Dr. Musa HûbİlimŞubat '23

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin ve Risale-i Nur’un Vâris-i Vekili M. SAİD ÖZDEMİR AĞABEY İLE NURLU HATIRALAR

Dr. Musa Hub

SAİD ÖZDEMİR VE SERGÜZEŞT-İ HAYATI

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini (1878-1960) ile Üçüncü Said devresinde (1949-1960) Isparta’daki şimdi müze olan evde ziyaret edip ona talebe olan (1953) ve geri kalan 63 yıllık ömrünü Bediüzzaman’ın vârisi, vekili ve Risale-i Nur nâşiri olarak en hayırlı biçimde değerlendiren Tillo’lu M. Said Özdemir Hoca/Ağabey (1927-2016), şahsen benim sergüzeşt-i hayatımda da çok kaderdenk bir yol ayrımına tevafuk eden bir maneviyat ehlidir, bir ilim erbabıdır, bir hizmet eridir, İslam davasına adanmışlıkta bir rol-modeldir.

Said Özdemir ile Bediüzzaman’ın Yollarının İlk Kesiştiği Yer: Tillo

Bediüzzaman’ın Tillo’dan çıkan Tahsin Aydın gibi talebelerinden birisi de M. Said Özdemir’dir. Yolları ilk olarak Tillo’da kesişmiştir. Çünkü Said Özdemir’in dedesi Molla İsmail Efendi (ö.1954), genç Bediüzzaman’ı Tillo’da kaldığı süre zarfında görmüş ve tanımıştır. O sebeple torunu Mehmed Said Özdemir küçüklükten itibaren Bediüzzaman’ın güzel hatıraları, kerametleri ve menkıbeleriyle büyümüştür.¹ 1311/1893 Ağustos ayında 15 yaşındaki Said Nursî, Siirt’e bağlı Tillo köyüne/kasabasına gelmiş, orada boş bir türbe kubbesi olan meşhur Kubbe-i Hassâ’ya²  (Hassâ Kümbeti’ne) kapanmış ve orada Firuzâbâdî’nin Kamus-u Okyanus‘unu onbeş günde Sin harfine kadar ezberlemiş. Yemeğini de yanında bulunan 13 yaşındaki özkardeşi Mehmet (1880-1951) Tillo köyünden getirmiştir.³ Nursî, çorbanın pirinçlerini kubbenin etrafında bulunan karıncalara verir, kendisi ekmeğini suyuna bandırarak yer. Bunun hikmetini soranlara da “Karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirlerCumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.” der.⁴ “Bunlarda hayat-ı içtimaiyeye malikiyet ve fevkalâde vazifeşinaslık ve çalışma bulunduğunu müşahede ettiğim için, cumhuriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet etmek istiyorum.”⁵

Said Özdemir’in dedesi Molla İsmail Efendi (ö.1954, Ankara) 15 yaşındaki genç âlim Said Nursî’nin o zamanki hallerini anlatır: “Baktım, bir ayağında kundura, bir ayağında çarık vardı.” der. Niye böyle giymişti, fakirlikten mi, yoksa nedendi sorusuna Said Özdemir ağabey, “O garîbüzzaman’dı, zamanın garibiydi. Âdeta dünyaya meydan okuyordu. Sizin sevdiğiniz dünya işte budur diyordu. Öyle kendisine has (bir şekilde). Dünyaya ehemmiyet vermemek. Kendisi dâima eski, yamalı elbise giyerdi. Güzel giyime ehemmiyet vermezdiGaripler gibi yaşardı. Nasıl gariban bir kimse eski yamalı elbiseler içinde yaşarsa, onun da öyle bir hâleti vardıHz. Peygamber’in (sav) Ebu Zer’e hitaben “Kün fi’d-dünya gariben. Dünyada bir garip ol” buyurduğu üzere yaşardı.”

Said Özdemir Hoca/Ağabeyle olan hatıratıma geçmezden evvel, onun kısaca hayatı, Üstad’ın yanındaki yeri ve hizmetleri hakkında kısa bir özet vermek münasip olacaktır.

1927’de Siirt’in Tillo ilçesinde dünyaya gelmiş olduğu için ismi Risale-i Nur’a Tillo’lu Said olarak girer. Yaşadığı bölge ve ailesinin Kureyş kökenli (Hâlid b. Velid’in soyundan) olmasından dolayı ana dili Arapça’dır. Bilindiği üzere Hâlid b. Velid’in soyu yedinci göbekten dedesi Mürre’de Resûl-i Ekrem’in soyu ile birleşir. Bu açıdan, Hâlidî şeceresiyle Said Özdemir ağabeyin nesebi de Mürre’de Hz. Rasulullah’la (sav) birleşmektedir. Belki de M. Said Özdemir ağabeyin mezar taşında “es-seyyid” yazması bundandır, bilemiyorum.

Said Özdemir 5 yaşında iken annesi Hediye Özdemir Hanım (1911-1932, Tillo) üçüncü çocuğunu dünyaya getirdikten hemen sonra vefat eder. Bundan sonra ona ve ağabeyi Tevfik’e, dedeleri Molla İsmail Efendi’nin ve nineleri Sitti Hanım bakmaya başlar. Babası Osman Özdemir (ö.1959, Ankara), Ankara Orman Müdürlüğü’nde çalışmaya başlar. Anne-babasını ve iki çocuğunu Tevfik’i ve Said’i 1938’de Ankara’ya yanına alır. İstanbul’dan Münire hanımla evlenerek onu Ankara’ya getirir; ondan Sabri, Ahmet, Hayriye ve Fatma dünyaya gelir.

Ankara’ya geldiğinde Türkçe bilmeyen 11 yaşındaki küçük Said 6 ay kursa gider, üvey annesi Münîre hanımdan Türkçe öğrenir ve ondan sonra Ankara’da İsmet Paşa İlkokulu’nu, Ortaokulu’nu (taş mektep denilen bugünkü Hacettepe Üniversitesi’nin binasında) ve Ankara Gazi Lisesi’ni okur. Liseli yıllarında İslamî ilimlere ilgisi artar. Dinî ilimleri de okumaya başlar.

Liseyi birincilikle bitirdiği için, sınavsız olarak İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Bölümüne girer, Gümüşsuyu’nda üniversite kaydını yaptırır. Sultanahmet’teki Kadırga Yurdu’nda kalmaya başlar. Oradan üniversiteye gider gelir. İslamî ilimlere merakı gittikçe artan Özdemir kitaplar okuyarak, Sultanahmet Cami’sindeki meşhur vaizleri dinleyerek kendini yetiştirmeye çalışır. İki yıl okur, fakat üçüncü sınıfa başladığı zaman içine bir bıkkınlık hissi gelir ve üniversiteyi bırakır, Ankara’ya döner. 1949 yılında Rahime hanımla evlenir. [Bu evlilikten Kemalettin, Cemalettin, Fethullah, Hediye, Nuriye, Nurefşan, İsmail (merhum), Nurettin (merhum) isimlerinde çocukları olur.] Ve o sene askere gider. Bolayır’da 2 ay hazırlık kıtasından sonra 6 ay yedek subay okulunda subaylık yapar ve ardından İzmir Tire’de 6 ay teğmen ve üsteğmenlik görevinde bulunur.

1950 yılında memuriyet sınavına girer, Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin imtihanından geçer ve memur olarak başlar. Bediüzzaman’ın talebelerinden o zamanlar Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde okuyan Abdullah Yeğin’le tanışır. O, kendisine Telvihat-ı Tis’a ve Gençlik Rehberi gibi bazı Nur risalelerini verir. Diyanet’te memuriyete başlayan Said Özdemir bununla yetinmez, Diyanet’teki hocalardan İslamî dersler alır, fıkıh, tefsir, kelam derslerini okuyup hitabette kendisini geliştirir. Diyanet’in açtığı sınava girer; yüksek bir puanla vaiz olarak atanır. Daha sonra Üstad hayattayken ‘seyyar/gezici vaiz’ kadrosuna dâhil olur. Nitekim Üstad’a yazdığı, Lahikalar’da olmayan mektubunda bunu haber vermiştir.⁶

RİSALE-İ NUR’U İLK TANIYIŞI VE BEDİÜZZAMAN’LA İLK GÖRÜŞMESİ: 1952

1950’nin başlarında manevî mürşid arayışı içine girer. Bir gün Diyanet’te Asım Köksal’ın yazı işleri müdürlüğü odasındayken, içeri giren yüksek yol mühendisi İskender Göçer’in cezbeli halinden ve anlattıklarından etkilenir ve 2 yıl kadar beraber olur, fakat kalbinde bir şüphe belirmeye başlar. Hicaz’a gidip yerleşmeye karar verir. Kararının doğru olup olmadığını ve bir de Göçer’in durumunu sormak maksadıyla, o, kendisi ve babası ile birlikte, 1952’de Konya’dan Isparta’ya Bediüzzaman’a giderler. O gece otelde kalırlar, Said Özdemir rüyasında Üstad’ı görür ve aralarında bir konuşma geçer. Bu konuşma ertesi gün aynen tezahür eder. Sabah huzuruna çıktıkları zaman, Üstad ona nereli olduğunu sorar, o da Tillo’lu olduğunu söyleyince, Üstad ona şöyle der: “70 sene önce ben oradaydım. Oradan bir yardımcı vermesi için Şeyh Hamzatü’l-Kebir ve oğlu İbrahim Mücahid ile İsmail Fakirullah ve Sultan Memduh’u şefaatçi yaparak Allah‘a dua ediyordum. Yetmiş senedir Tillo’dan bir yardımcı bekliyordum. Allah sizi bana yolladı. Sizi Arabistan vs. yerler namına da kabul ediyorum.

Bu iltifattan cesaret alan genç Said, hoşâmedi sohbeti sırasında memleketin hâlini sebep gösterir ve Hicaz’a gidip yerleşmek istediğini söyler. Bediüzzzaman ise: “Kardeşim, ben Hicaz’da olsam buraya gelirdim. Âlem-i İslâmın kapısının kilidi Türkiye’dir. Bu kilit bu kapıyı âlem-i İslâm üzerine açar. Buradan gitmek, harpten kaçmak gibidir. Harpten kaçmak kebâirdendir. Kat’iyen buradan gitmek için izin yok” der. Sonra da ona Ankara’da bulunan talebesi Atıf Ural ile tanışıp Nur hizmetine başlamasını tembihler. Bu bir cümlelik tavzif, Said Özdemir’in hayatının akışını değiştirmeye yeter. Ankara’ya dönünce Atıf’la tanışır ve memuriyetten arta kalan zamanlarında sık sık onun yanına giderek Risale-i Nur’un neşir işlerine yardım eder.

BEDİÜZZAMAN’IN, S. ÖZDEMİR’İ R. NURLARI NEŞİRLE VAZİFELENDİRMESİ: 1953

Bediüzzaman’ı ikinci sefer ziyaret etmek için Isparta’ya gittiğinde Bediüzzaman ona neşriyatın ehemmiyetli olduğunu söyleyip nasıl yapılması gerektiğini anlatır. Ardından da sermaye yapmaları için bir miktar para verir ve daktilo edilmiş hâlde bekletilen Sözler’in matbaada Latin harfleriyle bastırılmasını ister. Bu talimatı alınca hemen Ankara’ya dönen Said Özdemir, Risalelerin neşir işleriyle fiilen meşgul olan Atıf ural ve Mustafa Türkmenoğlu ağabeylere Üstad’ın söylediklerini anlatır. Onlar da genç Said’in ve diğer Nur Talebelerinin de yardımı ile formalar hâlinde matbaada bastırdıkları Sözler’i Bediüzzaman’a gönderip tashih ettirdikten sonra ciltleterek neşrederler (1956). Sonra Mektubat’ı, Lem’alar’ı, İşarâtü’l- İ’caz’ı ve Tarihçe-i Hayat’ı yayınlarlar.

BEDİÜZZAMAN’IN SAİD ÖZDEMİR’E NOTER TASDİKLİ VEKALETNAMESİ: 1953

Said Özdemir bu çalışmalar sırasında sık sık Bediüzzaman’ı ziyaret eder. Bediüzzaman, kendisine parmak izini taşıyan noterden tasdikli bir vekaletnâme verir. Bu noter tasdikli vekâletnâme ilk ve tek olarak Said Özdemir ağabeye nasip olur. Sözkonusu vekâletin veriliş hadisesini kendisi şöyle anlatmıştır:

“1953 senesinde oldu bu vekâlet verme işi. Biz Risale-i Nurları basmaya başladık. Maliyeden beni çağırdılar; “Siz ne hakla basıyorsunuz bu kitapları?” dediler. Dedim: “Bediüzzaman Hazretlerinin izni var.” “Ne malum izni var?” diye cevap verdiler. “Doğru” dedim. Gittim Üstad’a: “Efendim, Maliye soruyor benden: sizin izniniz var mı?” dedim. Üstad: “Hay, hay. Zübeyir daktiloyu getir!” dedi. Zübeyir ağabey daktiloyu getirdi ve Üstad yazdırdı. Şöyle:

Ben gayet hasta ve perişan olduğum için gayet müstakim ve sadık bir vekil istiyordum. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki bana tam bir hakiki kardaş, müstakim ve sadık Tillo’lu Said’i verdi. Ben de onu hakiki ve her cihetle bana ve Risale-i Nur’a hizmet için tevkil ediyorum. Benim vekilimdir. O, ne yapsa ben yapıyorum gibi kabul ediyorum. Gayet hasta Said Nursi. 8 Ekim 1953 (Noter sayısı: 427028).”⁷

Üstadımız parmak izinin altına kendi eliyle yeni yazıyla adını yazmaya uğraştı, pek yeni yazı yazamıyordu… Mührünü -parmak izi- bastı. Parmağını mürekkebe batırdı, sonra kâğıda bastı. Eski yazı ile ismini açığa yazdı. Sonra notere gittik, tasdik ettirdik.” (Said Özdemir).

Bu vekâletnamede Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hem mühür olarak parmak izi var, hem eski ve yeni yazıyla imzası vardır. Bilindiği üzere bir vasiyetinde “Said de (Risale-i Nur’a) bir hizmetkârdır.”⁸ diyen ve kendisini bir mürşid veya şeyh olarak kabul etmeyen ama Nur Talebeleri tarafından ‘imanî ilimlerde ve Kur’ânî hizmette Üstad⁹ kabul edilen Bediüzzaman Said Nursî, yakın has talebelerini yerine birer vâris bırakmış, onlara bir tür icazet vermiştir.¹⁰  Vasiyetnamesindeki vâris talebelerini ise yerine mürşidler olarak değil, Risale-i Nur mürşidinin hizmetkârları olarak vasiyet etmiştir.¹¹ Bütün vazifelerini, Risale-i Nur talebelerinin şahs-ı mânevîsine bıraktığını bildirmiştir.¹² Mükerrer defalar Üstad’ın maddî manevî iltifatlarına, ikramlarına mazhar olur ve nihayet vâris ü vekilleri arasına girer.

Bediüzzaman’ın vasiyetnamesindeki vârisleri arasında iki tanesi aynı zamanda hoca kimliğine sahiptiler; birincisi özkardeşi Abdülmecid Nursî ağabey ve diğeri M. Said Özdemir ağabeydi. Üstadı Bediüzzaman Hazretleri gibi, S. Özdemir Hoca/Ağabey de ilmine yakışır bir amel ve sosyal hayatta duruş sergilemiş hizmetkâr bir İslâm âlimiydi. Üstadı gibi çoğunlukla başında sarığı veya takkesi ve üzerinde cübbe veya pardösüsüyle bulunurdu.

