. Ramazan ayında gizlenmiş olan büyük hayra, rahmete, berekete, mübarekiyete, sırra erebilmek için, o hayırla benliği arasındaki kalın gaflet duvarının yıkılması gerekiyor. Devasa binaları bile yerle bir eden depremler düşünüldüğünde, Ramazan ayını deprem geçirmiş duygularla idrak etmenin ne demek olduğu daha iyi anlaşılır. Şu noktayı en baştan tespit ile söze başlamış olalım:
Deprem şoku ile Ramazan’ı değerlendirme şuuru arasında derin bir ilişki, daha doğru ifadesiyle bir gerektiricilik var. İster maddî, isterse manevî deprem geçirmiş insanlar, Ramazanın değerini daha iyi derkeder ve Ramazan’ı daha iyi değerlendirirler. Deprem, ölüm ile yaşam arasındaki ince zarın bir saniye içinde yırtılabileceğini milyonlara bir anda yaşatan acı bir gerçektir. Depremi yaşamış veya yaşayanlarla birlikte yaşamış bir Müslüman, elbette ki Ramazan ayını diğer insanlara nazaran ve kendi geçmişine kıyasla daha farklı yaşar ve yaşaması beklenir.
Mesela 17 Ağustos Depremi sonrası bazı tv kanalları “Şimdi Yardım Zamanı” diye kampanyalar başlatmışlardı. Deprem perspektifinden bakınca diyebiliriz ki; Ramazan ayı “Şimdi Tevbe ve İstiğfar zamanı!”, “Şimdi Sabır Zamanı”, “Şimdi Şükür Zamanı”, “Şimdi Tefekkür Zamanı” diye onlarca kampanyanın manen yapıldığı, yapılabileceği ve yapılması gereken bir aydır.
Nasıl ki fizikî depremlerde binaların içe çöküşleri olur, öyle de Ramazan ayında bizler de içimize dönmeliyiz, içimize yoğunlaşmalı, orayı tathir, tamir ve imar etmeliyiz. Hatta fizikî depremler misali psikolojik depremlerimiz olan depresyonlarımız da bizi bu ayda huzur-u ilahîye fırlatmalı. Huzurullahta iç huzurumuzu yakalamalıyız. Huzur bahşeden rahmet nefhalarının efil efil estiği bu mübarek ayda kendimizi o esintilere daima açık tutmalıyız. Minen hazinelerinden vakti meçhul o gizemli esintilerin geldiği anda hazır bulunmalıyız. Ramazan’daki rahmet nefhalarından bir rahmete eren gönlün hissiyatından tebellür eden en açık hislerden birisi ise şükür duygusudur.
Şükür denen İlahî maksadın hakikatine erişmek, sabırla başlayan ve nihayet medyuniyetle taçlanan bir uzun vetîredir. Dinî açıdan, umumî bela ve musibetlerin toplu işlenen günahlarla/suçlarla bağlantısından hareketle diyebiliriz ki, bireysel veya toplumsal olarak yaşanan günah depremleriyle başlaması gereken bir süreç vardır; tevbe ve istiğfar süreci. Günahlarımızın affı için bu Ramazan’ı son Ramazan’ımız bilmeli, fırsatı elimizden kaçırmamalıyız. Mazhar olduğumuz/olacağımız nimetlere, hatta günahlarımızdan tövbe edebilmiş olmaya bile şükredebilmek için bu Ramazan’ı son şansımız bilmeliyiz.
Günah günah olarak ne kadar kötü de olsa, tövbeyle sonu hayır olur, hayırla taçlanır. Çünkü mü’min, imanıyla, yaşadığı maddî-manevî depremlerden de âhiret adına hayırlı çıkar. Peygamberimiz’in iki hadis-i şerifi, bu güzel neticeye, hüsn-ü âkıbete dikkat çeker:
«عَجَبًا لِلْمُؤْمِنِ فَوَاللَّهِ لَا يَقْضِي اللَّهُ لِلْمُؤْمِنِ قَضَاءً إِلَّا كَانَ خَيْرًا لَهُ»
“Mü’minin her hâli bir başka güzeldir. Allah’a yemin olsun ki: Allah mü’min için bir kazâ takdir buyurduğunda, o onun için (neticesiyle) mutlaka hayır olur.” Bu sebeple “Mü’minin hâli çok şaşırtıcıdır, çok hoştur, imrenilesidir. Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mü’mine mahsustur. Şöyle ki: Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.”
