[ Kur’an, kıyamete “saatin zelzelesi (depremi)” diyor. Demek kâinatta kıyamete kurulmuş bir zaman saati var; çaldığında sarsıntısıyla en büyük deprem yaşanacak ve kıyamet kopacak! Kâinatta “Zaman Saati Çaldığı An” neler olacak, Kur’an ve Hadislerden hareketle kaleme almaya çalışmıştım. Kıyamet depremiyle ilgili yıllarca içimde biriken sıkışmış duygu-düşüncelerim, volkan gibi patlamış ve bana adeta o depremi yeniden yaşatmıştı: 08 Ocak 1999 Cuma günü! Ve o sene sekiz ay sonra 17 Ağustos 1999’da meşhur Gölcük depremi vuku’ buldu. Ve derken yüzyılın en ağır iki depremini aynı gün yaşadık: 6 Şubat 2023, KahramanMaraş Depremi! Depremi yaşayanlar iyi bilir, ‘deprem geçirmiş duygular’ın ne olduğunu. Bütün depremler, kıyamet depreminin birer öncülü. Şimdi bütün depremler üzerinden ‘depremler depremi’ni okumanın tam zamanı! Çünkü ‘kabri düşünmek, bizi Cennet’e yaklaştırır; kıyameti düşünmekse cehennemden uzaklaştırır.’]
…
…Ve Allah Âdem’i yaratır. Bütün melekler emr-i ilahîyle secdeye kapanır. İblis kibirlenir, secde etmez. Âdem’e ve nesline düşman-ı hâin kesilir; huzûr-u ilahîden kovulur, şeytan-ı lâin haline gelir. Derken büyük muharebe başlar. Yasak ağaçtan tadılan meyve, savaş sahasının değişmesine sebep olur. Gökler ötesi âlemlerde başlayan bu şeytan-insan mücadelesi nihayet yeryüzüne iner, orada devam eder. Karanlığın nûra açtığı kaderî savaştır bu. Âdemoğlundan aldananlar, şeytana kapılanlar olur. Unuturlar Elest bezminde verdikleri sözü, hata ederler, ataları Hz. Âdem ile Havvâ’nın ardından. Peygamberler gelir hakkı tebliğ için, kitaplar iner semadan. Medeniyetleri deniyetler, idbârları ikbâller takip eder. Her nebinin dudağında bir ahirzaman fısıltısı kıpırdar.. fısıltısı mı kıpırdar, fırtınası mı kopar. Dehşetinden ümmetler korkar. Kum saatinde asırlar geçer, seneler biter ve nihayet başlar büyük fitneler, fesatlar, küfürler, şirkler, zinalar, binalar, savaşlar, katliamlar, depremler… İkindi Peygamberi’nin (sas) verdiği haberler gerçekleşir birer birer. Kendisini tanrı sanan Deccallar, peygamber sanan Süfyanlar türer. Bir Kahtânî, bir Cahcah peydâh olur. Asr-ı saadet yılları kadar aşkın ve kısa süreli bir ışık tufanı yükselir ahirzaman diliminde. İsa’nın alnında, Mehdi’nin çehresinde. Peygamber Arkadaşlarına mukabil Peygamber Kardeşleri doğar gurbet mağaralarından ve hicret diyarlarına göç ederler. Nebi mesajı güneşin doğup battığı her yere ulaşır. Derken o ışıklar da söner gider birer birer. Bu arada Müslümanlar Yahudilerle final savaşını yaparlar ve galip gelirler. Hariküladelikler çağıdır; ağaçlar dile gelir, cansızlar bile konuşmaya başlar.