ANKARA’DA İHLAS-NUR NEŞRİYATI VE DERSANE HİZMETLERİ

1953’te Üstad Bediüzzaman’ın da bir miktar teberrüken para vererek kurulmasını teşvik ettiği İhlas-Nur Neşriyat’ını Bediüzzaman’ın 1960’da vefatından sonra da, ihtilâle rağmen, Ankara’da kendi vefatına kadar devam ettirir. İlerleyen yıllarda Bediüzzaman’dan sonra Nur Talebelerine öncü ağabeylik yapan Zübeyir Gündüzalp’in önderliğinde 1970’da Yeni Asya Neşriyat, onun 1971’de vefatından sonra da 1975’de Sözler Neşriyat, 1979’da Envar Neşriyat, 1985’te Hayrât Neşriyat, 1980’lerin başında Tenvir Neşriyat, 1992’de Mutlu Yayıncılık, 1997’de Zehra Yayıncılık, 2003’de Şahdamar Yayınları ve 2005’te RNK Neşriyat kurulur. Söz Basım Yayın, ve nihayet Diyanet İşleri Başkanlığı, hepsi de ayrı ayrı Risale-i Nurlar’ı basmaya başlarlar.

Üstad Hazretlerinin bizzat emri ve maddî katkısıyla kurdurduğu ve Said Özdemir ağabeyin başında bulunduğu İhlas-Nur Neşriyat, Türkçe dışında Arapça, Almanca ve İngilizce başta olmak üzere, Fransızca, İsveççe, Rusça, Japonca, İspanyolca, İtalyanca, Çince, Hollandaca, Danimarkaca, Arnavutça, Boşnakça, Portekizce, Endonezce, Romence, Bulgarca, Rumca, Farsça, Hintçe, Urduca, Malayca, Hausa (Nijeryaca), Tayca, Tagalogça, Gürcüce, Korece, Bengalce, Malgaşca, Afganca, Azerice, Özbekçe, Uygurca, Kazakça, Tatarca, Kırgızca, Türkmence, Suwahili ve Visaya dillerince Risaleler bastı. (Bkz. http://www.ihlasnurnesriyat.com/)¹³

Üstad Hazretleri hayattayken İhlas Nur Neşriyat tarafından 1959 basımı bir Şualar kitabını, 1995’te kısa dönem askerlik yaptığım İzmir’in Menemen ilçesinde, Kubilay Kışlası’nın mescidindeki mini kitaplıkta gördüm. İlk defa sırtı siyah cilt üzere basılmış bir Risale’yle karşılaşmıştım. Heyecanla içini açtığımda gerçekten şok olmuştum: Kitabın ilk sayfasında latin harfleriyle “Albay Hulusi Yahyagil’in bu kışla mescidine hediyesidir.” diye yazıyordu. Onu hatıra olarak alıp yerine 10 tane Şualar koymayı düşündüm ama o vakfedilmiş olmasından ve adeta kışlanın manevî tapusu gibi durduğundan dolayı buna cesaret edemedim. Sözkonusu Şualar, resimdeki gibiydi.

SAİD ÖZDEMİR’İN CAMİ KÜRSÜLERİNDE İLK NUR DERSLERİ: 1957

Bediüzzaman Hazretleri hayattayken ilk defa bir cami kürsüsünde açıkta Risale dersi yapan vâiz/hoca Tillolu Said Özdemir’dir ki, Ankara Hacı Bayram Camiinde, 1957-58 yıllarında sabah namazından sonra Risale-i Nurdan okumaya başlar. Her sabah kürsüye çıkıp, ‘Şimdi Bediüzzaman’ın Sözleri kitabından ders yapacağız’ der. Böylece orada Sözler, Mektubat ve Lem’alar’ın yarısına kadar gelir. Daha sonra bu tatbikatını Üstad’a anlatır. Üstad da, ‘Siz de böyle yapın’ dercesine, gelene gidene bunu anlatır. Bunun üzerine birçok şehirde Risale-i Nur camilerde okunmaya başlanır. Çünkü: Risale-i Nurlar helaket ve felaket asrının maddi ve manevi tüm dertlerine deva, eşsiz, benzersiz kitaplardır. Ve ahiretin sokaklarında insanı ürkütmeden ve korkutmadan hayalen gezdirir ve oraya gitmeye bir şevk verir.

SAİD ÖZDEMİR’İN TRT RADYOSU’NDA İLK NUR DERSİ: 1957

O zamanlar ülkede tek bir tane radyo kanalı vardır, o da devletin radyosudur. Yine Üstad hayattayken, ilk defa bu radyodan Risale-i Nur dersi yapan da Said Öz­de­mir Ağa­be­y olmuştur. Kendisi olayı şöyle anlatmıştır: “1957 se­ne­sin­de Be­rat Kan­di­li’ydi (16/17 Mart, Ctsi/Paz). Ha­cı Bay­ram Ca­mii’nde ‘On Ye­din­ci Mek­tup” ile Tarih­çe-i Ha­yat’tan ‘Ey âlem-i İs­lâm uyan! Kur’an’a sa­rıl…’ mev­zu­la­rı­nı oku­dum. Nak­len ya­yın ya­pıl­dı. Rad­yo, 10 da­ki­ka za­man ver­di­ği hal­de ben 20-25 da­ki­ka ka­dar oku­dum. “Ön­ce­den Üs­tad’a tel­graf­la ‘Üs­tad’ım, rad­yo­dan Ri­sa­le-i Nur oku­ya­ca­ğım’ di­ye ha­ber ver­miş­tim. Üs­tad’ımız Is­par­ta’day­dı. Ara­ba­ya in­miş, rad­yo­yu aça­rak din­le­miş. Çok mem­nun ol­muş ve ‘Said be­ra­at et­ti’ di­ye­rek il­ti­fat­ta bu­lun­muş. Er­te­si gü­nü Ulus ga­ze­te­si ‘Dün ge­ce Nur­cu­lar ci­hat ilân et­ti­ler’ di­ye bü­yük bir manş­et at­mış. Sa­dun Tan­ju di­ye bi­ri­si ha­ka­ret etmiş. Mah­ke­me­ye ver­dik. O da bi­zi mah­ke­me­ye ver­di.”¹⁴

Bediüzzaman’ı Ankara’ya davet ettikleri zaman, gelince kalması için hem Beyrut Palas otelinde, hem de şehirdeki ilk ve tek nur dersanesinde kendisine bir oda hazırlarlar. 3 Ocak 1960’da en son Ankara’ya geldiğinde Said Özdemir: “Üstadım siz burada otelde, kimsesi yok garipler gibi kalmayın. Bizim evin yanında sizin rahat edebileceğiniz bir yer hazırladık, sizi oraya götürelim.” der. Üstad cevaben: “Kardeşim ben hep otellerde kalmışım. Doktor Tahsin Beyin de Çankaya’da evi var. ‘Benim evde kalsaydı’ diye belki gıpta olur. Hazırladığınız evdeki yorganı getiriniz. O yorganda yatayım. Sizin orada yatmış gibi olayım. Orası benim evim gibi olsun.” cevabını verir ve öyle de yaparlar. Hazırladıkları yorganı götürürler ve Ankara’da kaldığı müddetçe o yorganda yatar. 6 Ocak Çarşamba günü Ankara’da Beyrut Palas Otel’inden Konya’ya gitmek üzere ayrılırken, tam otel çıkışında merdivenlerden inmekte olan Bediüzzaman’ın hemen solundaki boynu kaşkollu talebesi Said Özdemir’dir:

Said Özdemir Hoca/Ağabey, hayatayken de, vefatı sonrası da Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a gerçek manada vefa, sadakat ve istikamet üzere yaşamış hâzâ sâdık bir hizmet kahramanıydı. Bediüzzaman’dan miras kalan bütün eserlere, hususi eşyalarına ve hayallerine kadar hepsine vefalı davranmış, çok hususi ve kıymetli birer emanet şuuruyla sahip çıkmıştır. Bu şuur ve ruh ile Türkiye’de ilk defa Bediüzzaman adına bir câmi yaptırmıştır (2011).

İHLAS GAZETESİ, UHUVVET GAZETESİ VE ZÜLFİKAR GAZETESİ

Ateşîn bir kabiliyet ve hareket insanı olan Said Özdemir Ağabey, Bediüzzaman’ın vefatı sonrası, Ankara’da seyyar vaizlik görevindeyken, İhlas Gazetesini çıkarır. O kapatılınca Uhuvvet Gazetesini çıkarmaya başlar. Onu da kapatırlar. Diyanet de onu Ankara’dan uzaklaştırmak için İzmir’in Çeşme İlçesi’ne müftü olarak atar. O da İzmir’e gidince Zülfikar gazetesini çıkarır. Bu kez orada hayatına kastedilince, Ankara’ya döner. Ardından Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç kendisini Kırıklareli’ne müftülük memuru olarak tayin eder. Orada bronşiyal astım sebebiyle sağlık raporu alır ve bu raporla emekli olur.

ANKARA’DA İLK MEDRESE-İ NURİYE: BEDİÜZZAMAN CÂMİİ (2011)

Bediüzzaman’ın 1960’da Ankara’ya geldiğinde kalması için iki odasını tahsis ettiği, Ulus’taki o ilk ve tek nur dersanesinin bulunduğu yere (Atıfbey Mah., 769. Sok., No:37, Altındağ), yıllar sonra Said Özdemir ağabey “Hz. Bediüzzaman Camii”ni yaptırmıştır. 31 Temmuz 2011 Pazar günü açılışını yaptığı camide o gün akşam Ramazan’ın ilk teravih namazı kılınmıştır. Kubbe-i hadrâsı (yeşil kubbesi) ile Medine’deki Mescid-i Nebevîye benzeyen Bediüzzaman Câmii’nin açılışı için yazdığı davet mektubunda paylaştığı üzere:

Bir zamanlar Ankara’da yegâne dersane-i nuriye burasıydı. Bu mekân yıllarca Risale-i Nurların okunduğu ve Kur’ân hizmetinin yapıldığı ve binlerce nur talebelerinin buraya uğrayıp Kur’ân hakikatlerinden istifade ettikleri ve buradan defalarca hapislere gidildiği bir Medrese-i Nuriye idi. 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan inkılab ile Risale-i Nurların okunması ve neşredilmesi yasaklandı. Fakat nur talebeleri durmadılar hizmeti Kur’âniye’ye devam ettiler. Bu cami yerindeki medresede kalan nur talebeleri 1960’dan 1983’e kadar emniyet tarafından kontrol ve baskı altına alındı, 12-15 defa medrese basılarak topluca tevkif edilip, yıllarca hapislerde yattılar.

Bediüzzaman hazretlerine hayatta iken hizmet eden ağabeylerden; Tahiri Mutlu, Zübeyr Gündüzalp, Bayram Yüksel, Mustafa Sungur ağabeyler, Bediüzzaman Hazretlerinin vefatından sonra burada yıllarca kaldılar ve burada kalan sair ağabey ve kardeşler ile beraber hapislere gittiler. Zübeyr Ağabeyin hususi odası vardı yıllarca orada kaldı. Türkiye’nin muhtelif yerlerinden Ankara’ya gelenlerden bazıları birkaç gün bazıları birkaç ay burada kalırlardı. Molla Hamid Ekinci, Sıddık Süleyman (Kervancı), İbrahim Hulusi Yahyagil, İbrahim Fakazlı, Hasan Atıf Egemen, Mehmed Çalışkan, Mustafa Acet, Mehmed Kayalar, Re’fet Kavukçu, Salih Özcan vd. bunlardan bazılarıydı.¹⁵

Mektubun altına “Caminin Hizmetkârı” diye imza atan M. Said Özdemir ağabey, Bentderesi’nde sözkonusu camiinin de içinde bulunduğu 4 bin m2’lik alan satın alarak üzerinde bir Bediüzzaman Külliyesi kurmak için proje yapmıştır.

SAİD ÖZDEMİR’İN BEDİÜZZAMAN KÜLLİYESİ PROJESİ

Said Özdemir ağabeyin verdiği beyanata göre: Beidüzzaman Külliyesi, dinî ilimlerin ve pozitif bilimlerin birlikte okutulacağı, kız ve erkek öğrencilerin ayrı eğitim görecekleri bir “İmam hatip lisesi, konferans salonu, arşiv ve müze bölümleri” bulacak olan kompleks olacaktır. Arşiv bölümünde Bediüzzaman’ın bugüne kadar neşrolunmuş-olunmamış, bizzat yazdırdığı veya talebelerinin cevaplandırdıkları ve bir de ona gelen mektuplar, yekûnu 4 bin civarında mektubun orijinali ve bütün kitaplarının orijinal nüshalarını toplanacaktır. Müze bölümünde ise Zübeyir Gündüzalp tarafından teslim edilen Üstad’ın şahsî eşyaları, giysileri, kendi sardığı gibi duran sarığı, cübbe ve tesbihlerinin sergilenecektir.¹⁶

Üstadın vefatından sonra şahsî eşyaları kardeşi Abdülmecid Nursî’ye verilmiştir. Abdülmecid Nursî’nin vefatından sonra Üstadın şahsî eşyaları S. Özdemir Ağabeye getirilir. Yine Üstad Hazretleri Urfa’da vefat edince, üzerinden çıkanlar ve araba, Zübeyir Gündüzalp tarafından Said Özdemir’e gönderilir. Araba Ankara’da neşriyat için kullanılıyor iken, Zübeyir ağabey İstanbul’da ihtiyaç olduğunu bildirmesi üzerine İstanbul’a gönderilir. Daha sonra İstanbul’da ticarî taksi plakası alınıp çalıştırılması haberi üzerine Said Özdemir ağabey iki defa bizzat cebinden râyici ödeyerek satın alır. Böylece Üstad’ın emaneti de yed-i emînini bulmuş olur.¹⁷ Yine Üstadın neşredilmemiş binlerce mektubu ve ona gelen mektuplar, Isparta’dan Zübeyir ağabeyler tarafından Said Özdemir Ağabeye intikal ettirilir. Caner Kutlu’nun deyimiyle Said Özdemir Ağabey, “Dağın suyunu alıp ovayı (dünyayı) sulayan Nilüfer’dir, hem suyu taşıyan nehirdir, hem suyun taşıdığı çiçektir.” O bir “sarıklı, küçük, genç”tir.¹⁸

Son olarak; Hz. Bediüzzaman Câmii hizmette olmakla beraber, Bediüzzaman Külliyesi, bölgede imar çalışması devam ettiğinden, henüz inşaat izni olmaması sebebiyle beklemededir. İmar planları onaylandıktan sonra inşa çalışmalarının başlayacağı duyurulmuştur.