Malumdur ki: Deprem, insana bir anda şok geçirtir ve üzerinden miskinlik toprağını atar, ânında kendine getirir. Deprem hengâmesinde kişinin bütün gaflet perdeleri parçalanır, düşünceyi hapseden duvarlar yıkılır, adeta insanın çakraları açılır ve kişi, içindeki İlahî hakikati birden hisseder hâle gelir. İliklerine kadar duyumsayarak yakarışa geçer, tam bir acziyet ve fakriyetle Allah’a tazarruya yönelir. Belki de, deprem geçirmiş duygularla yaşanan bir Ramazan ayında insana eşyanın hakikati âdeta görünür hale gelir. Tarihten bugüne yüzbinlerce âlimin, evliyanın ve milyonlarca Müslümanın yaptığı şu dua;
«اَللَّهُمَّ [أَرِنِي] أَرِنَا الْأَشْيَاءَ كَمَا هِيَ».
“Allahım, bize (bana) eşyayı ne ise o olarak (hakiki mahiyetiyle) göster.” duası, salt dua olmaktan öte geçer, bir gerçek olur. İşte öyle de, depremin inkişaf ettirdiği duygularla Ramazan-ı şerifi yakaza halinde ayık ve şuurluca, tam bir istimdat hissiyâtıyla geçirebilirsek, ondan âzâmî derecede istifade ve istifâze edebiliriz.
Kur’an-ı Kerim biraz da sitemkâr bir edayla şu ikaz ve irşatta bulunur: “Hiç olmazsa onlara böyle şiddetimiz (azabımız) geldiği zaman bâri yalvarmalı değiller miydi? Fakat onların kalpleri katılaşmıştır.” (Furkan, 25/77). Bize de azab gelip çattı, âfetler-musibetler kasıp kavurdu. Ne zaman Allah’a döneceğiz? Bu korkunç deprem ruhlarımızda kaderdenk bir deprem meydana getirmeli. Hayatı yeniden, sil baştan bir kere daha derinlemesine düşünmeliyiz; derinlemesine, genişlemesine, enine, boyuna, yüksekliğine… Allah, kâinat ve insan. Yerimizi ve ne yapmamız gerektiğini yakinen anlamalıyız, olmamız gereken yerde olmalıyız; yani bedenen ve ruhen secdede hayatın anlamını bulmalıyız.
Bilmeliyiz ki: İmanlı gönüller için depremler, isyanı değil, sabrı ve sabır içinde şükrü netice verirler. “Galiba bir yerlerde hata yaptık.” dedirtirler. Yoksa, “Allah’ım neydi günahım?” kabîlinden sözler söyletmezler. Bu ve türevleri isyankâr sözler, kendini bilmezliğin resmidirler. Söz ve fiillerimizin ne kadarı Kur’an ve Sünnete uygun ki, bu türlü cür’etkâr laflar edebiliyoruz bilmiyorum. Depremlerle ruhlarımız çok derinden sarsılır. Ama, saplantılarımızda, gafletimizde hasar var mı, orası önemli. Depremle gafletimiz de yerle bir olmalı, yıkılmalı, en azından yarılmalı ki, hakikat güneşinin ışığı gönlümüze sızabilsin, ulaşabilsin.