Zaman hızlanır, mekân daralır. Dünya bir köye dönüşür. Kadınlar idareyi ele alır. İnsanlar camileri doldurur, içlerinde hakiki tek bir mü’min yoktur. Ümmet yüzlerce büyük günahla perişandır. İslam toplumunda küfür veya şirk virüsünü kapmayan tek bünye kalmamıştır. Azıcık dünya mukabilinde dinini satanlar zuhur eder. Lat ve Uzza’ya yeniden tapılmaya başlanır. Sefiller sultan olur. Emanet zayi edilir. İş (idare), ehli olmayana verilir. Elbise değiştirir gibi din değiştirilir. İlim, küçüklerin eline düşer. Fırat nehrinin altından dağ gibi bir hazine çıkar. Ye’cüc ve Me’cüc hurûç eder. Sedd-i Zülkarneyn harâb olur. Büyük bir ateş yükselir Hicâz’dan. Kızıl rüzgârlar, kanlı kasırgalar. Zelzeleler. Kıtâller (herc). Suret değiştirmeler (mesh). Yere batmalar (hasf). Gökten yağan taşlar (kazf). Dünya, cehenneme dönmüştür. Şefkat tokatlarını ikaz tokatları, onu da zecr tokatları takip etmiştir. Şok üstüne şoklar yaşanır. Ancak hiçbir sadme, mü’mini uyandıramaz. Bir kuşluk vaktidir, Dabbetü’l-Arz zuhûr eder ansızın. Bu sırada kum saatinde tek kum tanesi kalmıştır, zaman saatinin çalması ân meselesidir. Bir meltem eser önce Şam’dan, Yemen’den, ötelerden. Zerre kadar imanı olan herkesin ruhunu kabzeder gider. Geriye sadece kafir, şerir kimseler kalır. Küre-i arz kafasının aklı mesabesinde olan Kur’ân bütünüyle çekip gitmiştir. Akılsız kalan yeryüzü, izn-i ilahiyle başını bir seyyareye çarpar ve dünya, tersine dönmeye başlar. Tam o esnada kum saatindeki tek kum tanesi de düşer ve kıyamet saati çalmaya başlar. Bir cuma günüdür bu, dünya hayatının en son cuması. Ve güneş batıdan doğar. Herkes mü’mindir artık, ancak iş işten geçmiştir; tevbe kapısı kapanmış, kalbuler mühürlenmiş ve yazıcı melekler kalemlerini kırmıştır. Yeryüzünde “Allah Allah” diyen tek kişinin kalmadığı işte o vakit meçhuller, malum olur.. ve kıyamet kâfirlerin başına kopar! Belki de sebepler planında kıyameti koparacak olanlar, kendini evrenin tanrısı sanan ‘Allahsızlar’ olacaktır!
İman hayattır, vücûdîdir; küfür ölümdür, ademîdir. İman varsa, hayatın ve ölümün anlamı vardır; yoksa, yoktur. Bütünüyle imanını kaybetmiş bir dünya insanlığı da anlamını yitirdiği için topyekün ölümü hak etmiştir. İşte kıyamet öncülleri itibariyle böyle küllî bir ölümün adıdır, kendisi itibariyle ise ölüm sonrası doğuşun, dirilişin ve yeniden kuruluşun. Kıyamet depremi, bir şehirde veya bölgede yahut ülkede değildir; bütün yeryüzündedir, dahası kâinatın bütünündedir. Kur’an, Zilzal (Deprem) suresinde 8 ayetle anlatır küresel depremi, onlarca ayetiyle de evrensel depremi. Nihayette “Allah’ın zatından başka her şey helak olur gider.” (Kasas, 88). Allah kıyamete ‘zelzele saati’ değil, ‘saatin zelzelesi’ der. Demek kâinat kurulu bir saat gibidir, çarkları döne döne işlemektedir. Çarkına çomak sokulduğunda düzeni bozulacaktır. Tabir-i diğerle kâinatta kıyamete kurulu bir zaman saati vardır; dünyanın bitiş, ahiretin başlangıç vaktini bildirecektir. Kıyamet vakti, o zaman saati çaldığında, sarsıntısıyla evrensel çapta en büyük deprem yaşanacak; uzaydaki bütün yıldızlar birbirine çarpacak ve kıyamet kopacaktır!
Kıyamete kurulu “zaman saati çaldığı an” neler olacak, âyetler ve hadislerde bir bir bildirilir. Bu azametli ve dehşetli kıyamet hadiseleri, Sultan-ı Mutlak’ın emirber me’muru İsrafil’in komutuyla başlar ve biter. İsrafil ûr’a (boynuz-vâri bir boruya) üç defa üfler. Üflemeler arasında kırk (…) vardır. Kırk, ne? Meçhul gizem. Bu üç ses, üç devredir; korku, ölüm ve diriliş devreleri. İlkine Nefha-i Fezâ’ (korkutan üfleme) denmiş: “Gün gelecek Sûr’a üflenecek, Allah’ın diledikleri dışında herkes müthiş bir korkuya kapılacak…” (Neml, 87). İkincisine Nefha-i Sa’k (öldüren üfleme) denilmiş: “Sûra üflenir, göklerde ve yerde kim varsa çarpılıp cansız yere düşer, tabi Allah’ın diledikleri hariç.” (Zümer, 68). Üçüncüsüne ise Nefha-i Kıyâm (diriliş üflemesi) adı verilmiş: “Sûr’a bir daha üflenir: bir de bakarsın bütün insanlar, kabirlerinden ayağa kalkmış, etrafa bakınıp duruyorlar.” (Zümer, 68). “Sûr’a üflendi, kalk borusu çaldı.. işte bak kabirlerinden kalkıp, Rablerinin huzurunda duruşmaya koşuyorlar. Eyvah bize! Kim kaldırdı bizi yatağımızdan? diyorlar. İşte Rahmân’ın va’di buydu! Rasûller doğru söylerler. Bütün olay, bir çağrıdan ibaret! İşte hepsi büyük duruşma için toplanmışlardır. Artık bugün hiç kimseye zulmedilmez, size hakkınızdan başka bir karşılık da verilmez.” (Yasin, 51-54).