İLK GÖRÜŞÜM: 8. ULUSLARARASI BEDİÜZZAMAN SEMPOZYUMU (2007)

Tillo’lu M. Said Özdemir Hoca/Ağabeyi hayatımda dünya gözüyle ilk defa görüşüm, 18-20 Kasım 2007’de İstanbul’da düzenlenen 8. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nda olmuştu. “İnsanlık Onuruna Layık Bir Dünya İçin Adalet” konuluydu. Birkaç arkadaşım ve talebemle muhteşem bir kutlamaya koşar gibi katılmıştık. Hatta daha özel ve manevî bir hisle, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin ruhaniyetinin de orada bulunacağına inanıyorduk. Programa katılan Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Mehmet Nuri Güleç (Fırıncı), Said Özdemir, Mehmet Kırkıncı ağabeylerde gördüğümüz o gayet derecede edepli duruşu, sanki Üstad’ın ruhaniyeti karşısında ayne’l-yakin bir müşahede altında takınılan bir tavır gibi düşünüyordum. Dünyanın dört bir tarafından gelmiş konuşmacıları dinlerken, cebren sürgün edildiği ve risaleleri yeni yazmaya başladığı Barla köyünde, 1927-29’larda ilk kâtiplerinden Şamlı Hafız Tevfik’in ‘‘Üstadım, bize uzun uzun cümlelerle bu eserleri yazdırıyorsun. Bunları kim okuyacak?’’ diye sorduğunda ‘‘Ben bu eserleri dünyaya okutacağım!’’ diyen Bediüzzaman’a hitaben “Sadakte ve bil hakkı natakte. Doğru söyledin ve hakikati haber verdin ey Üstad!” diye ruhum haykırıyordu.

İnsan, çok sevdiği ve saydığı insanlarla ne kadar ortak noktası çıkarsa, o kadar seviniyor. Üstadın talebeleri içinden bir sempozyumda tebliğ sunan nadir bir isimdi Said Özdemir ağabey. 2004 yılındaki 7. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nda “İslam ve Şiddet: Risale-i Nur Perspektifi” konulu bir tebliğ sunmuştu. Ben o zaman yurt dışında olduğumdan katılamamıştım. Nesil yayınlarının bastığı Tebliğler Kitabı’ndan okumuş ve doktora tezimde bir yerde onu referans ile dipnot vermiştim.¹⁹ Mustafa Sungur, Mehmet Nuri Güleç (Fırıncı) ve Mehmet Emin Birinci gibi ağabeylerin öncülüğünde 1991’de açılan İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın organize ettiği bu sempozyumlardan üç tanesinde nâçizâne ben de de tebliğ sunmuştum. İlk iki tanesi, Ulusal Bediüzzaman Sempozyumu idi: “Bediüzzaman ve Tecdit Sempozyumu” (Şanlıurfa, 2013) ve “Risale-i Nur Perspektifinden Dünya Ahiret Dengesi” Sempozyumu (Diyarbakır, 2014). Üçüncüsü de “Fert ve Toplum Hayatında İman” konulu 12. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu (İstanbul, 2021) olmuştu.

İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın vakıf başkanlığını, ikili tanıştığımız Prof. Dr. Faris Kaya’dan sonra, son yıllarda Said Özdemir ağabeyin yeğeni Said Yüce Bey yapmaktadır.

ÜSTADIN TALEBELERİNİN YAZDIĞI MEKTUP VE SAİD ÖZDEMİR: 2012

(Resimdekiler soldan sağa: Mustafa Sungur, Salih Özcan, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Hüsnü Bayram, Ahmed Aytimur ve Mehmet Fırıncı.)

Mustafa Sungur ağabey, vefat edeceği 2012 yılında Bediüzzaman’ın hayattaki bazı talebelerini Üsküdar’daki Bedii dersanesine davet ediyor, orada bir toplantı yapıyorlar. Konu: Risalelerin sadeleştirilmesi meselesinin durdurulması. Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleri Mustafa Sungur, Hüsnü Bayram, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Ahmet Aytimur, Salih Özcan, Abdülkadir Badıllı ve Mehmet Fırıncı 1 Şubat 2012’de bir bildiri yayınlayarak sadeleştirme çalışmalarına karşı çıktıklarını ilan ediyorlar.²⁰

Bunun için bir mektup yazıyorlar, ilk imzayı da Mustafa Sungur atıyor. Mektubu adrese teslim göndermek istiyorlar, fakat esas muhatap tarafından reddolunuyor, ‘falan kişiye teslim edin’ haberi geliyor. Sözkonusu mektupla aralarından birini, Üstad’ın vâris ve vekil talebelerinden Said Özdemir ağabeyi elçi olarak göndermek istiyorlar, o da reddediliyor.²¹ Üstüne bir de aleyhte tezvirat yapılınca, Said Özdemir ağabey, ‘sadeleştirme ve mektup olayı’ üzerine bir basın açıklaması yapıyor.²²

ÜSTADIN TALEBELERİ ADINA ELÇİLİK VAZİFESİ TEVDİİ: 2012

Manidar bir tevafuk ki, o yıl, İstanbul’da 20 Aralık 2012 Perşembe günü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman’ın Şeceresi”ni açıkladığı basın toplantısına, Üstad’ın vârislerinden Ceylan Çalışkan’ın yeğeni Ali Said Çalışkan ağabeyin davetlisi olarak ben de katılmıştım. Abdülkadir Badıllı ağabeyin kürsüde ağlayarak “Yok mu, birisi çıksın da gitsin ve bu Risaleleri sadeleştirme işini durdursun!” sözleri üzerine, program bitimi Çalışkan ağabey benim kolumdan tuttu ve Abdülkadir Badıllı ve Hüsnü Bayram ağabeylere takdim etti:

Musa Hub Hoca, Ankara İlahiyat Fakültesinde, tasavvuf dalında doktora yapıyor. Doktora tez konusu: Bediüzzaman’a Göre Seyr ü Süluk. Kendisi yakın zamanda Amerika’ya gidecek. Eğer uygun görürseniz, sadeleştirme işinin durdurulması için sizler (Üstad’ın talebelerinin) adına görüşebilir, konuşabilir. Yazdığınız mektubunuzu bizzat adresine ulaştırabilir. Bu işten râzı olmadığınızı iletebilir. Hayırlısıyla mevzu kapanır inşallah.” Bu mealde sözler sarfetti. Ben hiç beklemediğim bir şekilde muhatap olduğum ve mes’uliyet altına sokulduğum bu tavzif/tevdi’ karşısında ‘olabilir’ dercesine bakarak sessiz kaldım. Zaten bu konuşma orada öylece kaldı. Ne bana herhangi bir mektup teslim edildi, ne de ben bir daha ABD’ye gittim. Çünkü o eski defteri ben 2011’de umrede, huzur-u Nebî’de çoktan kapatmıştım. Ben sadece Üstad’ın talebelerinin yazdığı mektubu göndermek için önce Said Özdemir ağabeyin seçilmiş olması, sonra da bana teklif edilmiş olmam noktasındaki tevafuku, bir hatıra olarak kaydetmekle yetiniyorum.

SAİD ÖZDEMİR AĞABEYE GİDEN YOL: DOKTORA SÜRECİ

Üstadım Bediüzzaman Hazretleri’nin en has talebelerinden Tillo’lu Said Özdemir Hoca/Ağabey’i benim Ankara’da bizzat ziyaret etmem, yüzyüze tanışmam, sohbetine katılmam, karşılıklı musâhabede bulunmamız, resim çektirmemiz, kendisine bazı ilmî hususlarda sualler yöneltmem ve onunla mülâkât yapmam, Ankara Üniversitesi’nde tasavvuftan doktora tezim vesilesiyle oldu (2013). Fakat öncelikle ona giden süreci anlatmak istiyorum. Said Özdemir ağabeyle sufi-meşreplikte bir ortak yönümüz ve tevafukumuz var: Ona hayatında ilk defa Risale-i Nur’daki tasavvuf risalesi olan Telvihat-ı Tis’a Risalesi verildiği gibi, bana da tasavvuftan doktorada ilk sorulan soru Telvihat-ı Tis’a Risalesi oldu. Şöyle ki:

Ben fikrî olarak her geçen gün ayrıldığım bir yayınevinde çalışırken, fiilî olarak da tamamen ayrıldığım 2011 yılında, kendi kararım ile sınavlara hazırlanarak, nihayet 2012 Ocağında Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesinde, Tasavvuf Anabilim Dalı’nda doktoraya başvurdum. Yazılı yeterlilik sınavını başarıyla geçtikten sonra heyet huzurunda mülakat oldu. Nedense, tasavvuf bölüm başkanı Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu bana Bediüzzaman’ın tasavvuf risalesi olan Telvihat-ı Tis’a Risalesi’ni ve içeriğini sordu. Nereden anlamıştı benim Nur talebesi olduğumu, yoksa tevafuk mu, intâk-ı bilhak mı olmuştu bilmiyorum. Prof. Dr. Mehmet Akkuş da bana günümüzdeki sema şölenlerinden ve Mevlevîler’den sual etti, “Ne düşünüyorsun?” dedi. Ben de semâ’nın aslında Mevlevîliğin bir zikir biçimi olduğunu, fakat şimdilerde ‘sema gösterisi’ne dönüştürüldüğünü söyledim, “Eğer, Mevlana Hazretleri bunları görseydi, eline bir sopa alır, bunları sahneden kovalardı” dedim. “Aynen öyle, aynen öyle. Kovalamakla kalmaz, bir güzel de sopadan geçirirdi.” diye ilave etti. Ethem hoca da işin ruhunu öldürdüklerini söyledi. Bütün heyet istihsan ettiler, aynı görüşteydiler. Elbette istisnalar her zaman müstesnadır. Her neyse, mülakatı da geçerek doktora ders dönemine fiilen başladık.

S. ÖZDEMİR’İN ESKİ TALEBESİ PROF E. CEBECİOĞLU’NDAN DOKTORA: 2012

Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu, Ankara’ya İstanbul’dan geldiğimi öğrenince, bana “Siz iki haftada bir gelebilirsiniz.” dedi. O şekilde Ethem Hoca’nın derslerine iştirak etmeye başladım. Fakat ilginçtir, Ethem Hoca sınıfta değil, kendi odasında ders yapıyordu. Katılanlar, açılır-kapanır taburelere oturuyordu. Konuşmaları da bir dergâh sohbeti gibiydi, mürşidâne bir hâli, ârifâne bir edası vardır. Doktora ve mastır talebelerinin yanısıra bazı prof, doç veya dr. ünvanlı müdavimleri de vardı. Derslerini 5-10 kişi ayrı ayrı cihazlardan kayda alıyorlardı. Hemen herkesin başları önlerine eğikti, dervişane oturuyorlardı. Ethem Hoca da zaten, Rasulullah’ın huzurunda başları önüne eğik, sanki başlarında bir kuş varmış da uçmasın diye hareketsiz öylece duran sahabe-misal bir oturuşu salık veriyordu, istifade ve istifâze için. Duvarında Nakşî Şeyhi Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin resmi vardı. Meğerse kendisi intisaplı bir sufî imiş.

Derste kimse konuşmuyor, sual sormuyordu. Fakat Ethem Hoca, benim bu sessizliği bozmama ses çıkarmadı. Kendisinin gözünün içine bakıyordum, sorular soruyordum, yer yer itirazlar yapıyordum, Risale-i Nur’dan katkılarda bulunuyordum. O da bu araya girdilerimi, ‘saptama’larımı ve ‘saplama’larımı başgöz üstüne kabul ediyor, hiç rahatsızlık izhar etmiyordu. Yolların ayrımında kendi yolumu çizdiğim, kalbimin olabildiğince kırık ve yaralı olduğu bir süreçte, Ethem Hoca, “sen ilim ehli, âlim bir insansın” diyerek iltifatlarıyla derin yaralarıma ve kırıklarıma merhem sürerken, herkesin huzurunda beni “Allah için sevdiğini” söyleyerek yalnızlığıma bir yâren oluyor, ümitsizliğime ümit ve şevk veriyordu.

Nedense iltifatlarında bana karşı cömert davranıyordu, sanki ezelden tanışıyormuşuz gibi sıcak kelimeler kullanıyordu. Her zaman yanında bulunan bir talebesi bana “Siz gelmeden önce sizin haberiniz Ethem Hoca’ya gelmişti” gibilerinden bir söz sarfetmişti. Aklımda kaldığı kadarıyla, Ethem Hoca’nın Konya’lı bir talebesi, benim ABD’deki bir konferansımı dinlemiş, makalelerimden ve kitaplarımdan beni tanıyormuş ve benden sitayişle ona bahsetmiş.

DOKTORA TEZ KONUM: “SAİD NURSÎ’YE GÖRE SEYR Ü SÜLÛK”

Derken 2012 Sonbaharı geldi, yeni dönem başladı. Herkes hem tez konuları tespit ediyor, hem de hangi hocadan doktora yapmak istiyorlarsa, onun kapısını çalıyorlardı, fakat kimin hangi hocadan tez yapacağına bölüm başkanı olarak Ethem Hoca karar veriyordu. Ben daha ders dönemindeyken “Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî ve Nûriyye Meşrebi” üzerine tez yazmayı planlamış, kaynaklarını bulmuş ve erkenden yazmaya başlamıştım, 150 sayfa kadar da ilerlemiştim. Nitekim yüksek lisans tezimi de ders döneminde yazmış bitirmiştim, Haziran sonu tez savunması için başvuruda bulunmuştum, fakat Sosyal Bilimler’deki sekreterya, ilk defa böyle bir olay ile karşılaştıklarını, ders döneminin bittiğini, yeni dönemin başlamadığını, Temmuz’un ilk birkaç haftasında Üniversite’nin açık olduğunu, yasal olarak önünde bir engel bulunmadığını, fakat böyle bir uygulama da yapılmadığını söyleyerek benim tez başvurumu/savunmamı teamül gereği Eylül ayına ertelemişlerdi.

Doktor tez konumu takdim ve hocamı tespit etmesi için Ethem Hoca’nın odasına gittim, dersine katıldım. Ders sonu içerde beş-on kişi kalmıştı. Ben de “Hocam doktora için sizinle görüşmek istiyordum. Kiminle yapacağım, konu tespiti vesaire.” dedim. Ethem Hoca: “Sen doktoranı benden yapacaksın.” dedi ve yarım nefes alarak, “Doktora tez konunu da veriyorum: “Bediüzzaman’a Göre Seyr ü Süluk” konusuna çalış” dedi. Tez konusunu belirleme aşamasında, mu’tad olan, öğrenciye hangi konuda çalışmak istediğini sormak, tekliflerini değerlendirmek, birini seçmek veya onu yönlendirmek iken, Ethem Hoca bana hangi konuda doktora yapmayı düşündüğümü sormaksızın, doğrudan “Bediüzzaman Said Nursî’ye Göre Seyr ü Süluk” konusunu emr-i vâki’ ile re’sen verdi ve verirken de şöyle dedi:

Ben biliyorum ki: Risale-i Nur’da da tarikatlerdeki gibi bir velayet yolu var. Fakat bu yol, akademik olarak çalışılıp ortaya çıkarılmadı. Ben yıllarca bu konuyu çalıştırmak için Risale-i Nur’u ve tasavvufu bilen bir Nur Talebesini bekledim. Demek sana nasip olacakmış. Bu tez benim için ‘ilk üstadım’ olan Bediüzzaman’a bir vefa olur, senin için de hayırlı bir çalışma olur. Ben gençliğimde sekiz sene Üstadın talebelerinden Said Özdemir ağabeyin risale derslerine devam ettim. Bir gece rüyamda Bediüzzaman Hazretleri benim elimden tuttu ve beni Şeyh Es’ad Erbilî Hazretlerine teslim etti. ‘Bundan sonra senin manevî rızkın bu sofradan’ dedi. Ben de ondan sonra tarikate intisap ettim. Çalışman hayırlı-uğurlu olsun.