Depremlere rağmen bir insanın dünyevîliğinde en ufak bir tahribat yoksa, hâlâ kaya gibi katı, hissiz ise, duvarlardan geri dönen aksisadalar gibiyse hak sözler.. Dağlarda/vadilerde/mağaralarda yankılanan sesler gibi geliyorsa kulaklara ayetler-hadisler, girmiyorsa içeri, işlemiyorsa kalplere.. gürültümüz, vicdanımızın sesini boğuyor ise.. evet, yaşanan korkunç depremlere rağmen hâl-i pürmelâlimiz bu ise, böyle bir gafleti ancak kıyamet depremi parçalayabilir. Maalesef ve maatteessüf söylenen sözlerin çokluğundan ve yoğunluğundan mıdır, yoksa ihlas yoksunluğundan mıdır, aşırı ‘laf bombardımanı’ altında milletin kulak zarları patlamış gibi sürekli akıp duruyor. Duymuyor millet, sözlere kulağı tıkalı, karnı tok. Fakat gözleri aç, gözleri açık; görüyor, görmek istiyor. Yürüyen İslam görmek istiyor sokaklarda, pazarlarda, evlerde. Konuşan Kur’an dinlemek istiyor camilerde, tv’lerde, radyolarda, sosyal medyada. Balon balon sözler istemiyor, damla damla öz istiyor, öz. Hele ki Ramazan ayında! Kanal kanal söz tufanlarının altında. Bizler de kendi Nuh tufanımızı yaşamalıyız Ramazan’da. Bütün kötü yönlerimizi ve kötülüklerimizi silip süpürecek ve geriye tertemiz bir iç dünya bırakacak kendi tufanımızı. Günahlarımız, helak olmayı hak etmiştir; helakı bizim elimizden olursa, kazanan biz oluruz.
“Islahçı olan, yani kendileri salihler olan, başkalarını da ıslah etmeye çalışan bir topluğu Allah Teâla zulm ile, haksız yere helak etmez.” (Hud, 11/117). “Bir topluluk tevbe ve istiğfar ettiği sürece Allah onlara azap edecek değildir.” (Enfal, 8/33). Âmennâ. Vukû bulmuş bir deprem hadisesinde biz mü’minler, önce kendi günahlarımıza bakarız, gereğini yaparız.. ama sonra olaya hem din hem dünya açısından bakarız; hem sebeplere-sonuçlara yoğunlaşırız; hem de kader açısından mevzuya yaklaşırız. Ancak, yıkılan binaların yapım ve onayındaki usülsüzlükleri yapan suçluları kader ile aklamayız. Deprem olayında beşer parmağı var mı, yoksa tamamen tabiî (yani İlahî) bir olay mı? Depreme dayanıksız inşaatlar yapan firmaları, müteahhitleri, mimarları, ustaları ve bunlara izin veren veya kontrolü doğru yapmayan yetkilileri kader ile paklamayız. Hem bireysel, hem de toplumsal planda gelecek adına da derslerimizi alırız. İbret ve hikmet gözüyle bakar, çıkarımlarda bulunuruz. İnanırız ki: Kader, sebep ve neticeye birden bakar; sebep için ayrı, netice için ayrı kader yoktur. Kimse sorumsuzluğunu kadere yükleyemez. Kader bizim ihmallerimizin veya sorumsuzluklarımızın günah keçisi, günah merkebi değildir. Bireysel günahlar, tövbe ile affolunurlar, fakat kul hakları, Kâbe’de idrak edilen Ramazan ayında ve Kadir gecesinde bile affolunmaz. Hak, kulun hakkı ise, onu ancak hak sahibi kul affedebilir. Binaları deprem yönetmeliğine göre yapmamış olan bütün sorumlular, ister sivil kuruluşlar, isterse resmî kurumlar, bütün sorumlular hesap vermeli, yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır. Dolayısıyla bu hususa dair de iki kelam etmiş olduk.