1.SAHNE: ELVEDA DÜNYA
İsrafil’in sûr’a ilk iki üflemesi
Kıyamet vakti deyince hayalde beliren genel sahneler… Önce yürekleri yırtan bir sayha kopar! Mukarreb melekler dâhil, sema, arz, rüzgâr, dağ ve deniz herşey vahşete düşer. Ve ardından: Kur’ân’ın kuvve-i câzibiyyesinden mahrum kalan arz ü şems ve arş ü ferş birbirine girer; imâmesi kopan uzay sistemi, tespih taneleri gibi saçılan samanyolu, çil çil dağılan galaksiler, yörüngesinden fırlayan gezegenler, birbiriyle çarpışan seyyareler, parça parça aylar, külçe külçe dünyalar… Güneş dürülür, yıldızlar kararıp dökülür ve dağlar yerinden sökülür, yürütülür. Okyanuslar bir kazan gibi kaynatılır. Dağ kazıklarının sökülmesiyle adeta bir çekirdek gibi çatlayan dünya.. ve derken herşeyi yerle bir eden, silip süpüren fırtınalar, dağları yerinden söküp fırlatan kasırgalar, Ağrı’ları, Himalaya’ları, Everestleri yutan tufanlar, karaları sular altında bırakan tsunamiler, kayaları döven, un-ufak eden devasa deniz dalgaları, dört bir yandan fışkıran lavlar, cehennem gibi kaynayan mağmalar, her yeri saran kızıl kıyamet ateşler, alevleri göklere yükselen yangınlar, yeryüzünü yeraltına katıp karıştıran depremler.. karalara çakılan vapurlar, uçaklar, havalarda uçuşan trenler, arabalar, denizlerde boğulan dağlar, Lut gölüne dönen Everestler-Ağrılar, ekvatorlaşan kutuplar, volkanlarla boğuşan dev buzullar, okyanuslara gömülen adalar, birbirine giren kıt’alar, Asyalar, Avrupalar, Afrikalar, Amerikalar, Avustralyalar… Ve bütün bunlarla birlikte: gümbür gümbür yıkılan binalar, tuz buz olan apartmanlar, saraylar, abideler, çöken tapınaklar, kiliseler, havralar, camiler, devrilen minareler, dağılan kubbeler, ufalanan fabrikalar, yerleri delen gökdelenler, caddeleri kaplayan enkazlar, enkazlar altında kalan canlar, şak şak yarılan yollar, ekinler gibi yatan ormanlar, bir anda silinip giden tarihî umranlar; köyler, kentler ve devletler…
Evet evet insanlar, feryat feryat insanlar, çığlık çığlık hayvanlar ve avaz avaz bütün canlılar.. çocuğunu düşüren anneler, annesinin delirişini gören bebeler, bir anda saçları ağaran yavrular.. gözler fal taşı gibi açık, akıllar donmuş, ruhlarda ölümcül bir telaş, zihinler çıkmaza saplanmış.. tüm düşünceler, kadîm mazinin vukuunu haber verdiği şu dehşet-engiz ânın çıkmazında çakılı.. ve hatırlamalar; bütün bir ömrün film şeridi gibi gözün önünden geçtiği saniyeler, heyecanlar, helecanlar, hafakanlar, feveranlar, hezeyanlar, şaşkına dönenler, çırpınanlar, çıldıranlar, dövünenler, debelenenler, elini-kolunu ısıranlar, başına toprak saçanlar, yerlerde yuvarlananlar, gözlerini kapayanlar, kulaklarını tıkayanlar, bir köşede yırtınırcasına ağlaşıp böğürenler, ciğersuz âh ü fiğanlar, ses tellerini koparırcasına bağıranlar, nutku tutulup bağıramayanlar, dilini yutanlar, karnını tutanlar, ödü kopanlar, yerinde bayılıp kalanlar, sağa sola kaçışanlar, bir yarıktan uçuruma yuvarlananlar, gökdelenlerle birlikte yere çakılanlar, binaların altında kalanlar, azgın dalgalar içinde boğulanlar, kızgın lavların arasında yananlar, arabasının yahut evinin içinde ya da işlerlerinde ezilip pestile dönenler.. parçalanan cesetler, cesetsiz ruhlar, havalarda uçuşan eller, kollar, kafalar ve kanlı organlar.. kırılan hayaller, yıkılan ümitler, sararıp solan yüzler, bembeyaz kesilen benizler, akıl-cinnet arası gel-gitler.. ve hepsinden öte yalnız kendi derdine düşmüş yapayalnız ve sahipsiz insanlar ve cinler… Evet evet hepsi, nihayet hepsi bütünüyle ölüp giderler ve cansız birer yığın halinde yere serilirler.. yere mi serilirler, uzaya mı dağılırlar?