Hiç beklemediğim bir anda beş-on kişinin arasında bana gerçekten ağır bir görev yükleyen bu sözler üzerine kilitlendim, ne diyeceğimi bilemedim, “bu konuyu ben yapamam, bu benim boyumu aşar” demek istedim, reddetmeyi düşündüm; fakat tutuldum kaldım, çaresizce ve şaşkınlık içinde başımı önüme eğdim; durumu hazmetmeye çalıştım. Odasından çıkar çıkmaz, yan odadaki asistanlarının odasına girdim ve dedim ki: “Arkadaşlar, Ethem Hoca bana bu konuyu verdi ama, bu konu çok ağır; ben bunun altından kalkamam. Bediüzzaman’a göre seyr ü süluk konusunu, Nur Mesleği üzere sülûkunu tamamlamış nice zatlar var, onlar yazmalı. Birşeyler yazarım ama gerçekten hakikat-i hâle uygun olur mu olmaz mı, Üstad kabul eder mi, etmez mi, bilemem.” dedim. İstişare ettiğim asistanlarından birisi dedi ki: “Abi siz gönlünüzü ferah tutun. Kaç senedir Hocayla beraberiz, çok hallerine şâhit olduk. Bir yerden işaret almadan size bu vazifeyi vermemiştir. Daha birkaç ay önce Kazakistan’da “Benim Nurcu bir talebem var, ona Bediüzzaman çalıştıracağım.” diye söylüyordu. Sizin bu konuyu Allah’ın izniyle çok güzel çalışacağınıza inanıyoruz. Bismillah deyin başlayın.” dedi. Reddetme düşüncemi kıran ve beni ümitlendiren bu hayırhahlık ile kabullenmeye mecbur bırakıldım.

İlmen ve manen boyumu aşkın işbu Bediüzzaman’a Göre Seyr ü Sülûk konulu tez çalışmasını, Nur Mesleği üzere sülûk etmiş ve sülûkunu tamamlamış (Nur Evliyaları yapmalı diye düşündüğüm için hemen istimdâd-ı ilmî ve manevî niyetiyle) Bediüzzaman’ın hayatta olan birkaç talebesine arz u takdim edip onların duygu-düşüncelerini, değerlendirmelerini, dua ve himmetlerini almak, benim için, ilmî bir vecîbe olduğu kadar, manevî bir vesile-i bereket olarak ihmal edilmemesi gereken bir duyarlılık ve sorumluluktu. Bu sebeple de, Bediüzzaman Hazretlerinin hayattaki talebeleriyle bu konuda görüşmeli, istifade etmeliydim. 17 Şubat 2013’te ‘Koca Halil’ olarak bilinen Antalya’lı Halil Yürür (1930-2020) ile Eskişehir’de, 20 Şubat 2013’te Tillo’lu Said Özdemir Hoca (1930-2016) ile, 24 Mayıs 2016’da ‘Mehmet Fırıncı’ olarak bilinen Mehmet Nuri Güleç (1928-2020) ile ve 3-4 Kasım 2018’te Nevşehirli Hasan Okur (1933-2023’te hayatta) ile mülakatlar yaptım. Sözkonusu bütün mülakatlarımızın ses kayıtlarını aldık ve fotoğrafladık, arşivimize koyduk.

Bu mülakatlarla, “Bediüzzaman’a göre seyr ü sülûk” gibi bir konuya birinci elden Bediüzzaman’ın talebelerinin yaklaşımlarını görmüş olduk. Nur camiasının genel olarak tarikatlere koyduğu gizli rezervin merkezde hiç de alt tabanda olduğu gibi kalın duvarlardan oluşmadığını, duvarlarda iki dünya arasında onlarca kapıların ve köprülerin bulunduğunu müşahede ettik. Bu ileşitim yollarının Müslümanların yekvücud olmaları istikametinde değerlendirilebileceğine ümidimiz ziyadeleşti. Ayrıca Nur Mesleği’nin özellikle tarikat olmadığına dair yapılan şiddetli vurgulardan bağımsız olarak, talebelerinin Bediüzzaman’ın tasavvufî yönü, tasavvuf perspektifinden Nur Mesleği ve seyr ü sülûk gibi mevzulara gayet derecede olumlu ve sıcak yaklaşmaları, tez çalışmamızı tasdik, takdir, teşvik ve tevcihleri ayrı bir önemi ve kıymeti hâiz oldu.

Şu da var ki: 20. yüzyılın ilim-fikir ve aksiyon dünyasının en önemli simalarından birisi olduğu kadar, dinî hayatında da büyük bir manevî harekete öncülük (pîr’lik) etmiş, fikirleriyle hem kendi çağına hem de sonraki dönemlere önemli ölçüde tesir etmiş bulunan Bediüzzaman Said Nursî’nin bu manevî (tasavvufî) yönü, özellikle de velayet yolunun araştırılıp ortaya konulması, aynı zamanda ilmî ve akademik bir ihtiyaç ve sorumluluğun yerine getirilmesi anlamını taşımaktaydı.

Son olarak, tezim’in Önsöz’üne de yazdığım gibi, açık yüreklilikle itiraf etmeliyim ki, ‘irfanî ve manevî boyutları’yla boyumuzu aştığı muhakkak olan “Bediüzzaman Said Nursî’ye Göre Seyr ü Süluk” konulu bu ağır tez çalışmasını, bir hüsnüzanla re’sen tayin edip omuzlarımıza emr-i vâki’ ile tevdi’ eden ilk tez danışmanım muhterem Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu Hocama, vesileliği için, bütün tekellüf çeşitlerinden arınmış bir niyetle, en kalbî hürmet ve şükranlarımı i’lam etmek isterim. Tez savunmasının yapılacağı 2018 Temmuz’unda emekliye ayırılması sebebiyle, onun yerine danışmanlığımı üstlenen ve tez savunmamın gerçekleştiği 3 Mayıs 2019’a kadar daima mürüvvetli davranan kıymetli hocam Prof. Dr. Mustafa Aşkar beye de gönülden muhabbetlerimi bildiririm.

SAİD ÖZDEMİR AĞABEYLE İLK VE TEK MÜLÂKÂTIM: 20 Şubat 2013

Tezle ilgili ikinci mülakatımız, Bediüzzaman’ın talebelerinden Ankara Hacı Bayram Câmii eski vaizi Tillo’lu Said Özdemir Hoca (1930-2016) ile 20 Şubat 2013 Çarşamba akşamı oldu. Onların haftalık mu’tad Risale dersleri Çarşamba akşamları oluyormuş. Biz de gittik, Ankara’daki kendi Nur Dersâne’sinde bir buçuk saat kadar onunla beraber olduk. Tezimizin yirmi küsur sayfa ilk halini, yani içindekiler kısmını, başlık başlık okuyup mütalaa ve müzakere ettik; görüşlerine başvurduk, tavsiyelerini, değerlendirmelerini, tasdik, tebrik ve dualarını aldık.

Said Özdemir’in iki’li hususiyetleri bizim için ayrı bir değeri hâizdi. Bediüzzaman hem en son yazdığı vasiyetnâmesinde onun da adını vârisler arasında zikrettiği gibi, ona, sadece ona, yalnızca ona verdiği tek noter tasdikli vekaletnamede onu vekili kılmıştı. 8 Ekim 1953 günü kendisine hem Osmanlıca, hem de Latince harflerle yazılı olarak, hem bizzat kendi elyazısı, hem de parmak iziyle mühürlü ve noterden tasdikli olarak bir vekaletnâme vermişti. Hem kendisine (Bediüzzaman’a), hem de Risale-i Nur’a hizmet için, her cihette onu hakiki vekil kılmıştı. “O, ne yapsa ben yapıyorum gibi kabul ediyorum.” diye yazmıştı. ‘Tam bir hakiki kardeş ve müstakîm ve sâdık bir vekîl’ kabul etmişti.

Said Özdemir ağabey, tez konumu ve içindekileri çok takdir ve tasdik ettiler, onayladılar. Onun onayı, vekili ve vârisi olduğu Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri’nin ve Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin onayı anlamına geliyordu.

Kendisini ziyaretimizde bizzat bizim de gördüğümüz bu vekaletnâmeye göre; Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur’un vekili sıfatıyla tezimizi tasdikini, İslam tasavvuf tarihinde manevî izin/onay geleneğinin bir izini taşıdığı için, diğer mülakatlarımızdan farklı ve fâik olarak daha önemli ve daha kıymetli addettiğimizi de belirtmiş olalım. Tez tasarımımı, ‘İçindekiler’i ve kritik noktaları kendilerine madde-be-madde okuyup mütalaalarına arz ettim. Karşılıklı müzakere sonunda, hem tezin ana konusu ve başlığına, hem de içindekilere dair tasdik, takdir, teşvik, tevcih, tensip ve tebrikleriyle –bir manada- teberrük edip dualarının himmetiyle doktora tez çalışmamıza “Bediüzzaman’ın her cihette kendisine ve Risale-i Nur’a vekil kıldığı talebesi Said Özdemir Hocanın da onayı ile’ me’zun olarak başlamış olduk (20 Şubat 2013).

Şimdi onu ziyaretimizi ve görüşmemizi bütün detaylarıyla yazmaya çalışayım.

CEYLAN ÇALIŞKAN’IN YEĞENİ ALİ SAİD ÇALIŞKAN’LA BİRLİKTE

Bu arada adını zikretmeden geçemeyeceğim bir isim de: Eskişehir’de Bediüzzaman’ın vâris talebelerinden Ceylan Çalışkan’ın (1929-1963) yeğeni eğitimci Ali Said Çalışkan’dır ki, küçüklüğünde Bediüzzaman’ın şefkat ve duasına erişmiş hâlis bir Nur ağabeyidir ve bazı hatıralar hususunda kendisinden istifade ettim. Said Özdemir ağabey ile mülâkâtımı da sağ olsun, kendisi sağladı. Ankara’da Câsim Bey isminde genç bir Nur Talebesi aracılığıyla randevu aldık. Ertesi gündüz ben İlahiyat Fakültesi’nde Ethem Cebecioğlu’nun doktora dersine iştirak ettim. Sonra da “Hocam, akşama Said Özdemir ağabeyi ziyaret edeceğim. Doktora tez konumla ilgili mülakat yapacağız inşallah.” dedim. Ethem hoca çok sevindi ve tekrar etti: “Ben gençliğimde Said ağabeyin Risale sohbetlerine 8 sene devam ettim.” dedi. Çok selam etti, hürmetlerini iletmemi istedi, kendisine dua talebinde bulundu.

Casim Bey, Ali Said Çalışkan ve ben, üçümüz Ankara, Demetevler’deki Özelif Sitesi’nde, Said Özdemir ağabeyin hususî mülkü olan nur dersanesine gittik. Büyük binanın 4/5.’i katıydı sanırım. Bir apartman dairesinde mübarek bir medrese-i nuriyeydi.

20 Şubat 2013 Çarşamba akşamı Said Özdemir ağabeyin mu’tad olarak yaptığı Risale dersine iştirak ettik. Derste aile hayatının önemi ve anne-babaya hürmet üzerine Risale-i Nur’dan bazı bahisler okudu ve bunları gençlerin daima okuması gerektiğine dikkat çekti.

Şualar’dan, Dokuzuncu Şua’nın başından okudu. Âhiret akidesinin çocuklar, ihtiyarlar, gençler ve aile hayatı için zarureti ve işlevi üzerinden ispatına dair Birinci Nokta’yı ele aldı. Özellikle şu kısma yoğunlaştı: “Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce bir tahassungâh ise, aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akidesiyle olabilir.” (Nursî, Şualar / Dokuzuncu Şua – s.943).

Derste Said Özdemir ağabeyin sağına Câsim bey, soluna Ali Said Çalışkan ağabey ve onun da yanında ben oturmuştum, karşı koltukta. Ders bitimi gerçekleştirdiğimiz mülakatımızın 26 dakika, 10 saniyelik kısmını bir arkadaş cep telime video çekebilmiş. İki adet de normal resim çektirdik. Bunları Arşivimde muhafaza ediyorum. Şimdi 20 Şubat 2013 Çarşamba akşamı kaydettirdiğim 26 dakikalık videoyu deşifre ederek aynen yazıya aktarıyorum.

Ben Câsim bey’in yapılan dersle ilgili bazı ifadelerinden sonra ben söze girerek Said Özdemir ağabeye hitaben: “Said ağabey, size bir selam emaneti vardı. İlahiyat Fakültesinden Prof.Dr. Ethem Cebecioğlu’nun.” dedim. Refleks halinde “Ve aleyküm selam” dedikten sonra “Kimden?” dedi. “Ethem Cebecioğlu’nun” dedim. Said Çalışkan ağabey de: “Buradaki İlahiyat Fakültesinden Ethem Cebecioğlu’nun.” diye vurguladı. “Öyle mi?” dedi. Ben devam ettim: “Tasavvuf kürsüsü başkanı. Zât-ı âlînize çok selamı vardı. Şimdi onun yanından geliyorum.” dedim. “Öyle mi? Allah razı olsun. Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berekâtühü.” dedi. “Daha önce 8 sene zat-ı âlinizin risale derslerine gelmiş gitmiş.” dedim. “Öyle mi?” dedi, memnun oldu. “Şimdi de bir uğrasa da, biz kendisiyle tekrar tanışsak iyi olur.” dedi. Ben de: “Kendisine söyleyeyim.” dedim. “Sonra bir gece rüyasında Üstad Hazretleri gelmiş, elinden tutmuş, Şeyh Esat Erbilî Hazretlerine götürmüş, teslim etmiş. ‘Senin rızkın bundan sonra buradan olacak.’ demiş. Böyle anlatıyor. (Şeyh Esat Erbilî’nin halifesi) Şeyh Ramazanoğlu Mahmud Sami Hazretlerine intisap ediyor. Hâce Musa Topbaş Efendi’nin şeyhi, onlara bağlanmış. Ama Üstad’a Risale-i Nur’a (ciddi muhabbeti var).” Dedim. Said ağabey: “Risale okuyor mu?” diye sordu. “Ara ara okuyor. Hatta geçenlerde doktora yeterlilik imtihanında bana ilk sorduğu soru: Telvihât-ı Tis’a Risalesinde Bediüzzaman nasıl bir tasavvuftan bahsediyor? Özetini verebilir misin?” sorusu oldu. Ben de oradakilere özetini anlattım. Ethem hoca “Tamam, işte bu!” dedi.” O da okumuş (Telvihat’ı) sabahleyin, (üniversiteye) gelmeden önce.” Dedim. Ali Said Çalışkan ağabey de “Kendisi de bakmış (Telvihat Risalesi’ne)?” dedi. “Evet” dedim. Said Özdemir ağabeyin gözleri parlıyor, yüzü tebessüm ediyordu, arada “evet, evet” diyerek dinliyordu. “Ethem Hoca diyor ki: Risale-i Nur her ne kadar imana dair kelâmî tefsir olsa da, diğer tarikatlerdeki seyr ü süluk, manevi miraç yolları hepsi (gibi bir yol) Risale-i Nur’da da var. Nur Mesleği aynı zamanda insan-ı kâmil olma yoludur, bir tasavvuf yoludur.” Böyle diyor.” dedim. Said Özdemir ağabey başını öne sallayarak: “Doğru!” dedi, “Kalbe, ruha tesir ettiği için, tasavvuftan elde edilen mânâ tecelli ediyor.”