Malumdur ki: Dinî açıdan bela ve musibet addedilen depremin, umumun hataları/günahları üzerine geldiğine inanılır. Sebeplere bağlı sonuçları değerlendiren bilim açısından, Müsebbibü’l-Esbâb yok farzedildiğinden, belki dinî nokta-i nazar makul gelmeyebilir. Fakat sebepleri elinde bulunduran Zât’a inanan mü’minler olarak bizler, depremin vukuuna izin verilmesinde fert fert kendi muhtemel payımızı düşünüp bundan kendimizi sorumlu bilmek ve ona göre davranmak mevkiindeyiz. Bu depremin manevî sebepleri içinde bizim günahımız bardağı taşıran son damla olmuş olabilir endişesiyle Allah’a yönelmeli, dua ve istiğfarda bulunmalıyız. Hz. Ömer gibi düşünmeliyiz: “Allah’ım benim günahlarımdan ötürü ümmet-i Muhammedi mahfetme!” Muhtaç olduğumuz şuur, budur: Sahabi şuuru. Allah imhâl eder (mühlet verir) ama ihmâl etmez. Ya imhâl kâsesini dolduran damlalardan birisi, belki de taşıran son günah damlası bizden sadır olmuşsa? Tabii inanç açısından bu böyle, fakat hakikat-i hâli Allah bilir! Kaderi bilmek insanoğlu için nâmümkün. Hakiki mü’min, takvasını kendi hakkındaki savcılığına, başkasının avukatlığına dayandırır. Cürmünü görmeyen, cirminden cesim cürümler işler. Evet şimdi kendi günahlarına ağlama vakti!.. Kur’an’ın verdiği müjdeyle yeniden özümüze dönme; mâbedlere, secdelere, dualara, kısaca huzur-u ilahiye koşma zamanı gelmiştir. Dinen ‘kültürlü’, fakat hakikatte imanı zayıf mü’minler olarak yaşadığımız depremlerden ve deprem misali yüzlerce hadiseden hatırı sayılır bir ibret almaya ve ders çıkarmaya ziyadesiyle muhtacız.
Depremler ki bizden en sevdiklerimizi almakla bize o şeylerin değerini tam fark ettirir, yokluklarından varlıklarının kıymetini bildirir; dahası o sevdiklerimizi bize veren Zat’ı daha çok sevmemizi öğretir, O’na bağlanmamızı salık verir. Üzerimizdeki her bir nimetin kadr ü kıymetini bildirir, gönlümüzü şükür duygularıyla doldurur. Ramazan ayında da kişi gündüzleri yeme-içme ve cinsî münasebetten muvakkaten de olsa mahrum kalmak suretiyle, bu nimetlerin değerini anlar, varlıklarının farkına varır ve bunları lûtfeden Hazreti Latîf ü Mün’ime, Rezzâk ü Mennân’a şükürle teveccüh eder.
Orucun insana kazandırdığı ve kazandırması gereken en büyük ahlakî erdemlerden birisi de bu derinlikte yaşanan şükür hasletidir. Hak Teala’nın, Kur’an-ı Kerim’de oruç ayetini şükür mührüyle taçlandırmış olması, orucun ana gayelerinden birinin şükür olduğunu göstermektedir; oruç tutanların önüne ‘şükr’e ulaşmayı hedef koymaktadır:
“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır (…) Allah sizin için kolaylık ister, sizi zora koşmak istemez; oruç günlerinin sayısını tamamlamanızı, sizi doğru yola ulaştırdığı için O’nu yüceltmenizi ve şükretmenizi ister, (umulur ki şükredersiniz.)” (Bakara, 2/185).
Şükür diyorum, çünkü Ramazan ayındaki oruç ve ibadetlerin insanlarda geliştirmesi ve ulaştırması gereken gayelerden birisi de budur. Ramazan, oruç ve Kur’an ayı olmasının yanı sıra aynı zamanda şükür eğitimi aldığımız özel bir aydır. Allah, üzerimizdeki nimetleri bize hatırlatır, bizlerden şükür ister:
“Kendi kudretimizin eserlerinden olmak üzere kendileri için nice hayvanları yarattığımızı görmüyorlar mı? Böylece bunlara malik oluyorlar. Biz onlara kendileri için boyun eğdirdik; işte bir kısmı binekleridir, bir kısmını(n da etini) yiyorlar. Onlarda kendileri için daha nice yararlar ve içecekler vardır. Yine de şükretmeyecekler mi?” (Yasin, 71-73).