İşte nefha-i sa’k, öldürür her canlıyı, her cansızı. Ayaktakiler yıkılır, yıkılanlar toz-duman olur. Her bir şey, herşeyin içinde; herşey her bir şeyin. Topyekün varlık, bir yığın olur, karmakarışık. Ad, Semud, Sodom-Gomore’nin helak olmuş halleri ne ki! Şimdi bütün insanlar, hayvanlar ve bitkiler.. tüm dağlar, çöller ve denizler.. ötesinde dünyalar, aylar ve yıldızlar.. yani herşey can vermiştir. Şaşırmak, ürpermek, korkmak, titremek, bayılmak ve ölmek. İşte saniyelere sığıştırılan ‘ömürlük’ bir süreç, ölüm süreci. Görünen-görünmeyen bütün âlemler ve o âlemlerdekiler hem şâhittirler, hem de meşhûd. Bütün varlık misilsiz bir mezaristana dönmüştür, bütün varlık kanlı bir tabuta. Ölen de kendisidir, gömüldüğü yer de kendisi. Kim nedir, ne kimdir? Nasıllar, niçinler biter. Çünkü Azraili gören gözden perde kalkar; ve bir saniye önce şiddet-i zuhûrundan göremediği hakikatı âyân-beyân müşahede eder. Dağılan bedeniyle, bedenindeki gözüyle değil; ruhuyla, yani kendisiyle. Muhteşem kâinat, müthiş bir enkazdır artık…
Böyle bin dekorlu bir yok oluş sahnesi canlanıyor, bir bitiş, bir tükeniş tablosu beliriyor insanın tahayyül dairesinde önce. Sonra git gide belirginleşiyor tasavvur perdesinde. Ve acık gerçek, bütün perdelerini parçalıyor teakkülün… İşte bu, insanoğlunun insanlık tarihinden miras aldığı o köklü inanç: Kıyamet Saati! Nebilerin sözlerinden, velilerin gözlerinden. Şimdi Göğün yerlilere verdiği haber gerçek olmuş, te’vîl-i rüya vuku’ bulmuştur. Bütün beşeriyetin müşterek yâdına çarpan bir hak söz vardır. Topyekün mazinin “olması yakındır” dediği o cihanşumûl gerçek artık varlık sahnesine düşmüştür. Unutulan kıyamet, “Geldi, geliyor, az kaldı..” denirken, gelivermiştir birden. Nihayet kıyamete kurulu zaman saati, tam vaktinde çalmaya başlamış, kainat ‘donk! donk! donk!’ sesleriyle inlerken, kafalara “dank, dank dank” etmiş ve gelecek olan gelmiş, olacak olan olmuştur. “Demek Gökler, doğru söylemiş. Demek enbiyanın, evliyanın ve semavî kitapların verdiği haber gerçekmiş, kıyamet günü buymuş!” denir, fikren, hissen, hadsen, def’aten, füc’aten. Arz dile gelmiş, gökleri doğrulamıştır. Heyhat ki verilen süre bitmiştir, vakit-mîât dolmuştur. İman kapısına kilit vurulmuş, “teklif” semaya çekilmiştir. Derken devran kapanmış ve dünya hayatı, “Hey gidi günler!”e karışmıştır…
2. SAHNE: MERHABA UKBÂ
İsrafil’in sûr’a üçüncü üflemesi ve mahşer mahkemesi
İsrafil Sûr’a üçüncü defa üfleyince: yeryüzü, bir başka yeryüzüne, gökler de bir başka göklere tebeddül eder (İbrahim, 48).. yeni bir âlemin eşiğinden içeri ayak basılır, zamanın akışında yeni bir sayfa açılır. Şimdi toplanma zamanıdır. Çağrı gelir gelmez Arş’tan, kabirler yarılır, içindekiler dirilirler. Ruhlar, kendi acbü’z-zenebinden yaratılan cesetlerini giyerler. Zarflar mazrufuna girer. Kimsenin bir işareti yoktur üzerinde. Herkes üryandır, sünnetsizdir. Ayağa kalkmış vaziyette insanlar, etrafına bakınır dururlar ve: “Ne oluyor, ne oluyor?” diye sorarlar. Sonra Allah’a hamd eder ve huzûr-u ilahîde toplanmak üzere koşmaya başlarlar. Bu esnada, “ne de az kaldıklarını düşünürler dünyada” bir taraftan. Sütbeyaz bir zemindir mahşer meydanı ve dümdüz. Her tarafı Rabbin nuru aydınlatır ışık ışık. Gözler yerdedir, başlar eğik. Herkes mahcuptur, herkes muhtaç, herkes mefluç. Dünyada evlatlarını hep bağrına basan, sırlarını saklayan toprak ana, gayri evlatlarına bakamaz hale gelmiştir; aksine içinde tuttuğu bütün sırlarını ifşa eder bir bir. Hesabı-kitabı tutulan dünya hayatının muhasebesi yapılır, iğneden ipliğe. Mahkemesi kurulur bütün davaların, küçük-büyük demeden. Boynuzsuz koyun boynuzludan hakkını alır. Artık herkes yaratıldığı gayeye ulaşmıştır. İrade, mes’uliyetini tamamen yüklenir. Kaçmak ihtimali yoktur. Mazeret kabul edilmez. Herşey ne ise o olarak meydandadır. Maskeler düşer. Perdeler, elbiseler, etiketler, ünvanlar ve şanlar kaybolur; oyun biter, piyonlar da, şahlar da aynı torbaya konulur. Ve sûretler, sîretlerin aynısı olur.
Cennet ve Cehennemi vücuda getirecek malzeme toplanır. İman ve amel-i salihler, cenneti; küfür ve günahlar da cehennemi doldururlar. İman ve amel-i salihler Allah’ın emrine uymuş ‘olmak’tır ve âlem-i hakikatte bir cevheri olduğu için vücûdîdir; dolayısıyla Cennet vücûdîdir. Küfür ve günahlar ise Allah’ın emrine uymuş ‘olmamak’tır ve âlem-i hakikatte bir cevheri olmadığı için ademîdir; bu sebeple Cehennem de ademîdir. Artık şirke paydos! Bütün tanrılar ölmüştür: Lâ ilâhe illallah. Hiçbir tanrı yoktur, tek Allah vardır! Tanrı taslakları tağutlara hesap sorulur. Katliam yapmış zâlimlerden, şeddatlardan intikam alınır. Her bir insan için tam tekmil tutulmuş hayat defterleri, sahiplerine verilir bir bir, kimine sağdan, kimine soldan, kimine de arkadan. İstisnanın olmadığı bir âlemdir burası. Harf harf, nefes nefes sigaya çekilir insanlar ve cinler… Sonra bakılır:
Bir kalbte cennetin anahtarı “iman” yoksa, hemen derdest edilir kalıbıyla birlikte ve atılır sorgusuz-sualsiz cehenneme. Cennetin anahtarı var mı bir kişide? Var! Peki orada oturabileceği bir saray inşa etmiş midir kendisine, iyi amellerden? Etmişse ne âlâ, ne rânâ. Hâli pek yaman aksi takdirde; meğer ki rahmet-i ilahiye galeyâna gele ve imdadına yetişe. Ne mal fayda verir, ne evlat, ne şu, ne bu. Hızır bile yetişemez “Eyne’l-Meferr? Yok mu kaçıp sığınılacak bir yer, yok mu?” çağrılarına. Hızır bile kendi derdine düşmüştür zira. Herkes birbirinden kaçar. Alacaklılar, verecekliler. Kul hakları, Allah’ın hakları dizilir sıraya. Herkesin ateşi kendini yakar, yandırır, yalvartır, bağırtır, çağırtır, çığırtır, çıldırtır, çökertir… Yalnız bir Nebi (sas) var; herkes kendi derdinde, O herkesin derdinde. Herkes kendine, kendi için; bir O, kendini unutmuş, herkese, herkes için. Kaldı ki O bile şu üç yerde, “amellerin tartıldığı, defterlerin dağıtıldığı ve Sırat’ın geçildiği yerlerde”, evet o bile “nefsî ya Rabbî, nefsî!” demekte. İş çetin, çok çetindir çünkü bu üç yerde. Herkesi kuşatan bir korku, bir telaş, bir endişe. Hatta bir vakit darda kalır bütün nebiler de, ancak kurtulabilirler ümmet-i Muhammed’in şefaatiyle…
Güneş iki mızrak boyu yaklaşır. Kâfirler derekelerine, mü’minler de derecelerine göre tere boğulurlar; bazısı dizlerine, bazısı kulaklarına kadar. Allah’ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı o günde, sadece yedi sınıf insan zıllullahın altında gölgelenirler: âdil devlet başkanı, Allaha ibadet ederek yetişen genç, gönlü mescidlere bağlı olan kimse, Allah için seven-sevişen, o sevgiyle birleşip o sevgiyle ayrılan iki dost, mevki sahibi güzel bir kadın tarafından harama davet edilip de kadın kendisini ona arzettiğinde “Ben Allahtan korkarım!” diyerek haram işlemeyen kimse, sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek şekilde gizlice sadaka veren kişi, ve yalnız kaldığı vakitlerde gizli gizli Allahı zikredip gözyaşı döken kimse. Evliyaullaha korku yoktur o gün, hüzün yoktur. Hepsi nurdan minberler üzerinde necatı ve saadeti zevketmektedir. Onların dışında bütün insanlar ve cinler, lâl kesilmişlerdir. Ancak nebiler “Allahümme sellim, sellim!” derler. Zaman, ana-baba günüdür; mekan, can pazarı. Sıcaktan bunalan, susuzluktan kırılan her ümmet, kendi peygamberinin havzına koşar. En Büyük Peygamber (sas), en büyük havz-ı kevserin de sahibidir: genişliği Eyle’den Aden’e (veya Amman’a) kadar uzanan. Ne acıdır ki develer gibi kovulanlar da olur bu arada, havz-ı Nebi’nin başından.