Ben devam ettim: “Ethem Hoca sonra bir sürpriz yaptı bana. Ben onun doktora talebesiyim aynı zamanda. Herkes hocalarına farklı konular arz edip ‘şu konuda doktora tezi yazabilirim’ dediler. Ben de kendimce bir konu düşünmüştüm. (Ebu’l-Hüseyin en-Nuri ve Nuriyye Tarikati üzerine). Üstad ve Risale-i Nur üzerine bir doktora konusu boyumu aşar, gölge yapmayayım diye bir duygu içindeydim. Fakat daha hiç tez konusuyla alakalı hiç konuşmadan, o 3-4 ay önceden bu, gıyaben başlamış, “Ben Musa Hub Hoca’ya Risale-i Nur üzerine bir tez yazdıracağım.” Başka bir arkadaş gitmiş, (Risale-i Nur’da süluk kavramı’ üzerine çalışmak istemiş), “Hayır, ben onu Musa Hub Hocaya verdim.” demiş. Halbuki biz henüz hiç konuşmamıştık bu konuyu Ethem Hocayla. Yeterlilik imtihanından sonra herkes konularını aldı. Bana hiçbir şey söylemedi, “Senin tez konun şu olsun” demedi. Tez konusu hakkında konuşmak için yanına gittiğim zaman, bana “Hangi konuda çalışmak istiyorsun?” diye bir önerimi almadı, re’sen emr-i vâki ile bana “Bediüzzaman’a Göre Seyr ü Süluk konusuna çalış.” dedi ve devam etti: “Ben sekiz sene Said Özdemir ağabeyin Risale derslerine gittim. Benim ilk üstadım, Bediüzzaman Hazretleridir. Manevî yollar, Risale-i Nur’da da var. Risale-i Nur’da süluk, tasavvuf, manevî mi’raç çalış. Bu benim için ilk üstadıma vefa olur. Senin için de hayırlı bir çalışma olur. Türkiye’de tasavvuf dalında Risale-i Nur üzerine hiç doktora yapılmadı. Hatta (nur talebesi olduğu halde, tasavvuf profesörü) Abdülhakim Yüce bile yaptırmadı. Ben istiyorum ki bu sevap bana kalsın. Böyle takdirkar, sitayişkar ifadelerle tavzifte bulundu.”

Bu sözleri Said Özdemir ağabey can kulağıyla, mesrur ve mütebessim bir çehreyle, hafiften bir sesle “evet, evet” diyerek, yer yer yerinden bana yaklaşarak dinliyordu.

Mırıldanarak birşeyler daha söyledi, fakat anlayamadım. Sonra yerinden doğruldu: “Doktora tezinizi yazdınız mı?” diye sordu. Ben de: “Bir aylık hadise bu. Konuyu yeni verdi. Tezin içindekiler’ini çıkardım.” dedim ve önceden çıktısını alıp getirdiğim tezle alakalı ön çalışmamı (40 sayfa kadar) elime aldım, kalkıp hemen yanına oturdum. “Teberrüken elinize bir vereyim. Bereketi olur.” dedim. Ali Said Çalışkan ağabey de “Evet, bereketlensin inşallah.” dedi. Said Özdemir ağabey, tezimin içindekilerini, ana başlıklarını ve alt başlıkları içeren hazırlık dosyalarımı eline aldı, gözlüklerini taktı ve beraberce okumaya başladık.

Said Özdemir ağabey tezimin ana başlığını okudu: “Said Nursi’ye Göre Benliğin Dönüşümü” dedi. Ben de bu ‘dönüşüm’ kelimesinden rahatsız olacağını düşünerek ara izah girdim: “Tezin başlığını ‘Benliğin Dönüşümü:’ diye yazdırdım, modern bir başlık olsun diye. Esas konu, cümlenin devamındaki: Risale-i Nur’da Seyr ü Süluk ve Küllî Mi’raç dedim. Said ağabey de okudu: “Süluk ve Küllî Mi’raç” dedi. Ben de “Tezin girişinde, Bediüzzaman Hazretlerinin Nesebi; babadan Hasenî, anneden Hüseynî oluşu.” dedim.

Bundan sonrasını, İçindekileri Said Özdemir ağabey kendisi okumaya devam etti: “Şeyh tarafından doğumu öncesi müjdelenmesi. Neseben Abdülkadir Geylânî’nin torunu oluşu. Tahsil Hayatı ve İlmî Sülûku. Üstadları ve Meşâyıhi. Hz. Ali’nin Manevî Evladı Oluşu. Hz. Peygamber’den Üveysîliği ve Mânen Kâdirîliği. Kalbinden Ameliyat-ı Cerrahiye Geçirmesi. Manevî Açıdan Yeni Said Dönemi. Süluk Aşamaları Açısından Risalelerin Te’lifi ve Konuları: Eski Said Dönemi Eserleri. Yeni Said Dönemi Eserleri. Kelamî Bir Tefsir olarak Risale-i Nur’un Tasavvufî Temelleri ve Maksatları. Risale-i Nur’da İşarî-Sufi Tefsir Örnekleri. Risale-i Nur’da İlhâmât-Tülûat-Sünûhât.”

Bu cümleleri bizzat Said Özdemir ağabey okudu. Baktım yorulur gibi bir hâli var, devamını kendim okuyayım istedim:

“Bu kısım giriş oldu sadece. Esas konu bundan sonra başlıyor hocam.

(Birinci Bölüm) Bediüzzaman’ın Tasavvuf Düşüncesi ve Sülûk Anlayışının Nazarî Temelleri. Yani Üstad’ın tasavvuf tarifi, şeriat-tarikat-hakikat tarifleri. Seyr ü Süluk ve Üç Velayet Çeşidi. Süluk Anlayışının Nazarî Temelleri: Dört Kelime (Niyet, Nazar, Mana-yı İsmî ve Mana-yı Harfî) ve Dört Kelam.

İkinci Bölüm’de de mezkur dört hakikattan biri olan Ene’nin/Benliğin 30. Söz açısından açılımı. Benliğin mahiyeti, keşfi, vazifesi, dönüşümü ve mi’râcı. Bunun tafsilatlı alt başlıkları var. Sonra “Benliğin Vazifesi: Mevhum Benlikten Ezelî Benliğe. Sonra: Benliğin Mi’racı: Ubudiyet ve Ahsen-i Takvîm. Burası İkinci Bölüm oldu.

Üçüncü Bölüm de: Bediüzzaman’a Göre Benliğin Keşif ve Dönüşümünde Ahlakî Teşekkül. Nefsin terbiye, tezkiye ve terakkisi. Nefsin kazanılası güzel hasletleri ve terbiye edilesi çirkin huyları. Mesela: Sıdk, zıttı kizb. İhlas-Riyakârlık. Sabır-Acelecilik. Kanaat, iffet, şecaat, hikmet.. vs. Bunları Risale-i Nur’daki ilgili bahislerle işleyeceğim, karşılıklı olarak. İnşallah, , Allah nasip ederse, sizin de duanızla.” dedim.

Said Özdemir ağabey de, “inşallah, inşallah.” dedi, başını sallayarak. “Sonra duyguların eğitimi. Mesela Üstad hazretleri diyor ya, kişinin kendi nefsine olan muhabbetinin zat-ı hakka muhabbete yönelmesi. Mecazi aşkın hakiki aşka, dünyevi aşkın uhrevi aşka dönüşmesi. İnat hissinin hakta sebat şeklinde zuhur etmesi gibi. Bu anlamda duygu eğitimi bahisleri.

Dördüncü Bölüm’de ise Risale-i Nur’daki Kur’ânî-İrfânî Süluk Yolu’nun Kur’an’ın Beş Temel Konusu üzerine kâim olduğu. Kur’an’daki beş temel konu: Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet ve İbadet. Risale-i Nur’da da temel süluk konuları bunlar. Tevhid-İmanî Mi’raç. Nübüvvet-Haşir Bahisleri-Adalet ve Nefsi Terbiye Vesileleri. İbadet ve Ubudiyetle alakalı kısımlar. Yani Risale-i Nur’da Kur’ânî Süluk Yolu var anlamında.”

Said Özdemir ağabey aralarda “Hı hıı, hı hıı” diyerek hem takip ediyor, hem de onaylıyordu.

Devam ettim: “Beşinci Bölüm’de Risale-i Nur’a Göre Risale-i Nur Dairesi, Nur Tarîkı ve Esasları. Bunu tasavvuftaki kavramlarla mukayese ederek ele alacağım. Mesela tasavvufta Ruhanî Tarikatler var ve onların letâif-i aşeresi var. Enfüsî tarikatler var, onların nüfus-u seb’ası var, yedi nefis (mertebeleri/çeşitleri). Risale-i Nur’da da buna mukabil dört hatve ve dört esas var: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür. Bunları karşılıklı kıyaslı olarak işlemeye çalışacağım inşallah.” dedim.

Said Özdemir ağabey de “İnşallah” diyerek dua etti ve “Çok güzel bir eser olacak bu.” dedi. Ben de “Neticede bu şekilde, ağır bir yükün altına girmiş olduk.” dedim. “Daha şey etmediniz (yazmadınız) değil mi?” dedi. Ben de “Ben henüz içindekileri çıkardım. Sonunda da…” dedim. Bu esnada Said Özdemir ağabey, “Kusura bakmayın. Bel fıtığı. Müthiş ağrı yapıyor.” diyerek ağrıyan ayağını diğerinin üzerine koydu. Ali Said Çalışkan ağabey “Estağfirullah ağabey” dedi.

Ben devam ettim: “Yedinci Bölüm de Son Bölüm: Risale-i Nur’da Sahabe Velayeti ve Kulluk Mi’racı ile tezimi taçlandırdım.” dedim. Said ağabey “Ne?” dedi. Ben de tekrar ettim, o da “Kulluk Mi’racı” diye tekrar etti. “Ubudiyet mi’racı” yani. Sahabe velayeti, velayet-i kübradır diyor ya. Risale-i Nur’da bir velayet yolu var ama bu klasik tarikatlerdeki gibi bir velayet yolu değil, daha üst, daha kuşatıcı şekilde (sahabe velayet yolu). Bununla mevzuyu son noktaya kavuşturmuş olacağım.” dedim.

Said Özdemir ağabey dedi ki: “Yalnız benim sizden ricam, uydurukça kullanmayın.” dedi. Ben de “Bunları kabul ederlerse çok iyi, çünkü bunlar doktorada (çok ağır kelimeler)…” dedim, Said ağabey sözlerini devam ettirdi: “Uydurukça, çünkü, manayı bozuyor.” dedi. Ali Said Çalışkan ağabey de “Manayı bozuyor” diye tasdikledi. Said Özdemir tekrar “Manayı bozuyor. Onun için ecdadın lisanı, Risale-i Nur’un lisanı en güzel lisan. Hani efendim diyorlar, şey diyorlar, ne (uydurukça) kelimeler var ki (aslının) yerini tutmuyor. Ne diyor, sınav diyor. Sınav, imtihanın yerini tutmaz. Şimdi bakın, Hz. Peygamber’in konuştuğu Arapçayı, Arapça’yı Peygamber konuşmuş diye konuşmak, sevap olur. Neden? Çünkü O’nun sünnetine ittiba oluyor. Siz Peygamberimiz bu kelimeyi kullanmış diye kullanırsanız sevap kazanırsınız.” dedi.

Ben de “Doğru!” dedim. O da “De mi!?” dedi, gözlerimin içine bakarak, tasdikimden râzı olmuştu. “Evet,” dedi, “Onun için, biz dâima Hz. Peygamber’in kullandığı Arapça kelimeleri kullanırsak, Üstad da ekseriyetle onları kullanmış ya, işte o vakit… Hani derler ya, hadis-i şerif var, ittiba-ı sünnet hakkında, Peygamberimiz’e. Şu anda hatırıma gelmedi. Onun konuştuğu gibi konuşmak, anladınız mı, (…) anladım ki O’nun (sav) gibi olayım diye. Değil mi? (…) Onun için en mühim şey, İslam’ın kullandığı kelimeleri, Üstadın kullandığı kelimeleri kullanmanız (uygun olur), şey etmezler sanırım, ona bir şey demezler. Siz, yalnız, (eğer) uydurukça kullanırsanız, o mana bozuluyor. Mesela Üstad Hazretleri birgün… (Ş. Yeşil?) diye birisi tutmuş böyle, (Risale’den bazı metinleri) yeni uydurukça kelimelerle düzeltmiş (sadeleştirmiş). Bunu Üstad görmüş. Hemen çağırmış onu, abileri de bir tarafa oturtmuş. Şimdi biz muhakeme olacağız demiş. Siz hakem olun demiş. Ben bu kelimeyi koymuşum; onu kaldırmış, şunu koymuş. Onun kelimesinin manası bu taraf. Benim kelimemin manası bu taraf. Hiç uymuyor. İkinci kelime de öyle… Kardeşim, bozmuşsun. Vallahi, bak yeminle, ben dahi elleyemiyorum (yani kelimelerine dokunamıyorum) demiş.

Bu esnada Ali Said ağabey “Cıık cık cık, Allah Allah…” dedi, derin bir iç çekti. Said Özdemir ağabey devam etti: “Onun içün, çok mühim yani. Uydurukça, maalesef. Ben bu hususta çok üzülüyorum. Hani Mehmet Doğan var, biliyorsunuz, o da muzdarip bundan dolayı, fakat bir şey yapamıyor.” dedi. Ali Said ağabey de: “Evet, (ilgi?), edebiyatçı” dedi. S. Özdemir ağabey: “Yani şimdi bizim en büyük felaketimiz, bu gençlerde, bilhassa mekteplerde, uydurukça kelimeleri kullanmak. Hatta hutbelere dahi, maalesef (girmiş), ona bile dikkat etmiyorlar.” dedi. Ali Said ağabey de: “Maalesef” dedi. Said Özdemir ağabey devam etti: “Mehmet Görmez bir hutbe okudu. Ben… Kaç kelime böyle uydurukça(ydı). Hemen şey ettim. Onun için sizden ricam, o vakit şey olur…” dedi. Birisi araya girdi “Ruhlu kelimeler, değil mi abi” dedi. O da “Evet, tabii, onların üstünde ruh var.” dedi. Ben de o kadar tahşidatına mukabil dedim ki: “Benim için de en kolayı, en güzeli, zaten Risale-i Nur’un dilini kullanmak! Bunu mesela ben başlık olarak…” diye başladığım cümlemi bölerek Said Özdemir ağabey: “Kimdi bu hoca, ismi neydi bu zâtın?” diye sordu. “Ethem Cebecioğlu!” dedim. “Ethem Cebecioğlu! Hıı! Ethem Bey şey etmez, bu hususta size niye buraya bunu koydunuz demez.” dedi. Cümlesini Ali Said abi tamamladı: “sıkıntı çıkarmaz” dedi. Said Özdemir abi: “Size niye uydurukça kullan(ma)dınız demez, anladınız mı? Çok muhterem bir zât. Benim de selamımı söyle, de ki: (Said ağabey) Benden şunu istedi:..” diye başladığı cümleye ben de iştirak ettim: “(Said ağabey) dil mevzuunda çok hassas davranıyor. Uydurukça kelimeleri mümkün mertebe kullanma diyor.” dedim, gülümsedi, ordaki arkadaş da güldü ve Said Özdemir abi de “Kullanma!” diye benim son kelimeli tekrarladı. Ben de “Aynen öyle söyleyeceğim.” dedim. Ali Said Çalışkan ağabey de “Aynen öyle söyleyin üstada (Ethem Hocaya)!” dedi.