Şükür, teşekkürden daha derin ve ulvî bir mukabeledir. Nimetin kadr ü kıymetini bilmektir, bildirmektir, bir medyuniyet ve şükraniyet hissi duymaktır. Ramazan ayını nasip ettiği için, o aydaki sair lütufları için Latîf ü Mennân’a minnet duygusuyla karşılık vermeye çalışmaktır. Kulluk teşekkürünün ifadesidir şükür. Bu bağlamda Ramazan orucunun hedeflerinden birisi de kalbî şükürdür, Ramazan’la gelen semavî armağanlara sevincin şükürle dışa vurumudur.
Şükretmek, bir taleb-i ilahîdir. İnsan ibadetle emrolunduğu gibi, şükretmekle de emrolunmuştur: “Hayır! Yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.” (Zümer, 39/66). “… Allah, insanlara çok ihsanda bulunmuştur, lâkin insanların çoğu şükretmezler.” (Yunus, 10/60; Neml, 27/73).
Şükrân-ı nimetin zıddı, küfrân-ı nimettir; yani nimete nankörlük etmektir. Allah’a şükretmemek, nankörlüğü netice vermektedir: “Şüphesiz biz insana doğru yolu gösterdik. Bundan sonra ister şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan, 76/3).. “Artık Beni anın, Ben de sizi anayım; Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara, 2/152).
Allah, şükreden kulundan razı olur, nimetlerini ziyadeleştirir ama nankörlüğün cezası da beter olur: “…Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!…” (İbrahim, 14/7). “Eğer nankörlük edecek olursanız bilin ki Allah sizden müstağnidir, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ama kullarının inkâra sapmalarına razı olmaz. Eğer şükrederseniz, bundan da hoşnut olur…” (Zümer, 39/7). “Siz şükredip iman ettikten sonra Allah ne diye sizi cezalandırsın ki? Allah şükredenlerin mükâfatlarını bol bol verir ve her şeyi hakkıyla bilir.” (Nisa, 4/147).
Şükretmemek, yani nankörlük, insanı şeytanlaştırır ve şeytan hesabına çalıştırır. Zira şeytan, Allah’ın huzurundan kovulduğu ve kıyamete kadar yaşama izni aldığı vakit Allah’a şöyle demişti: «Öyle ise» dedi, «Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları (insanları) gözetlemek üzere Senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım.» «Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, onların birçoğunu şükreden kullar olarak bulamayacaksın!» (A’raf, 7/16–17).
Oruç tutmanın farz kılınmasının hikmetlerinden birisi de budur; geçici bir açlık ve susuzluk bile insanın kendi aczini ve zayıflığını hatırlamasına ve yaşamasına, Allah’a ne kadar çok muhtaç olduğunu anlamasına yardımcı olur. Evet Ramazan ayı, acziyet ve fakriyetin bağrında filizlenen bir şükür baharıdır; Allah’a şükür ayı, kullarına teşekkür mevsimidir. Ramazan’da şâkirînden olma hayalini kurmalıyız, bizi ona ulaştıracak reel işler yapmalıyız, kavlî, fiilî ve hâlî.
Bazen seyrettiğimiz filmdeki bir sahne, bazen bir kahramanın sözü, bazen okuduğumuz kitaptaki bir cümle veya bir anda karşımıza çıkan bir duvar yazısı, bizi sarsabilir, kendimize getirebilir. 1997 yılı Mısır günleriydi. Kahire sokaklarında bir gece vakti yürürken gözüm duvardaki bir yazıya ilişti, eski bir binanın yan duvarındaki elyazması yazıyı okumaya başladım, baktım bir âyet-i kerime. Hiç ruhen veya fikren hazır olmadığım bir anda beni kalbimin kalbinden vurdu. İlahî ferman şöyle diyordu: “İkterabe linnâsi… İnsanların hesaba çekilecekleri vakit çok yaklaştı. Ama onlar hala koyu bir gaflet içinde Hak’tan yüz çevirmekteler.” (Enbiya, 21/1). “İnanan insanların kalplerinin yumuşayacağı an gelmedi mi? İndirilen bu büyük haktan hakikatten ötürü?” (Hadid, 57/16). “Ey insanlar! Rabbinizden korkun, ona sığının! Çünkü saatin (kıyametin) depremi çok korkunç bir şeydir.” (Hac, 22/1). Bu sözler içime öyle oturdu ki, anlatamam.