İnsanlar, şefaat için peygamberlere koşarlar; Âdem’e, Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya. Hepsi, dua haklarını dünyada kullandıklarını belirtir ve “Rabbim bugün çok gazablıdır, daha önce böylesine hiç gazablanmamıştı, bundan sonra da böylesine hiç gazablanmayacak” derler; sonra da kendi zellelerinin derdinde olarak “nefsî, nefsî” diye inlerler. İnsanlar en son, gelmiş ve geçmiş bütün zelleleri affolunmuş Seyyidü’l-Beşer’e (sas) müracaat ederler. Şefaat hakkını bugüne saklamıştır O. Makam-ı Mahmudun ve Livâ-i Hamdin Sahibi o Zât, kalkar Arş-ı Azam’ın altına gider ve secdeye kapanır. Allah daha önce hiç kimse için açmadığı en yüce medh ü senaları Onun için açar. O da bunlarla medhü sena eder Mâlik-i Yevmiddin’i. Öyle aşk ve ihtiram yüklü şeyler söyler ki, onları kendisinden önce hiçbir beşer veya melek söylememiş ve söylemeyecektir. Cenâb-ı Allah’ın yüzündeki celal yerini cemale, gazap yerini hoşnutluğa bırakır. Habîb-i Edîb’ine şefaat-i uzma yetkisi verir, O da ümmetinden şirk koşmamışlara, ehl-i kebâire şefaat eder. Ve O’nun (s.a.v.) ardından, O’nun (c.c.) izniyle tabii ki başka şefaatçiler de elini uzatabildiklerine şefaat ederler; kimi melâike şefaat eder, ulemâ şefaat eder, şühedâ şefaat eder, hâfız-ı Kur’an’lar şefaat eder, doğrudan Kur’an şefaat eder… Nihayet Cenâb-ı Rahmân, “Melekler, Peygamberler ve sâlihler şefaatlerini yaptılar. Bundan sonra benim büyük rahmetim kaldı!” buyurur. Ve Hz. Rahmân, o sonsuz rahmetiyle, sınırsız merhametiyle öyle bir coşar ki, şefaatçilerin tek tek şahıslara şefaati gibi değil, adeta bir şefkat tufanı gibi, arş-ı rahmetinden feyezân eder; aşkın ve taşkın rahmetiyle ğufrâna boğar daha nice mücrimleri, müznipleri, müsrifleri… Şeytan bile bu engin rahmet karşısında başını kaldırır da, acaba bana da isabet eder mi, eder de ben de bağışlanır mıyım diye umuda kapılır. Şeytanı bile ümitlendirecek zenginlikte, enginlikte, coşkunlukta, taşkınlıkta ve aşkınlıkta bir rahmet deryasında yunup yıkanırlar, Allah’ın yüzlerine baktığı nasipli kullar.. illâ şeytan, illâ ehl-i şeytan.