Said Özdemir abi bu husustaki hassasiyetini ve ciddiyetini şöyle bir izah ile yeniden vurguladı, dedi ki: “Şimdi bakın, Üstad Hazretleri diyelim ki bir cümle kurmuş değil mi? O cümlede bir iletişim var. İletişim, yani bir nur, (dairesel olarak) dönüyor yani. O bir tane kelimeyi kaldırdınız mı, iletişim bozuluyor, nur gidiyor. Böyle bir cereyan var. Bakıyorsunuz, ne diyorlar ona, yalıtkan, yalıtkan bir kelime. Hepsi iletken bunların. İletken kelimelerin içinde bir yalıtkan kelime koydunuz mu, herhangi bir şey, derhal cereyan (nur akışı) kesilir.”

Ali Said ağabey de: “Müthiş bir şey ya! Müthiş bir tespit abi ya, müthiş bir tespit!” diye hayretini dillendirdi. Said Özdemir ağabey: “Onun içün, iletken kelimelerin arasına başka yalıtkan (uydurukça) kelime koymayın! Tahkik-i mana (mananın kalbde tahakkuk etmesi, bir hakikate dönüşerek işlemesi için buna ihtiyaç var.)… Bugün akıl anlıyor ama, kalbin alması, ruhun alması, doğrudan doğruya o manevî iletkenlerden meydana gelen nurdan dolayı alıyor.” dedi. Ben de: “O yapıyı bozmayacağız.” dedim. O da “O yapıyı bozdunuz mu, o nur kesiliyor yani. Uydurukça kelimeler hep yalıtkandır, hep yalıtkandır. Siz iletkenlerin arasına bir yalıtkan koydunuz mu, cereyan kesilir, cereyan kesiliyor. Ya!” dedi. Ali Said ağabey yine “Allah Allah” dedi, sonra da elini Said ağabeyin sol omuzuna koyarak “Yani aynı şey gibi değil mi abi; ulema’nın yerine akademisyen kelimesini koyma gibi bir şey” dedi. Said Özdemir ağabey de gülerek “Bir nevi! Yani ben onlara bir şey demiyorum da, onlar darılmasınlar, ben onlara…

Said ağabeyin cümlesini tamamlamasını beklemeden Câsim bey, çağrışımlarla aklına gelen bir soruyu, birden konunun akışını bıçakla kesip atan bir soruyu yöneltti: “Abi Risale-i Nur’da ‘sır’ geçiyor mesela. Şefkati, ruhu bir nebze anlaşılır da, o sırrı nasıl anlayacağız, sır hissi?

Said Özdemir ağabey de: “Sır.. Sırrın sırrı.. Ancak Üstad anlatırsa anlaşılır. Yaşamakla olur o, şey etmekle, o mertebelere geleceksin; onu yaşayacaksın. Yaşadığın zaman, o söylenmez, anlatılma; ancak yaşanır o.” dedi. Câsim bey tekrar: “Mukaddime olarak, az bir bilgi (lütfetseniz). Ruhu, şefkati az bir şey oluyor da. Sır duygusu var bir de. Üstad bahsediyor çok yerde.” deyince, bu kez şöyle cevap verdi: “Sır, doğrudan doğruya Allahü Teala ile hususî bir iletişimdir.” Câsim bey: “İlham mı bir nebze?” diye sorunca, “İlhamdan daha yüksek! Hususî bir iletişim yani.” dedi. “Tarifi yok yani?” sorusuna, “Yok. Yaşamakla anlaşılır.” dedi. Ben de: “Yoksa o zaman adına sır denmezdi” dedim. Ali Said ağabey de: “De mi, sır olmaz o zaman zaten!” dedi. Said Özdemir ağabey yüzünü bana döndü “Ya, öyle” dedi.

Ali Said Çalışkan ağabey, “Allah razı olsun ağabey. Biz müsaade alalım.” dedi. Ben de “Doktora tezimle alakalı kendisinden dua talep ettim. Said Özdemir ağabey, tezin içindekiler sayfalarını eline aldı ve bana hitaben: “Tezin bir nüshasını da ben isterim, bittikten sonra.” Ben de “Tamam Hocam dedim. Tekrar etti, “Anladınız mı?”. Ben de “İnşallah şey yaparız (getiririz).” dedim. “Unutmayasın!” dedi. Ben de: “Tamam inşallah, Allah size uzun ömür versin, bana da bunu yapma imkanı versin. İnşallahurrahman.” dedim. “Bir nüshasını… Çünkü çok mühim mevzular var. Ben de istifade ederim.” dedi

Bu mülakat hem benim telefonumla hem de muhtemelen Câsim beyin telefonuyla çekiliyordu.

Tam kalkacakken, Ali Said ağabey, “Abi, şimdi aklıma geldi. Size Eskişehir’de Mesut Yaşar Dursun abinin de selamı var.” dedi. Said abi: “Yaşar Dursun. Ne iş yapıyordu?” dedi. “Orda esnaftı bu. Şu anda bıraktı bu esnaflığı.” “–Ne esnafıydı?” diye sordu. “Kıyafet filan satıyordu abi!”. Bunun üzerine Said Özdemir ağabey, “Hee, tamam tamam, Eskişehir’de, biliyorum. Şimdi hatırladım. Yaşar Bey.” dedi. “Kendisi rahatsız şu anda, bana dua etsin dedi.” “Allah yardımcısı olsun, Allah şifalar ihsan eylesin.” diye dua etti Said ağabey. “Mehmet Timur ağabey var, onun da selamı var.” “Ve aleyküm selam. Allah razı olsun. Şeye de uğrarsanız, bizim Ali Rıza Hoca var.” “Ona da uğrayacağım inşallah, özel selamınızı götüreceğim abi.” dedi Ali Said ağabey.

Câsim bey: “Abi, sizde Üstadın sesi (kaydı) var mı, sekiz dakikalık sesi?” diye sordu. Said ağabey: “Var, var da, fakat o da sır.” dedi güldü. “Kimseye dinletmiyor musunuz abi?” “Yok şimdi. Eskiden dinletiyordum. Bazıları şöyle teyp koyuyor (gizli kayıt yapıyor).” dedi. Câsim: “Söz versek abi, söz?”. “Yok, yok artık, ben sakladım onu. Ya…” dedi. Ali Said ağabey: “Sekiz dakikalık mı abi?” dedi. Said Özdemir abi: “Evet!” dedi. Câsim: “Net çıkıyor mu sesi abi?” diye sordu. O da: “Çıkıyor tabii.” dedi. Câsim: “Sungur abi şey diyormuş galiba: Tokatı biz yedik. Şey (kayıt) Said’de (kaldı)” diye. Öyle diyormuş. Doğru mu abi?” dedi. Said ağabey de: “Nasıl?” diye sordu. Câsim: “O yorganın altına falan saklamışsınız.” dedi. Said abi de: “He, o saklamış” dedi. “Sungur abi tokat yemiş o yüzden.” Said abi: “Öyle mi?” diye hayretle sordu. “Tokadı biz yedik, şey (kayıt) Said’de kaldı” diyormuş.” Karşılıklı gülüşmeler. Said Özdemir ağabey: “Onda (Mustafa Sungur’da) yok değil mi, o ses (kaydı)?.” diye sordu. Casim: “Galiba yokmuş. Sizde diye ben işittim.” dedi.

Bunun üzerine Said Özdemir ağabey anlatmaya başladı:

“Efendim ben teybi götürdüm Üstada. Üstadın önüne koydum. Doldurmuştuk makaraları. Makaralı teyipti. Sungur abi okudu (Risale), Zübeyr abi okudu, o teyplerde. Abdullah (Yeğin?) abi okudu, Ceylan okudu. Üstad Hazretleri dedi ki: “Nedir bu kutu?” dedi. Ben: “Üstadım, bu Risale-i Nur okuyor” dedim. “Okusun bakalım” dedi. (Sağ) elini şakağına koydu, yarım saat dinledi. “Maşallah, ne güzel sesli kutuymuş. Siz bundan her dersaneye alın.” dedi. Ondan sonra “Efendim” dedim, “esas ben bunu, sizin sesinizi almak için getirdim.” Üstad “Yook”, dedi, “caiz değil, olmaz” dedi. Ben “Üstadım, bir şey olmaz, gelen nesillere bir hatıra olarak kalır.” dedim. “Hayır kardeşim” dedi Üstad. Kat’î şey edince (reddedince) bıraktık. Ceylan geldi dedi, Allah rahmet eylesin, “Ben alırım” dedi, “merak etme”. Alacaksan al, dedim. Aldı götürdü teybi. Üstad görmeden teybi, arka taraftan karyolanın altına sokmuş. Ondan sonra uzatmaları getirdi. Ben gözümün ucuyla bakıyorum, Üstadı konuşturuyoruz. Tam ilerde fişi prize taktı. Üstad sustu. (Fişi-prizi) görmüyor. Hiç yani. Keramet. Konuşmuyor. Soru soruyoruz, cevap vermiyor. Artık Ceylan da utandı, 10 dk geçti. Fişi çekti, ondan sonra konuştu. Fakat Sungur ağabey küçük bir teyb koymuş. Onun sekiz dakikalık bir şeyi (kaydı) var. Orda Sungur abi var, Tahir abi var, Bayram var, Zübeyir abi var. Üstad şeyden bahsediyor, Denizli kahramanı Hasan Feyzi ağabeyden (O esnada Ali Said abi de Hasan Feyzi ağabey dedi). Ondan bahsediyor. Büyük bir kahraman, çok büyük biri. Hatta Tâhir abi, “Bizim damat gelmiş” diyor. Üstad bir teberrük veriyor, “İstemem ben, istemem” diyor Bayram. “Al” diyor, “İşte al”… Böyle konuşmalar geçiyor. Sonra Zübeyir ağabey gelen gazetelerden bir kısım okuyor. Yedi-sekiz dakika öyle bir şey (kayıt) var. Biz Risale-i Nur CD-Rom yaptık, onu da ona koyacaktık. Fakat korkuyoruz. Şey yaptık, istihare. İstihare yaptık. İstiharede şiddetle reddetti. (Ali Said: ‘Üstad Hazretleri katiyen istemiyor.’ dedi.). Diyor ki: Ben Risale-i Nur’un önüne geçip de mâni olmak istemiyorum. (…) Risale-i Nur doğrudan doğruya kendi tesiriyle (iş görecek). Ben onun önüne geçmeyeceğim.” Yani kendisini onun önünde bir perde olarak (görüyor). Ya…”

Ali Said ağabey dedi ki: “Abi bir de bir şey soracağım. Vefat edince, Üstadın emanetleri var ya, fanilası, sarığı falan. Bunları mevtanın içine koymanın bir şeyi var mı? Konur mu, konmaz mı?” Said Özdemir ağabey: “Konmasına lüzum yok ki!” dedi. Ali Said abi de: “Şefaatse, zaten hayatında şefaat olacak. Oraya koymasıyla falan değil.” dedi. Said ağabey de “Değil” diye tekrar etti.

Câsim: “Said abi, Üstad size vekaletname yazmış. Onun fotoğrafını çekebilir miyim?” diye sordu. Said abi, “Ne?” diye sordu. “Üstad vekaletname yazmış ya, az önce gösterdiğiniz?” “Ama hususi olsun” dedi Said ağabey. “Tamam ben kimseye vermem.” dedi. Ali Said Çalışkan abi: “Yalnız Said beye verebiliriz.” dedi. Said abi de gülümseyerek “verebiliriz” dedi. Casim: “Sizin yanınızda vereyim, onun haricinde kimseye vermem.” dedi. Vekaletnâme hemen önümüzdeydi, klasördeydi. Casim onu eline aldı. Said abi, “Onu şey yap, öyle çıkar; yoksa çıkmaz.” dedi. Casim: “Said hocam, sizin (tel) kaç megapixel, benimki 2 megapixel” dedi. O da “Öyle mi?” Câsim: “Hem burdan hem ordan çekeyim, size atmama gerek kalmasın bir daha. Bismillah.” dedi. Said ağabey tekrar etti: “Kimseye verme, benim haberim olmadan. Tamam mı? Said kardeş hariç.” dedi. O da, “Tamam dedi, sadece benim telefonumda kalacak.”

Ali Said Çalışkan abi dedi ki: “Benim oğlumun da (size) çok selamı var.”. Said ağabey: “Ne iş yapıyor?” dedi. “O da yazar, çizer.” S.Ö: “Öyle mi? Nerde?” “-İstanbul’daydı, abi, şimdi Eskişehir’de. S.Ö: “Ne iş yapıyor?” “-Şu anda boşta.” S.Ö: “Hıı…” “-Üniversiteden dersleri falan vardı, onları veriyor. İşte bir takım şeyler yazıyor.” “Gazetelere mi yazıyor?” “-Yok, internetten yazıyor. Bu Risale Haber’den falan yazıyor.” S.Ö: “Risale Haber, geçen bizi de davet etti. Gelecekler onlar da. Bizim hatıraları alacaklar.” “-İsmail (Benek?) abi de gelecekti de, bugün gelemedi o. Akşam gelecektik beraber. İnşallah dua edin abi.” S.Ö: “Allah yar ve yardımcınız olsun.”

Câsim: “Allah razı olsun. Dua edin abi, Cenab-ı hak ihlasla istihdam eylesin bizi.” dedi. Said Ö. abi de: “Amin, cümlemizi, inşallah.” dedi. “Bir ömür. Sebat, biraz da gayretle… Yolda Said hocamla konuşuyorduk. İşte bu ahirzamanda taife-i nisanın rolü.” S.Ö: “Cenab-ı Hak Risale-i Nur hizmetinde ihlasla sebatla daim kaim eylesin. Risale-i Nur’la muhafaza eylesin inşallah” diye tekrar dua etti. “Allah razı olsun abi” dedik beraberce. “Cenab-ı Hak rızasına muvaffak kılsın” dedi Said ağabey de. “Eskişehir’e bir emriniz, ağabey?” diye sordu Ali Said abi. “Çok çok selam. Kardeşlerimizin hepsine.” O da ve aleyküm selam diyerek aldı. “Bir emir buyurursanız, sizi Eskişehir’e götürelim, baharda inşallah. Nisan-Mayıs gibi. Dua olsun inşallah” dedi. Said ağabey de “inşallah, inşallah” dedi.