Kur’an, kıyamete ‘zelzele’ (deprem) diyor, “Saatin Depremi” ifadesini kullanıyor. Demek kâinatta kurulmuş bir zaman saati var, çaldığında sarsıntısıyla en büyük deprem yaşanacak ve kıyamet kopacak! Kâinatta “Zaman Saati Çaldığı An” neler olacak, Kur’an ve Hadislerden hareketle kaleme almaya çalışmıştım. Kıyamet depremiyle ilgili yıllarca içimde biriken sıkışmış duygu-düşüncelerim, volkan gibi patlamış ve bana adeta o depremi yeniden yaşatmıştı: 08 Ocak 1999 Cuma günü! Ve o sene 17 Ağustos 1999 Gölcük/Marmara depremi vuku’ buldu. Depremi yaşayanlar iyi bilir, ‘deprem geçirmiş duygular’ın ne olduğunu! Her deprem, kıyamet depreminin bir öncülüdür.
Belki de bu Ramazan’da kıyamet depremini düşünmenin tam zamanı! Muâz b. Cebel r.a.’den gelen rivayette Hz. Resulullah (sav): “Ölümü zikretmek (düşünmek), sadakadır. Kabri zikretmek, sizi Cennet’e yakınlaştırır. Kıyameti zikretmek ise sizi Cehennem’den uzaklaştırır.” buyuruyor. İşte en büyük, en korkunç, en dehşetli deprem, “zaman saatinin çaldığı an”da bütün evrende yaşanacak olan depremdir. Kur’an esas bizi ona karşı uyarıyor, mahşer gününe hazırlanmamızı salık veriyor. Biz o günü görürüz veya görmeyiz, fakat insan, dünyanın kıyametinden çok kendi kıyametinden korkmalı, yani ölümünden! Her ölüm, ölenin kıyametidir. Bu Ramazan ayı, ölmeden önceki son Ramazan’ımız olabilir. Rabıta-i mevt ile kendi ölümümüzü/kıyametimizi düşünerek bu mübarek ayı ihya etmeliyiz. Milyarlarca Müslüman içinde kendi Ramazan’ımızı ikame etmeliyiz. Muhteşem bir heykel gibi ayağa dikmeliyiz! Kangren sebebiyle kesilen bacağını eline alıp “Allahım, iki bacak vermiştin. Birisini geri aldın. Kalan bacağımdan dolayı sana hamdederim.” diyen veli gibi, elimizdeki nimetlere gönülden şükretmeliyiz.
Ramazan, nefis ve şeytanımızın kıyamet şokunu yaşaması, deprem geçirmiş duygulara ulaşması ve ruhumuzun da kendini bulması gereken bir uyanış, bir diriliş ve bir kendine geliş ayı olmalıdır, kıyama geçtiği bir ay olmalıdır. İmanla, ibadetle, şükürle ve medyuniyet hissiyle dolu dolu Hakk’a teveccüh ettiğimiz bir sırlı zaman dilimi olmalıdır. Çünkü, genel manada nimetlerin kadr ü kıymeti, kullukta şükrün değeri ve hayatî önemi bu olduğundan dolayı, şükür problemi olan memnuniyetsizler için veya hakkıyla şükredemeyenler için Ramazan-ı şerif, kalpleri yumuşatan yepyeni fırsat kapıları açmaktadır, imkanlar sunmaktadır. Ramazan’ın ve orucun sağladığı manevî atmosferde nefislerin ve şeytanların sesi biraz daha kısılacağı için, ruhlar, Allah’a medyuniyet ve meşkuriyet duygularıyla daha ziyade teveccüh edebilir ve mazhar oldukları nimetleri veren Mün’ım-i Hakiki’ye karşı şükürle dolarak minnet içinde Hz. Mennân’ın huzuruna yönelebilirler.