Burası mahşer mahkemesidir, haksızlık yapılmaz zerre kadar. Ahkemu’l-Hâkimîn, mü’minlere rahmetiyle muamele eder, kâfirlere ise adaletiyle. Cennet, ihsan-ı ilahîdir, Cehennem ise adl-i ilahî. Bütün çeşitleriyle şefaatlere ve enginliğiyle rahmetlere rağmen kurtulamayan talihsizlere ise acı bir ses gelir, tâiften: “Siz şöyle bir tarafa ayrılın ey günahkârlar!” (Yâsîn, 36/59). Umutları bitiren bir emir olur bu. Verilecek acı karar bellidir, zira hak edilmiştir. En son ve en büyük karşılaşma günüdür bugün, kulların birbirileriyle ve Yaradan’larıyla… Cihetsiz, her yönlü, izzet ve azamet yüklü bir nida daha dalgalanır yüreklerde: “Limeni’l-mülkü’l-yevm? Bugün mülk ve hâkimiyet kimin?” Kimmiş mülkün hakiki sahibi, gördünüz mü şimdi? Mâlik kim, Melik kim, cevap verin ey melikler, mâlikler, sultanlar, padişahlar, krallar, firavunlar, nemrutlar?.. Bu soru, bu sada karşısında herşeyin dili la’l kesilir, herkesin nutku tutulur. Kimsenin tek kelime söyleyecek mecali kalmamıştır. Kiminmiş cihan mülkü, gördünüz mü? denir. Cevab yine bütün cihetlerden yankı yankı gelir: “– Lillâhi’l-Vâhidi’l-Kahhâr! Vâhid ü Kahhâr, mutlak gâlip, tek hâkim olan Allah’ın!..” (Ğâfir, 60/16). Göklere, yerlere ve içindekilere tek mirasçı O’dur. (Meryem, 40).
…İnsanlar ve cinler iki ana gurubtur. Her ikisinin de sağcıları ve solcuları vardır. Sağcılar, yani cennetlikler de bölük bölük: Nebiler, sıddîkler, şehitler, sâlihler… Bazıları sorgusuz sualsiz derhal, bazıları uçarak, bazıları yürüyerek, bazıları binekle, bazıları da yüzüstü sürünerek geçerler Sırat’tan, sevinçle girerler ebedî saadet yurduna… ve tabii Sırat’ta takılıp kalan ehl-i iman da olur, onlar da ateşte temizlendikten sonra dâhil olurlar kervana, ehl-i cennete… Solcular, yani cehennemlikler de kısım kısım: Kimileri sorgusuz sualsiz anında, kimileri odun kütüğü gibi yaka-paça, kimileri elinde kelepçe, ayağında pranga derdest edilir, kimileri nâsiyelerinden sürüm sürüm çekilir, kimileri herkesin önünde rezil rüsvay edilir, kimileriyse alevlerin kollarında ateşe sürülür, kimileri hesap meydanından götürülür, kimileri sırat köprüsünden çengellerle cehenneme düşürülür.. ve o gün azabın, kahrın en ağırı, hiç kâle alınmayan, yüzlerine bakılmayanlaradır; yüzlerine nazar-ı ilahînin hiç teveccüh etmediği zavallılara… “Onların varacağı yer cehennemdir.” (İsrâ, 97). “Sûü’d-dâr: Kötü yurt” (Ra’d, 25) olan “Cehennem alevlendiği zaman” (Tekvir, 12), “Hel min mezîd? Daha yok mu?” der, her gelen kâfileden sonra!.. Mücessem azab-ı ilahîdir o, adl-i ilahîdir, kahr-ı ilahîdir, “Dâr-ül bevâr: Helâk yurdu”dur (İbrahim, 28), “Hasîr: çepeçevre kuşatan bir zindan”dır (İsrâ, 8). İçinde “Mâ-i hamîm: sıcaklığı çok yüksek kaynar sıvı”, “mâ-i sadîd: kanlı, irinli suya benzer tiksindirici bir sıvı” (İbrahim, 16), “eşedd-i harr: çok şiddetli yüksek derecedeki ısı”, “ğavaş: örtü misali kat kat ateş tabakaları” (A’râf, 41) ve “zefîr ve şehîk: Şiddetli inilti ve soluk alıp verme, derinden gelen korkunç inilti ve uğultu”… “Nâr-ı cehennem: cehennem ateşi”, “azâb-ı cehennem: cehennem azabı”, “azâb-ı harîk: yakıcı ateş” (Bürûc, 10), “azâb-ı semûm: zehir gibi vücuda işleyen rüzgâr, azap” (Tûr, 27), “azâb-ı ğaran: sadece deriyi yakıp devamlı acı veren bir işkence, bir azap” (Furkan, 65) ile Cehennem tam bin yıl yanar, kıpkırmızı olur; bin yıl yanar, bembeyaz olur; bin yıl daha yanar simsiyah kesilir.
En son, kalbinde zerre kadar imanı olan son kişi de cezasını çekip cennete erişince, Arş’tan nihaî karar gelir. Ölüm bir koç suretinde getirilir ve herkesin gözü önünde kesilir. Cennet ve Cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere mühürlenir ve içindekiler sonsuz bir hayatta yaşar giderler; ya ebedî saadet veya sermedî şekavet içinde. Fakat ortak bir nokta vardır, herkesin (cennetliklerin de, cehennemliklerin de) dudağında aynı kelime vardır: “Keşke! Ah keşke!..”
SEMANIN YERLİLERE SON MESAJINDAN BİR KİTÂBE
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْۚ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظ۪يمٌ يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّٓا اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارٰى وَمَا هُمْ بِسُكَارٰى وَلٰكِنَّ عَذَابَ اللّٰهِ شَد۪يدٌ
“Ey insanlar! Rabbinizden korkun! (‘Rabbinize karşı görevlerinizin farkında olun!’) Çünkü (kıyamet) saatin(in) depremi çok korkunç bir şeydir. (‘Son Saat’in depremi çok dehşetlidir!’). O (depremi) göreceğiniz gün; çocuğunu emziren her anne, dehşetten çocuğunu unutur terk eder; hâmile olan her kadın (o an) çocuğunu düşürür; ve insanlar sarhoş olmadıkları halde sen onları sarhoş(muş gibi) görürsün. Fakat Allah’ın azabı pek çetindir…” (Hac, 1-2) diyor Kur’an, ürperiyor insan, tir tir titriyor vicdan.
Evet kıyamet, bizim zihinlerimizde bir çöküştür, yıkılıştır, bir dağılıştır; tıpkı korkunç bir deprem gibi, her şeyi yerle bir eden tufan gibi. Hem arzî, hem de semâvî çok yönlü bir âfettir o. Tabii ilk etapta hayale gelen görüntüler bunlar. Fakat aslında bir kuruluştur o, kusursuz bir kuruluşun ilk merhalesi. Yani fani dünya malzemelerinden, bâki bir âlem inşa ve ikâme etmek. Su bulanmadan durulmaz. Hamur yoğrulmadan ekmek olmaz. Dünyada birbirine karışık vaziyette bulunan hayır ve şer, hayırlılar ve şerliler de kıyametle tam hallaç olur ve sonra yeniden haşirle tamamen birbirlerinden ayrılırlar. Olaya bu aslî yönüyle bakmak gerek. Ne muhteşem, ne mükemmel bir icraat! Zaten kıyamet kelime olarak; yeniden dirilme, ayağa kalkma, kurulma, bina edilme demek. Zaman saatinin çaldığı o vakit ortalığın öyle aniden birbirine karışması ise malzemeleri ayırt etmek için. Bir kimyevî maddeyi elde etmek yolunda, materyalin bütününü kaynatmak gibi. Sapı-samanı buğdaydan ayırmak için harman etmek yani. Taneler ambara. Samanlar yanmaya
Ölüm bir yokluk (!). Öyle zannediyor inançsızlar ve korkuyorlar. Oysa ölüm kadar yeniden diriliş de sabit bir gerçek. Eşyanın perde önüne ‘inançsız’ bir bakış açısıyla bakınca çok şey gibi kıyamet saati de çok soğuk, çok karanlık, çok ürkütücü. Bilinmeyene karşı duyulan ürküntü gibi. Fakat varlığa ‘iman’ adesesinden nazar edince ise kıyamet sahneleri de bir başka harika, bir başka görkemli, bütün hadiseler kadar mucize. Manası derin, geniş, yüksek ve büyük bir takdir-i ilahînin kazasıdır o. Yeminler ederek söylenebilir ki: Vallahi Billahi Tallahi, insanoğlunun ebedler ebedine (ebedü’l-âbâda), sonsuzluğa uzanan sergüzeşt-i hayatında sadece bir defa yaşayacağı en muhteşem, en hayret-engiz ve en dehşet verici manzaralar olacak kıyamet sahneleri… Çünkü kıyamet, dünya rahmi olan kabirden âhiret hayatına doğmanın doğum sancıları, kanlı yırtılmaları, ızdıraplı parçalanmalarıdır; yepyeni bir hayata uyanmaktır. Herşeyi neş’et-i ûlâda (ilk yaratılışta yoktan) ihya eden (Yasin, 79; Vâkıa, 62), neş’et-i uhrâda (ikinci yaratılışta) yeniden diriltecektir (Necm, 47; Rum, 27); ölüden diriyi çıkartacaktır. (Rum, 19). “Neş’et‑i ûlâyı gören adam, neş’et‑i uhrâyı inkâr edebilir mi?” Evet iman tam bir neş’e-i cennet; dünyada da, ukbada da. Küfürse malum…
Şimdi semanın yerlilere son mesajından bir kitabe, bir hitabe ile tefekkür ve muhasebeye çekilme zamanı:
اِقْتَرَبَ لِلنَّاسِ حِسَابُهُمْ وَهُمْ ف۪ي غَفْلَةٍ مُعْرِضُونَۚ
“İnsanların hesaba çekilecekleri vakit çok yaklaştı; ama onlar hala koyu bir gaflet içinde haktan yüz çevirmekteler…” (Enbiya, 1).
Keşke ötede hiç “keşke!” demeyeceklerden olabilseydik, âh keşke…
08 Ocak 1999 Cuma
Altunizade – İstanbul