SAİD ÖZDEMİR AĞABEYİN ZİYARETÇİ KAYIT DEFTERİ: MUSA HUB

Sonra Ali Said ağabey ayağa kalktı, vedalaşmak üzere Said ağabeyin elini tuttu ve öptü. Said ağabey çekmek istedi, fakat sıkı tutulduğu için, başaramadı. Said abi, “Sizin telefonunuz?” dedi. O da: “Ben yazdım abi, Ali Said Çalışkan diye, oraya.” dedi. Ben de, “Benim telefonumu da oraya ilave ettiler, Musa Hub” diye.” dedim. S.Ö: “Ne diye?” diye sordu. “Musa Hub” dedim. Tekrar sordu: “Ne?”. Ben “Hûb” dedim, “Hûb” diye çekerek ve noktalı ha ile söyledim. “Hub mu? Hub’dan mı geliyor?” diye sordu. Ben de: “Yok, Hûb-cemal (kelimesindeki) Hûb” dedim, “Hûb, Farsça bir kelime, iyi güzel hoş anlamına geliyor. Hûb-cemal, hûb-endam deniyor ya?” S.Ö: “Bu Farsça mı?” dedi. “Evet, Farsça. Dedemin babası medresede okurken Hubbay diye lakaplamışlar. Öyle lakap vermişler. Yazarken nüfus memuru da Hop diye yazmış. Ben de mahkemeye verdim, değiştirdim; aslına döndürdüm, Hûb yaptım.” Said ağabey: “Hûb yaptınız. Habbe-yuhibbü’den gelmiyor yani, hı?” dedi. “Hayır, değil” dedim. “Hûb. Ha, vav, be. İyi, güzel, hoş demek, Farsça” dedim. “Öyle mi!” diye baş salladı. “Hııı, evet…” dedi. “Hocam, ben İstanbul’da oturuyorum. Birkaç aydır (Ankara’ya) geliyorum. Eğer müsaade ederseniz, bir ay, iki ay sonra tekrar ziyaretinize gelmek arzu ederim, müsaadeniz olursa.” dedim. “Olur olur inşallah.” dedi. “Müsaadenizle ellerinizden öpüyorum.” dedim. “Allah razı olsun” dedi. Bana söylediği son cümlesi “Allah razı olsun.”

Antrparantez ifade etmeliyim ki: Said Özdemir ağabeyin önemli ziyaretçilerini, tarihiyle beraber telefon numaralarını kaydettirdiği defterine, Musa Hub isminin ve 053664046… numaralı telefonumun 20 Şubat 2013 Çarşamba tarihiyle girmiş olması benim için, sanki mahşerde ‘yangında ilk kurtarılacaklar listesi’ gibi, hissî manada ayrı bir değer taşıyor… Kim bilir belki de o defterine isimlerini aldığı kişilerden mahşerde ihtiyaç duyanlara şefaat etmesi hakkı kendisine verilecektir, bilemiyoruz. Allah cümlemize rahmetiyle muamele buyursun inşallah.

Tam huzurundan ayrılacakken, tez notlarını önündeki masasından elime aldım, ayağa kalktım. “Niye alıyorsun?” der gibi yüzüme baktı, tekrar son kez hatırlattı. Ben de: “Tamam Said ağabey, inşallah tezi bitirince getireceğim.” dedim. O da ayağa kalktı. Ve öylece üç kişi olarak yanından ayrıldık.

Son olarak: Said Özdemir ağabeye Üstadın verdiği noter tasdikli vekaletnâmeyi ben de elime aldım, baktım, inceledim. Resmi olsaydı, onu da mutlaka bu yazıya koymak arzu ederdim.

Bir de, orada Said ağabeyin oturduğu yerin arkasındaki rafta kendisinin yazdığı bir “Şâfii İlmihali” gördüm. Hiç böyle bir eseri olduğunu bilmiyordum. İnternette taradığımda, bu eserini “Ankara Merkez Vâizi”yken, ilk defa 1956 yılında, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları’nda çıktığını, Örnek Matbaası tarafından basıldığını ve sonraki yıllarda da baskılarının yapıldığını gördüm. Daha sonra 1963 yılında 4 ayrı yerde basılmış: Diyanet İşleri Reisliği Yayınları (Ankara), İhlas Kitabevi (Ankara), Yağıoğlu Matbaası (Ankara) ve Kardeşler Kitabevi (Erzurum). 1981’de Önder Matbaa’da 4. baskısı yapılmış.

Öğrendiğimize göre M. Said Özdemir’in vaaz notları, çıkardığı gazetelerde bir takım yazıları vardır. Davet edildiği sempozyumlardaki hitabeleri ve konuşmaları olmuştur. Fakat matbu olan sadece mezkur Şafii İlmihali’dir.

YILLAR SONRA HAKİKİ BİR NUR MEDRESESİNDE KALDIM: NURA DALDIM

Said Özdemir ağabeyin yanından ayrıldığımız o gece Ankara’da bir Nur Dersanesi’nde kaldık. Orada da bir ders oldu. Ali Said Çalışkan ağabey bana teklif etti, fakat ben istemedim, o yaptı. Ders esnasında ben o kadar çok duygulanmıştım ki, kendimi salmamak için zor tutuyordum. Hatta bir ara bana bir-iki soru yöneltti, fakat benim akıl ve kalp tamamen başka bir yerde olduğundan, ilk anda anlamadım, tekrar etmek zorunda bıraktım. Buna rağmen, cevap vermeye halet-i ruhiyem müsait olmadığından, duygusal yoğunluğumu farketti ve kendisi sohbetine devam etti. Kesinlikle o medrese-i nuriyede gerçekten bir nuraniyet ve ruhaniyet vardı. İçerdeki nur talebeleri de gözüme birer insan meleği olarak gözükmüştü.

Ertesi gün, Ankara İlahiyat’ta Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’yla ders sonunda görüştüm. Kendisine Said Özdemir ağabeyle görüştüğümü, tezin konusu ve muhtevası üzerine mülakat yaptığımı söyledim. Onun da bu konuya çok sevindiğini, takdir ve dua ettiğini belirttikten sonra, kendisine selamı olduğunu ve benim doktora tez konumu yazarken, mümkün mertebe uydurukça kelime kullanmamam hususundaki istirhamlarını ilettim. Ethem Hoca, Said ağabeyin selamını saygıyla aldı, hal ve hatırını, sağlığını sordu, ne yaptığını vs. Said ağabeyin oğlu Kemalettin Özdemir ile liseden arkadaş olduklarını anlattı.

SAİD ÖZDEMİR AĞABEYİN VEFATI: 26 Şubat 2016

Maalesef ve meatteessüf, Said Özdemir ağabeyin yanına doktora tezimi bitirince gideyim, hem de tezimi götüreyim düşüncesiyle erteleyip dururken, bir okudum ki, Said ağabeyin muhtereme eşi Rahime annemiz 16 Şubat 2016’da vefat etmiş. Derken on gün sonra, tarihler 26 Şubat 2016’yı gösterdiğinde de Said Özdemir ağabey vefat etmiş. Rahatsızlığı sebebiyle hastaneye kaldırılmış, sabaha karşı da Rabbine rücû’ etmiş. Cenaze namazı öğlen namazını müteakip Ankara’da, vaizlik yaptığı Hacı Bayram Camisi’nde kılınmış ve Babası, dedesi ve eşinin de medfun bulunduğu Cebeci Asri Mezarlığında defnedilmiş. Cenaze namazına Bediüzzaman’ın hayattaki talebelerinden Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram ve Mehmet Fırıncı ağabeyler katılmışlar. Oğlu Prof. Dr. Kemalettin Özdemir’in ve yeğeni Said Yüce’nin de hazır bulunduğu cenaze namazını Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez kıldırmış.

Maalesef o tarihte Fethiye’de ikamet etmekte olan benim, bu vefattan haberim birkaç gün sonra oldu. Duyar duymaz birden içime öyle bir kor düştü ki, tarif edemem. Aklıma onun “Doktora tezinizden bir nüsha da ben isterim, bitince” sözüne mukabil “İnşallah ağabey, Allah size uzun ömür versin. Bana da bu tezi yapma imkânı lütfeylesin.” duam geldi. Allah ona 89 senelik bir uzun ömür vermişti ama ben tez yıllarımı uzattığım için, ona yetiştirememiştim. ‘Bunda da vardır bir hayır’ diyerek üzüntümü içime attım. Bu yazıya derinden derine etki eden bir nedamet hissimin varlığını da inkâr edemem.

SAİD ÖZDEMİR AĞABEYİ RÜYAMDA GÖRÜŞÜM: 6 Nisan 2018 Cuma

“Bediüzzaman’a Göre Seyr ü Süluk” konulu doktora tezimi yazmaya, kendimi bu işe ehli görmediğim için bir türlü başlayamıyordum. 2012’den 2018’in başına kadar sürekli okumalar yaptım. “Seyr ü süluk perspektifinden Bediüzzaman’ın Manevî Tarihçe-i Hayatı”nı üç ciltlik bir kitap olarak yazdım. Tezimi yazmaya ancak 2018’in başında başlayabildim. Tezin ilk defa giriş ve birinci bölümünü 2018 Şubat ve Mart aylarında teslim etmiştim Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu hocama.

2016 Ağustos’undan beri ikamet ettiğim Fethiye’de, 6 Nisan 2018’de Cuma namazı öncesi kaylûle uykusunda bir rüya gördüm. Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri’nin mutlak varisim dediği Seyyid Said Özdemir ağabey bana geldi. Üzerinde uzun ve krem rengi bir pardösü, başında ince bir sarığı vardı. Bana adeta bir elçi gibi gelmişti. “Musa Kardeşim! Yazdığın tezin her cümlesini Üstadımızla beraber kelime kelime okuyoruz, değerlendiriyoruz.” dedi. Ardından da kendileri (Üstad ve Talebeleri) hakkında suizanna kapı açabilecek ifadelerden sakınmamı söyledi ve: “Ben de hayatımın bir döneminde yalnız kaldım. Yanlış anlaşıldım, terk edildim…” mealinde kendi durumunu da izah eder iken adeta bana da teselli veren bir takım cümleler sarfetti. İkimiz başbaşaydık, benimle sanki ruhumun enîs-i celîsi gibi samimi konuşuyordu. O anda içime geldi ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve merhum diğer Nur Talebeleri mânâ âleminde bir meclis oluşturmuşlar, Said Özdemir ağabey de benim yazdıklarımı onlara okuyorlar. Beni de teşvik ve teselli bâbından Said Özdemir ağabeyi de bana elçi olarak göndermişler.

Bu rüya-yı sadıka beni çok ciddi olarak ferahlattı ve hayatta olsaydım, her sayfasını görüşlerine takdim etmek ve tashih ve tasdikiyle ilerlemek ve nihayetlendirmek istediğim doktora tezimin, adeta manevî tasarruf kabîlinden vekili Said Özdemir ağabey vasıtasıyla Üstad tarafından takip edilmekte olduğunu bana hissettirmişti ve tasavvuftan doktora yapan bir Nur Talebesi olarak beni kalben çok muhtaç olduğum inşirah ve inbisata sebep olduğu gibi, beni yazdıklarım üzerinde daha ciddi ve duyarlı davranmaya da sevketti.

TEZİMİ SAİD AĞABEYİN RUHANİYETİNE İTHÂFEN TAKDİMİM: 1 Mayıs 2019

Said Özdemir ağabeyin 8 yıl Risale-i Nur derslerine katılmış olan eski Nur Talebelerinden (daha sonra Nakşî sufilerinden) olan Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’dan doktoramın tez savunmasını Temmuz 2018’de verecekken, onun birden emekli olması sebebiyle tez danışmanlığımı Prof. Dr. Mustafa Aşkar hoca üstlenmişti. 27 Nisan 2019’da tez savunma günüm belirlenmişken, bir üyenin gelememesi üzerine, 3 Mayıs 2019 Cuma günü gerçekleşmişti.

Bu vesileyle Mustafa Aşkar Hoca’nın tezimle alakalı bir değerlendirmesini paylaşmak istiyorum. 2018 sonbaharında (Ekim veya Kasım’dı), tezimi okuduktan sonra beni telefonla aradı ve şöyle dedi: “Musa Hocam! Eğer Bediüzzaman Hazretleri kabrinden kalksa ve bir tez yazsa, ancak böyle bir tez yazardı.” Bu değerlendirmesi benim için, cihanbaha bir değeri hâizdi. Çünkü bütün endişem, kabrindeki Bediüzzaman’ın Nur Mesleği’ne göre sülûku, onun istediği seviyede anlatamamış olmaktı; anlatacaklara da engel olmuş olmaktı. Gençliğinde İşârâtü’l-İ’câzı Arapçasından ders aldığını bana söyleyen Prof.Dr. Mustafa Aşkar Hocanın “Bediüzzaman’a Göre Seyr ü Sülûk” konulu tezimi okuduktan sonra genel bir değerlendirme sadedindeki bu sözü, içimi ferahlatan ve beni, şükre-hamde sevkeden bir söz oldu. Tahdisî-i nimet kabilinden zikretmiş olayım.
 
27 Nisan 2019’da yapılacak savunmam için, ben önceden tezimi birkaç tane fazladan çıkartmış, ciltletmiştim. Takdim ve hediye etmek istediğim birkaç kişiden birisi, Said Özdemir ağabeydi ki, zaten onun da benden böyle bir talebi vardı, benim de ona sözüm vardı. O sebeple onun Özelif Sitesindeki Nur Dersanesi’ne, haftalık Risale dersleri Çarşamba akşamları yapıldığı için, 1 Mayıs 2019 Çarşamba akşamı, elimde bir adet doktora tezimle gittim. Bana kapıyı Said Özdemir ağabeyin oğlu, Prof. Dr. Kemalettin Özdemir Hoca/Ağabey açtı. Kendisini en son 2009/10 yılında İstanbul Çamlıca’da Kur’an Kursu’nda görmüştüm. Ayaküstü bir hasbihal etmiştik. Şimdi yıllar sonra kapıda karşılaşınca, o da, ben de sevindik. Ben, Said Özdemir ağabey vefat etmişse, orada kime vereceğim bu tezi diye düşünürken, oğlunun kaşıma çıkmış olması, adresi göstermişti. İçeri girdiğimde 15-20 insan vardı. Ben niçin geldiğimi kısaca kendilerine ifade ettim. Said Özdemir ağabeyin talebine ve ona verdiğim söze binaen doktora tezimi getirdiğimi söyledim. Vefat etmiş olduğu için, doktora tezimi kendisi adına imzalamamıştım. Ne var ki birden, sanki içerde Said Özdemir ağabeyin ruhaniyeti varmış gibi hissettiğimden, elime bir kalem alıp o anda içime gelen şekliyle onun ruhaniyetine hitâben ve ithâfen kitabı imzalayıp, ona vekâleten oğlu Kemalettin Özdemir ağabeye teslim ettim. İthâf yazım şöyle idi:

 “Bismihî Sübhânehû.

Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vâris talebelerinden, Tillo’lu Said Özdemir Ağabeyin aziz ve latif ruhaniyetine… 20 Şubat 2013 Çarşamba akşamı kendilerine arz ve takdim ettiğim “Bediüzzaman Said Nursî’ye Göre Seyr ü Sülûk” konulu (doktora) tezimin nihaî hâlini 1 Mayıs 2019 (Çarşamba) akşamı aynı yerde, “Bitince mutlaka bir nüsha da ben istiyorum” talebine binâen, huzur-u ruhaniyetine takdim ediyorum.

Cenab-ı Mevlâ, Risale-i Nur’la dine hizmette üzerimize düşen vazifeleri, saff-ı evvellerin safiyetiyle eda ile bir sonraki nesle tevdi etmeye muvaffakiyet dualarımızı kabul için, Üstadımız ve hâlis talebelerini vesile-i şefaatçi kabul buyursun inşallah…

Musa Hûb

1 Mayıs 2019

(İmza)

Özelif Sitesi / Ankara

musahub@hotmail.com ”

SAİD ÖZDEMİR AĞABEYİN OĞLU PROF.DR. KEMALETTİN ÖZDEMİR

Said Özdemir ağabeyin Ankara’daki kendi dersanesinde haftalık mu’tad yaptığı Risale sohbet arkadaşları olan hâzırûn tarafından gayet samimi bir muhabbet ve hürmetle karşılanmıştım. Bediüzzaman’ın tasavvufî yönü, sufilerle ilişkileri, Nur mesleğinin tarikatlerle mukayeseli değerlendirilmesi gibi hususlarda benden özet bilgiler talep ettiler, ben de bazılarını paylaştım. Kemalettin Hoca, bu konuda bir akşam müstakil bir sohbet, hatta bir konferans tertip edilebileceğini söyledi. Derken Risale dersi başladı. Mektubat’tan, 29. Mektup’un 6. Risalesi olan Altı Desise-i Şeytaniye Risalesinden, münavebeli olarak okundu. Sonra ara verildi. Kemalettin Özdemir Hoca, mutfağa geçti, yan taraftan baktım, çayları o dolduruyor. Ben de kalktım, yanına gittim. “Ağabey siz oturun, biz doldurur, dağıtırız çayları!” dedimse de, “Yok, Musa Hocam, olur mu, bu gelenler babamın misafirleri. Ben ev sahibinin oğlu olarak bu ağabeylere hizmet etmekle mükellefim.” dedi. Şaşırmadım desem yalan olur. Hem dersi, hem çayları-ikramları organize ederken Kemalettin Özdemir, hem babasının oğlu gibi hizmet şuuruyla, hem de onun adeta vârisi gibi bir manevî sorumlulukla hareket ediyordu.

Hayatımda Prof.Dr. Kemalettin Özdemir Hoca’nın hiçbir dersine, sohbetine, konferansına katılmak nasip olmadı. Hiçbir makalesini, kitabını okumadım. Onunla beraber hiçbir iş veya yolculuk yapmadım. Ama tanışırdık. Onu tanıyanlardan, talebelerinden tanıdım ve hepsi de faziletlerinden bahsettiler. Ben de gıyaben ve kalben kendisine muhabbet duyuyordum. Yalnızca iki hatıram oldu kendisiyle.

Birisi, bir mektubumun adresine ulaştırılmasına yed-i emin olmuştu. Diğeri de, 1998/99’da Sakarya İlahiyat’ta Tefsir dalında mastır yaparken, bir sınıfın kapısında karşılaşmıştık. O sınıftan çıkıyordu, ben de içeri giriyordum, birine bakmak için. Tam kapıda karşı karşıya geldik. Başı önüne eğik olduğu için beni görmemişti, kim olduğum farketmeksizin, bir refleks halinde hemen yana çekilmiş ve “buyurun” diyerek yol vermişti. Başı gene önündeydi. Ben “Abi siz buyrun!” deyince, başını kaldırdı, beni gördü, “Aaa, Musa Hocam, sen misin? Ne arıyorsun burada?” diye sordu. Ben de mastıra başladığımı ifade etmiştim. Öyle ayaküstü bir hasbihalimiz olmuştu. Fakat o yıllarda Sakarya İlahiyat’ta öğrenciler arasında olduğu kadar, öğretim üyeleri arasında da Kemalettin Özdemir ismi bir efsane olarak dolaşıyordu. İstanbul’dan mastır derslerine düzenli gittiğim için, oradan bir grup İlahiyat’lı öğrenciye Arapça ders vermeye başlamıştım. Onların da toplu şehadetiyle Kemalettin Özdemir Hoca, gayet derecede nezaket, nezahet ve nefaset sahibi bir İstanbul beyefendisiydi. Sınıfta ders anlatırken, bir öğrencinin kalemi yere düşse, hemen yere eğilip onu alır, masasına koyarmış. Onu tanıyan herkesten bu kabil güzel insanlık örnekleri dinlemişimdir. Şahsen benim de “insan güzeli” denildiğinde aklıma gelen birkaç isimden birisidir o. Merhum Said Özdemir ağabeyin medar-ı iftiharı bir evlad-ı sâlihidir.

Bütün eserlerini altını çize çize, notlar ala ala okuduğum ve bana adeta aykırı düşünmeyi öğreten mütefekkir olan Cemil Meriç’in kızı Prof. Dr. Ümit Meriç Hanım’a, 2005/6 yılında Bir Kalbin Alınyazısı isimli ilk kitabımı şu sözlerle imzalayıp vermiştim: “Cemil Meriç’e ‘Kızının babası’ denilecek kadar ‘babasının kızı’ olan Ümit Meriç Hanımefendi’ye…” Bu hitapla başlayan imzam karşısında öyle sevinmişti ki: “Ben hayatımda ilk defa böyle bir ithafla kitap alıyorum. Çok özel bir iltifat bu. Cemil Meriç’i gerçekten anlamışsınız. Eserinizi mutlaka okuyacağım.” demişti. Eğer Prof. Dr. Kemalettin Özdemir’e de bir kitap imzalayacak olsaydım, benzerini yazardım: “Said Özdemir’e ‘Oğlunun babası’ denilecek kadar ‘babasının oğlu’ olan Kemalettin Özdemir Beyefendi’ye…

Yiğidi öldür, hakkını yeme derler. Nasıl Said Özdemir kendisinde ilimden gelen hocalık ile Nur talebeliğinden gelen ağabeyliği birleştirmiş bir hoca/ağabey idiyse, hadis profesörü oğlu Kemalettin Özdemir’i de ben öyle bir hoca/ağabey olarak müşahede ettim. Hüsnüzan ötesi hüsn-ü şehadetim o ki: Kemalettin Özdemir, babası Said Özdemir’e yakışan bir oğuldur. Said Özdemir de, Kemalettin Özdemir’e elyak bir babadır. Bu vesileyle, babasına lâyık bir sâlih evlat olarak onu tebrik ederken, onun gibi bir evlada baba olduğu için de Said Özdemir ağabeyi tebrik ediyorum. “İşte babasının oğlu! İşte oğlunun babası!” diyorum. Allah’tan babası gibi bir ömr-ü vâfir ile, bir hayat-ı mebrûk ile rızıklanarak hitam-ı misk üzere âhir hayatının ballanmasını ve taçlanmasını niyaz ediyorum.

Şu bilgiyi de paylaşmalıyım: Temmuz 2018’de emekli olan benim ilk tez hocam Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu ile, gençliğinde sekiz sene Risale derslerine katıldığı Said Özdemir ağabeyin oğlu Prof. Dr. Kemalettin Özdemir, bu iki gençlik arkadaşı, Ankara Merkez İmam Hatip Okulunda 7 yıl 1962-1969 yılları arasında beraber okumuşlar, aynı yıl mezun olmuşlardır ve yıllar sonra Ankara’da Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nde birisi tasavvuftan, diğeri de hadis dalında öğretim üyeliği yapmaktadırlar, yapmakta idiler. Şimdiki hallerini bilmiyorum.

SON SÖZ, SON DUA:

Son söz olarak: Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin gerçekten ama gerçekten bir ömür sâdık, gayretli, hamiyetli, dirayetli, istikametli, ihlaslı, hakikatlı talebelerinden Tillo’lu M. Said Özdemir ağabeyle bir kereliğine de olsa, tanışmak, görüşmek, konuşmak, elini öpmek, duasını almak nasip olduğu için, ve vekili bulunduğu Bediüzzaman Said Nursî’ye Göre Seyr ü Süluk konulu doktora tezimi Üstadım yerine tasdik ve takdir ettikleri için, hayatımda kaderdenk bir zaman dilimine tevafuk eden o büyük nimet ve himmet-i maneviyeye karşı Allah’a binler kez hamdediyorum.

‘es-Seyyid Mehmed Said Özdemir’in ruh-u latîfi için, ömürlük nefesleri sayısınca el-Fatiha!

KAYNAKLAR:

¹ Said Özdemir’in kendi anlatıları için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=TD9YuxiFM48

² Bu kubbe, Tillo’da medfun, Marifetname sahibi Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.leri’nin şeyhi İsmail Fakirullah’ın torunlarından, cezbe ehli meşhur Şeyh Memduh diye bilinen Sultan Memduh tarafından, eşi Hassa Zemzem hanım için sesli zikredebilsin diye zâviye olarak köyden uzak tenha bir yerde yaptırılmıştır. Bkz. Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, c.1, s.111, 25. dipnot.

³ Abdülmecid Nursî, Hatıra Defteri, s. 11; Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, c.1, s.148.

⁴ Nursî, Şualar / 12. Şua, s. 991; / 14. Şua, s. 1030,

⁵ Heyet, Tarihçe-i Hayat – İlk Hayatı – s.2126.

⁶ Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=TD9YuxiFM48

⁷ İbrahim Kaygusuz, “Said Özdemir Ağabey’den Hatıralar”, 22 Ocak 2014. Risale Haber, https://www.risalehaber.com (11.10.2018).

⁸ Nursî, Emirdağ Lâhikası 2 – Mektup No: 144, s.1908

⁹ Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.2185.

¹⁰ Nursî, Emirdağ Lâhikası 2 – Mektup No: 1, s.1809.

¹¹ Bediüzzaman’ın vasiyetnâmesinde ismini verdiği sözkonusu vârisleri sırasıyla şunlardır: Ahmed Hüsrev Altınbaşak (1899-1977), M. Tahirî Mutlu (1900-1977), Abdülmecid Ünlükul (1884-1967), Zübeyir Gündüzalp (1920-1971), Mustafa Sungur (1929-2012), Ceylan Çalışkan (1929-1963), Mehmet Kaya(lar) (1914-1994), Hüsnü Bayramoğlu (1935- ), Bayram Yüksel (1931-1997), Süleyman Rüştü Çakın (1899-1974), Abdullah Yeğin (1924-2016), Ahmet Aytimur (1924-2016), Atıf Ural (1933-1966), Tillolu Said Özdemir (1927-2016), Mustafa Gül (1915-1985), Mustafa Acet (1924-1990), Seyyid Salih Özcan (1929-2015). (Bk. Nursî, Emirdağ Lâhikası 1 – Mektup No: 81, s.1733; Şahiner, Son Şahitler, c.4, s.15) İsmi vasiyetnâmede geçmese de, bir mektubundaki vârisler arasında geçen ve hususî düsturunu uygulamayı devam ettirmesi istenen bir ‘manevî vâris’ vardır: Kastamonu – İnebolu’daki Ahmed Nazif Çelebi (1891-1964). Bkz. Nursî, Emirdağ Lâhikası 2 – Mektup No: 136, s.1901.

¹² Nursî, Şualar / 14. Şua, s. 1081.

¹³ “Said Özdemir, Risaleleri dünya diline çevirterek o dillerin konuşulduğu ülkelere gönderdi ve bir bakıma Risale-i Nur’un yurt dışında da intişar etmesine zemin hazırladı. Bazı Risaleleri teyp bantlarına okutarak başlattığı sesli Risale neşriyatını, iki binli yıllarda CD’lere, VCD’lere kaydettirdi. Bu kayıtları daha sonra hazırlattığı internet sitelerine aktarttı ve Risale neşriyatında yeni bir hamle daha yaptı. Teknik icatlarda sınır tanımayan insanlık, haberleşme imkânlarını hızla geliştirdiği için o da Risale-i Nur’un neşrinde sınır tanımadı. Radyo mikrofonlarından televizyon ekranlarına; bilgisayarlardan internet sitelerine varıncaya kadar beşeriyetin geliştirdiği bütün cihazları, Nurların intişar vesilesi hâline getirdi. Son nefesine kadar da, yeni icat edilerek insanlığın hizmetine sunulacak olan her türlü teknik cihazatı, yine alıp Nurların intişarında kullanma azmi, gayreti ve kararlılığı içinde hareket etti. Çünkü Said Özdemir, Risale-i Nur’un neşrine adanmış bir ömrün sahibi idi.” (İslam Yaşar, “Said Özdemir (1927-2016)” makalesi, Yeni Asya Gazetesi, 27 Şubat 2016 Cumartesi).

¹⁴ https://www.hicrethaber.com/vefati-nin-yil-donumunde-mehmet-kirkincilar-said-ozdemir/5360/

¹⁵  https://www.risalehaber.com/ankara-bediuzzaman-cami-330g.htm

¹⁶ Akit Gazetesi, Tarih: 2014-05-11. Bkz. https://www.yeniakit.com.tr/haber/bediuzzaman-kulliyesi-ankarada-kuruluyor-17648.html

¹⁷ Fakat ulaştığım bilgilere göre: 2010 gibi, eski Çorum milletvekili Ali Yüksel Kavuştu (1937-  ) Üstad’ın arabasını, Karayollarının bakım istasyonunda hem bakım hem nikelajların parlatılması için Said Özdemir ağabeyden ister. Sonra da kaçırıp Isparta’ya götürür. Said Özdemir, geri istese de göndermezler. Arabanın ruhsatı kendi üzerindedir. Vefatı sonrası, miras davası vesilesiyle, oğlu Fethullah Beyin başvurusuyla Sulh Hukuk hâkimi değer tesbiti için arabayı ister ama arabaya ulaşılamaz. Çünkü Üstad’ın arabasını, Isparta’daki Nur Talebeleri Mübarekler ‘kutsal bir emanet gibi’ muhafaza etmektedirler.

¹⁸ http://risaleakademi.org/vefatinin-5-yilinda-said-ozdemir-agabey-anma-programi–ps-3157

¹⁹ Said Özdemir, “İslam ve Şiddet: Risale-i Nur Perspektifi”, 7. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu: “Çok Kültürlü Bir Dünyada İmanlı, Anlamlı ve Barış İçinde Yaşama Pratiği: Risale-i Nur Yaklaşımı”, Tarih: 3-5 Ekim 2004, Yer: İstanbul, Nesil Yayınları, İstanbul 2004, s. 195-204. Bkz. Süleyman Kösmene, “Cezaevini medreseye çeviren Risale-i Nur”, Yeni Asya Gazetesi, Tarih: 5 Ekim 2018 Cuma. Bkz. İbrahim Kaygusuz, “Said Özdemir Ağabey’den Hatıralar”, 22 Ocak 2014. Risale Haber, https://www.risalehaber.com (11.10.2018).

²⁰ https://www.risalehaber.com/gulenin-risale-i-nur-ve-sadelestirme-celiskisi-211756h.htm

²¹ Söz konusu mektupta şu ifadelere yer verilmiş: ”Lem’aları tahrip ederek basan Ufuk Yayınlarının sizin camiaya dâhil oldukları duymaktayız. F.G.’e de ulaşmak ve görüşlerimizi yazılı olarak kendisine bildirmek istedik. Bu maksatla bir kardeşimizi (Said Özdemir’i –M.H.-) elçi olarak tayin edip kendisiyle görüşmek ve mektubu takdim etmek üzere vazifelendirdik. Fakat bize ulaştırılan cevap, ‘Mektubu İstanbul’da filan kişiye bırakın’ şeklinde oldu.” https://www.cnnturk.com/video/turkiye/kaynak-holding-yoneticilerine-feto-davasinda-agirlastirilmis-muebbet-hapis-istemi

²² Bkz. https://www.risalehaber.com/said-ozdemirden-sadelestirme-ve-gulen-aciklamasi-213743h.htm. Sadeleştirme konusundaki bütün haberler ve açıklamalar için bkz. https://www.risalehaber.com/risale-i-nuru-sadelestirme-tartismasi-haberleri-34hk.htm

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment