
HEKİMOĞLU İSMAİL’İ İLK GÖRÜŞÜM/DİNLEYİŞİM: 1988
Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ni (1878-1960) ilk defa Zonguldak İHL’de ortaokulu bitirdikten sonra geldiğim Bursa İmam Hatip Lisesi’nde, Devlet Parasız Yatılı Yurdu’nda kalırken gitmeye başladığım bir Nur Dersanesi’nde, 1984 sonbaharında tanıdım, tanımaya başladım. Bediüzzaman’ın talebelerinden ilk tanıdığım şahsiyet de merhum Hekimoğlu İsmail ağabey (1932-2022) oldu, 1988 yılında, lise son sınıfta okurken. O yıllarda Hekimoğlu İsmail, kitaplarıyla İslamî câmiada meşhur bir isim idi. Risale-i Nur talebesi olduğu, eserlerinde kullandığı dil, üslub ve yaklaşım olarak apaçık kendini gösteriyordu.
Üç sene Bursa merkez İHL’nin yatılı yurdunda kaldıktan sonra, lise-4’te rehber Nur talebesi olarak, Vahdet isimli bir medrese-i nuriyeye çık(arıl)mıştım. Burası 1980 öncesi Bursa’da açılan ilk nur medreselerinden biriydi. Vahdet dersanesi, 4-5 katlı bir apartmanın zemin katındaydı. Evin mülkiyeti, aynı apartmanda oturan hakikatli ve esaslı bir Nur talebesine, uzun ve gür sakallı Ahmet Acet ağabeye ait idi. 1988 Ramazan ayında (18 Nisan – 16 Mayıs) bir gün dediler ki, akşama Hekimoğlu İsmail ağabey gelecekmiş, Ahmet Acet ağabeyin evinde, iftar sonrası Risale dersi yapacakmış. Bu haber, bir anda dalga dalga zihnimde yankılandı, ateşîn bir heyecan koru halinde yüreğime düştü. Hayatımda ilk defa bir yazar görecektim. Ve yine hayatımda ilk defa Bediüzzaman’ı görmüş, ona hayattayken talebe olmuş bir büyük dava adamını dinleyecektim. (Eski ve hakiki bir Nur Talebesi olan Ahmed Acet ağabeyle nereden ve nasıl tanışıyorlardı, bilmiyorum. Daha sonraki gelişlerinde de Ahmet Acet ağabey, Hekimoğlu ağabeyi Bursa’da hiç yalnız bırakmazdı. Oğlu Mustafa Acet Hoca daha sonra Bursa merkez vaizi oldu, şimdi emekli.)
Nihayet beklenen saat geldi. İftar sonrası Ahmet Acet ağabeyin evine, üst kata çıktık. Salona girdiğimizde içerisi tıklım tıklım doluydu. Bir zat, gayet zarif bir sesle ama bilgece konuşuyordu. Hekimoğlu İsmail ağabey meğer bu zat imiş! O ilk anlardaki duygularımı anlatmam mümkün değil. Bu, hayatımda Bediüzzaman’ı görmüş bir göz ile ilk defa göz göze gelişimdi. Utancımdan, hemen başımı eğdim. O kadar arkadaşça konuşuyordu ki, edası, havası, tarzı insana çok yakın geliyordu; tamamen kendine özgüydü. Camide vaaz eden bir hoca değildi. Klasik Nur Talebeleri tarzında bir edası da yoktu. Tamamen özgün bir şahsiyetti. Cümle kuruşları, bilgiye dokunuşları, bazı kelimeleri vurgulayışları, jest ve mimikleri, tabii ki o gönlü ısıtan tebessümleri.. bir bütün halinde nev-i şahsına münhasır idi.
Hekimoğlu ağabey, monolog şeklinde tek taraflı da konuşmuyordu. Konuşmasını bölenler, araya girenler, soru soranlar, kendi yorumunu katanlar vardı, özellikle yaşlılardan. Tek kişinin konuştuğu bir sohbetten ziyade karşılıklı soru-cevaplı ve katkılı bir ‘musahabe’ gibiydi. Dikkatimi çeken bir diğer husus da, Hekimoğlu İsmail ağabeyin konuşması teyp kaydına alınıyordu. İki kişi yer yer onun dediklerinin tam zıddını söyleyerek adeta ona itirazvâri sorular yöneltiyorlardı. Fakat Hekimoğlu ağabey hiçbir rahatsızlık duymaksızın, aksine onların araya girdileriyle daha da neş’elenerek yeni açılımlarla daha ateşli cümleler sarfediyor, sohbetin kıvamını bir üst seviyeye yükseltiyordu. Sonradan öğrendim ki, meğer o iki zat, iki genç yazar imiş: Ali Erkan Kavaklı ve Recep Şükrü Apuhan. Bu iki zat, Hekimoğlu’nun peşine takılmışlar ve onun hikmetli derslerini kaydederek bunları kitaplaştırıyorlarmış, hazırlık yapıyorlarmış. Ellerinde defterleri, bir taraftan da notlar alıyorlardı. Kayıt kasetinin bir yüzü bitip de diğer yüzünü çevirirken, Hekimoğlu’na işaretle süre istediklerini, hatta son sözlerini tekrar ettirdiklerini ve sonra kayda devam ettiklerini hatırlıyorum. Nitekim bu kayıtlardan ve notlardan beş ciltlik Derdimi Seviyorum serisi çıktı. İlk cildi ertesi yıl, 1989’da Timaş’ta yayınlandı.
Sanıyorum sohbet 1,5 saat kadar sürmüştü ama bana sanki 15 dk. gibi kısa gelmişti. Gözlerde ne bir uyku, ne de bir mahmurluk vardı. İlgileri celbeden kısa ve vurucu sözler söylüyordu. Mesela şu söz kulaklarımdan kalbime yıldırım hızıyla inen şok edici bir özü taşıyordu:
“Bu devir, imanları kurtarma devridir. Bir insanın imanını kurtarmaktan daha büyük amel yoktur. Kendini tarikata verip manevi yüksek makamlara çalışmaktan bin kat daha değerlidir. Şu sohbet ettiğimiz apartmanın (4. veya 5. katının) penceresinden görsem ki bir veli havada uçuyor, elime bir sopa alır, bir vuruşta onu oradan aşağıya düşürürdüm, sokağa, insanların içine. ‘Ne işin var yükseklerde, yere insene! Aşağıda insanlar imansızlıktan yerlerde sürünürken, sen şahsî kemâlât yapmışsın, böyle havalarda uçuyorsun!’ derdim…”
Bunun gibi nice hikmetli, dikkatli, rikkatli, hakikatli sözler, sanki bir kitaptan okuyormuşçasına dudaklarından inci-mercan misali dökülüyordu, yazı yazar gibi konuşuyordu. Sohbetin ilerleyen dakikalarında cesaretimi toplayarak ben de bir soru sordum. Sorumu ve cevabını net hatırlıyorum, ama şimdilik burada yazmayı uygun bulmuyorum. Dersin sonunda bizleri sordu. Bursa İHL ve İlahiyat talebeleri olduğumuz kendisine söylendi. Tebessüm etti, dinî ilimlerin değerine dair birkaç kelam ile bizleri teşvik etti.. ve huzurundan ayrıldık. Teşbihte hata olmaz derler, adeta Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin huzurundan bir huzur, nurundan bir nur, feyzinden bir feyiz almış gibi kendimizi bahtiyar hissediyorduk. Hayatımızda bu bir ilk’ti!
BURSA ULUDAĞ RİSALE KAMPI’NDAKİ SOHBETLERİ: 1993
Hekimoğlu İsmail ağabey, Zaman Gazetesinde köşe yazarlığına başlamıştı; yazılarını yakından takip ediyordum. Aradan beş yıl geçmişti. Ben 92’de Bursa İlahiyat Fakültesini bitirdikten sonra, 1993 yazında Bursa Uludağ’da, bir otelde bir ay Risale kampı yapılmıştı. Hekimoğlu İsmail ağabey de gelmişti. Oradaki Risale sohbetlerine katıldım, gayet derecede istifadeli olduğunu söyleyebilirim. Çünkü o, konuşurken buluyordu. Ezbere konuşmuyordu. Her defasında sanki kelimeleri yeniden inşa ediyor, ipe diziyordu. İnsanlar yeni şeyler duyuyorlardı. Ders bitimi odasına doğru yönelmişken, yanına yaklaştım, kısaca kendimi tanıttım ve “Ağabey, İlahiyat talebelerimiz var. Eğer ileride vaktiniz olursa, sizi davet etsek, onlara ders için gelebilir misiniz? Biz vesâit işini hallederiz.” dedim. “Hay hay” dedi ve bana telefon numarasını verdi. Ne zaman ayarlarsam, arayabileceğimi söyledi. Bu işin bu kadar kolay olmasına şaşırmıştım. O kadar doğal bir şekilde anlaşmıştık ki, ben dil dökmeden bir ‘ağabey’i, hem de Üstadın talebesi olan bir Nur ağabeyi bir programa böyle rahatlıkla ayarlayabilmiş olmaktaki insaniliği hayatımda ilk defa yaşamıştım. Yüksekten uçmuyordu, araya mesafeler ve dereceler koymuyordu, tekellüflü tevazuyla karışık, bol estağfirullah’lı perdeler sokmuyordu. Kendisini değil, işi merkeze alan bir dava adamı profiliyle muhatap olmanın güzelliğini yaşamıştım.
BURSA İLAHİYAT YURDU’NDA 1 HAFTA MİSAFİRİMİZ OLDU: 1994

Sözleştiğimiz üzere Hekimoğlu İsmail ağabeyi ertesi yıl, 1994’te telefonla arayarak, İstanbul’dan Bursa’ya 40-50 kişilik ilahiyat tefsir halkamıza davet ettim. “Ağabey, ben Musa Hub. Bursa İlahiyat’tan. Geçen sene sizinle Uludağ yaz kampında tanışmıştık. İlahiyatlılar için telefonunuzu vermiştiniz.” dedim, hemen hatırladı. “Ağabey, biz sizi İlahiyatlılarla Ramazan ayında (12 Şubat – 13 Mart arası) bir haftalık bir program için, sizi davet etmek istiyoruz. Eğer müsaade ederseniz, sizi İstanbul’dan taksiyle bir esnaf ağabeyimize aldıralım.” dedim. “Yok, hayır, gerek yok, ben otobüse biner gelirim.” dedi. Çok şaşırmıştım, kabul eder diye umuyordum. “Ağabey o zaman bize hangi otobüse ne zaman bineceğinizi haber verirseniz, otogarda sizi karşılayalım.” dedim. Buna da lüzum olmadığını söyledi, sadece geleceği yerin adresini istedi. Ben de verdim.
Pek alışık olmadığım bir tevazu, daha doğrusu, düz insanlık idi bu. Ne İstanbul’dan ne de Bursa otogarından kendisini almamıza müsaade etmedi. Derken o gün müracaattan aradılar, “Hocam, kapıda bir amca var. Sizi soruyor.” “–Kim imiş?” dedim. “Ömer Okçu” diye birisiymiş. “Fesübhanallah, kardeşim, o Hekimoğlu İsmail ağabey, yolunu beklediğimiz.” dedim. Hemen girişe koştum. Baktım, Hekimoğlu abi, elinde kocaman bir koli ve küçük bir el çantası ile çıkagelmiş. Hemen eline sarıldım, koliyi aldım, içeri geçtik. Musafaha ve muânakadan sonra “Abi, niye haber vermediniz? Sizi en azından garajdan alırdık.” dedimse de, karşılanmayı pek sevmediği her halinden belliydi. Koliyi göstererek: “Musa Hocam, sizlere Timaş’tan bazı kitaplar hediye getirdim.” dedi. “Ağabey, bunları belli başarılar elde etmiş olanlara hediye edelim, inşallah” dedim. Kitaplar içinde bir tanesi kendisine aitti. 100 Soruda Bediüzzaman Said Nursî isimli kitabı daha yeni basılmıştı. Büyük bir heyecanla onu bize hem tanıttı, hem de bir tanesini ilk bana imzalayarak hediye etti.
Hekimoğlu ağabey lafla değil, hakikaten çok mütevazıydı. Binanın en üst katındaki salona sohbet için merdivenleri çıkarken, yukarıdaki resimde görülen çantasını elinden alıp taşımak istedim; hızla kendine çekti, “Bırak Musa Hocam. Eşeğe semeri ağır gelmez” dedi. Bu söz ve davranış, bana hayatım boyunca ders oldu, ahlak oldu. Mümkün mertebe çantamı kimseye taşıtmamaya çalıştım. Yanında çantacı taşıyanlardan, çantasını taşıtanlardan olmadımsa, bu dersi ve ahlâkı, Hekimoğlu ağabeyden aldığımı itiraf ve ilan edebilirim.
Hekimoğlu İsmail ağabeye gece kalması için kendi şahsî odamı tahsis ettim amma o kabul etmedi, “Sen de odadaki diğer çekyatta yatarsan kabul ederim.” dedi. Dil ucuyla değil, ciddi olduğunu hissettiğim için, mecburen gece için iki yatak yaptım, fakat ben odadan çıktıktan sonra tekrar içeri girmedim. O da yattı, uyudu. Ben ise bir yer süngerini onun kapısına serdim, ve kaldığı bir hafta boyunca kapısında yattım; farkettirmedim.
Bir âlimi/evliyayı ağırlıyor gibi Hekimoğlu ağabeye muhabbet ve hürmetten ne yapacağımızı bilemiyorduk. O ki Üstad Bediüzzaman’ın talebesiydi. O ki Risale-i Nur’ları Amerika’ya ilk o götürmüştü. Filmi bütün seyredenleri ağlatmış olan “Minyeli Abdullah” (1967) romanının yazarıydı, romandaki kahramanın ta kendisiydi, yaşayanıydı. İslamî kesimde 1970’lerde “Hidayet Romanları” da denilen bir akımın başlamasına sebep olmuştu ama O “Ben roman yazmadım, ben dertlerimi yazdım.” diyordu. 1959 yılında evlendikten sonra, Ümraniye’deki evinde geceleri gizli gizli yazdığı, hatta o yılların şartları ve maddî yetersizliklerden dolayı çöplerden topladığı kâğıtlara yazdığı Minyeli Abdullah romanı, ilk defa 1965’te Babıali’de Sabah gazetesinde neşredildi ve kitap olarak 100 küsur baskısıyla Türk edebiyatının en çok baskı yapan romanı oldu. Roman bir dönem yasaklandı, Hekimoğlu tutuklandı ama 1 yıl sonra beraat etti.
O ki, Nur Talebelerinin 1967’de çıkarmaya başladıkları ilk gazete olan haftalık İttihad Gazetesinde Hekimoğlu İsmail müstear ismiyle “His ve Fikir” başlığıyla 1971’e kadar köşe yazıları yazdı. O ki, 1976’da bir ilke imza attı ve din ile bilimi birleştirerek anlatan Sur Dergisi’ni çıkardı ki daha sonra Nur camiasından çıkacak olan Sızıntı ve Zafer gibi benzer dergilere ilham kaynağı olmuştu.
Hekimoğlu İsmail, çok girişimci bir karaktere sahipti, ateşîn bir yapısı vardı, sürekli hareket halindeydi. 1975’te Ahmed Günbay Yıldız ile birlikte Türdav’ı, 1982’de ise birçok ortakla beraber, şu anda başında oğlu Osman Okçu’nun bulunduğu TİMAŞ Yayınevi’ni kurmuştu. Nur camiası içinden çıkmakla beraber, özgürlüğü ve özgünlüğüyle Hekimoğlu İsmail, hem yazdığı eserleriyle, hem çıkardığı Sur, hem kurduğu Türdav ve Timaş gibi yayın şirketleriyle, adeta tek başına bir ekol gibiydi; bir mahalle âidiyetiyle sınırlı kalmaksızın bütün millete ve ümmete mâl olmuştu.
Hasan Hüseyin Korkmaz ile birlikte kaleme aldıkları “İlimler ve Yorumlar / İlimlere Bir Başka Açıdan Bakış” adlı kitap ise döneminde bir ilk idi (1976). Beraberliğimiz süresince, kütüphanemdeki nüshayı Hekimoğlu ağabeye takdim ederek imzalatmayı da ihmal etmedim.
Kitapları, onun yaşadığı hayat felsefesini yansıtıyordu. Nitekim bir gün yanına yayınevinde çalışmak için gelen Hayati Bayrak Beye, “Müslüman ve Para” isimli kitabını uzatmış, “Oku, gel; eğer içindeki fikirlerle aynı düşüncedeysen, beraber çalışabiliriz.” demişti. “İdealist Müslümanları ayağa kaldırmak için yazılmış bir kitaptır.” diye anlattığı “Müslüman ve Para” isimli kitabı üzerine Turgut Özal’ın önemli ekonomi kurmaylarından Adnan Kahveci kendisini arayarak kitabı okuduğunu, çok hoşuna gittiğini ve kendisiyle mutlaka tanışmak istediğini belirtmişti, fakat ne yazık ki bu konuşmadan 15 gün sonra şüpheli bir trafik kazasında vefat etmişti.
HEKİMOĞLU İSMAİL AĞABEYLE RESİMLERİMİZ:
Hekimoğlu İsmail ağabeye utana-sıkıla, kendisiyle resim çektirip çektiremeyeceğimizi sordum. Hiçbir külfet vermeksizin, “elbette, hay hay” dedi. Bize verdiği bu rahatlıkla on küsur resim çektirdik. İşte onlardan bir tanesi. Uzun sakallı zat, daha önce evinde Hekimoğlu’nun risale dersi yaptığı Ahmet Acet ağabey. Resimdeki İlahiyatlı talebelerin idarecisi ve hocaları görevinde bulunan bendeniz de, takkeli şahıs, İlahiyatta okurken, Ahmet Acet ağabeylerle birkaç yıl Risale-i Nur dersi yapmıştık. Nur literatürüne vâkıf, saygın, oturaklı, mütevazı ve efendi bir şahsiyet idi.

İMAM OLDU, ARKASINDA NAMAZ KILDIM.
Bir hafta 7/24 bizimle kalan Hekimoğlu İsmail ağabey, hiç namaz kıldırmadı. “Biz gazeteciyiz. Siz hocasınız, biz size tâbi oluruz” dedi. Çoğunlukla namazları ben kıldırıyordum. Fakat ikimizin baş başa kaldığımız bir vakit çok ısrar ettim, kıramadı, imamete geçti ve bir kez arkasında namaz kılabildim. Akşam namazıydı, sesli kıraatını işitmiş oldum. Orta seviyede bir tecvit ve kıraatı vardı. Fakat ibadet ehliydi, alnında secde izi vardı. “Onların alâmeti, simalarındaki secde izidir.” (Fetih, 48/29) âyetine mazhar olmuştu. Ebû’s-Suûd Efendi, “Bu, çok secde etmekten meydana gelen izdir.” der. “Gece namazı çok olanın, gündüz yüzü güzel olur.” (İbn Mace, İkmaet, 174) hadisince, çokça namazın yüze akseden manevi güzelliği ve nuranîliğiyle beraber, alnındaki o iz de bir ‘güzellik beni’ (beauty mark / spot) gibi duruyordu.
HEKİMOĞLU AĞABEYİN YEMESİ-İÇMESİ
Ramazan-ı şerif olması hasebiyle, iftarları ve sahurları Hekimoğlu ağabeyle beraber yer sofrasında yapıyorduk. Kendisi zaten az yiyordu, pek öyle yemeğe iştahı ve tamahı yoktu. Resimde bir sahur kahvaltımız görülüyor. Hekimoğlu ağabey, hemen arkasında penceresi görünen odada kaldı. Kütüphanemde Timaş’ın bastığı 4 ciltlik Yeni Ansiklopedi ve yine Abdülkadir Badıllı ağabeyin 3 ciltlik Mufassal Tarihçe-i Hayat kitabı farkedilebiliyor. Hemen alt rafta da Gümüşhânevî Hazretleri’nin derlediği 3 ciltlik Mecmuatü’l-Ahzab var.

ÜSTAD’LA TANIŞMASI VE RİSALELERİ AMERİKA’YA GÖTÜRMESİ
Hekimoğlu İsmail ağabey’e Üstad’la ne zaman, nerede, nasıl tanıştığını sordu, hatıralarını dinlemek arzu ettik. 1957 senesi 25 yaşındayken, İstanbul, Süleymaniye, Kirazlımescid sokak, 46 Numara’lı Nur Dersanesi’deki Nur Talebelerinin yönlendirmesiyle, Isparta Emirdağ’a giderek Bediüzzaman’la yüz yüze tanışmış, sohbetine, duasına ve tavzifine mazhar olmuş. Kendi ağzından o ilk ve tek hatırasını Ömer Özcan beyin birebir kaydından nakletmek istiyorum:
“Beni Üstad’ın yanına getirdiler, kapıdan girer girmez hemen oturdum. Dedim: “Efendim, ben Kur’an okumasını bilmiyorum. Ne yapayım?” Üstad dedi: “Günah-ı kebâiri terk et. Sünnet-i Seniyyeye ittiba et. Namazı erkânı ile kıl. Sonundaki tesbihatı yap.” Tabi ben bunları hiç anlamadım o zaman. Ama hemen yazdım… (Amerika’ya gidip geldiği için olsa gerek ki) Üstad sonra bana şunu söyledi: “Amerika’dan ve Almanya’dan Risale-i Nur isteniyor, oraya götür.” Ben de füzeci olduğum için her sene Amerika’ya gidiyorum zaten, orada füze atışları yapıyoruz. İçimden “Tamam” dedim. Ve Risale-i Nurları Amerika’ya götürdüm. Bir bavula şahsî eşyamı koydum. Bir bavula da Risale-i Nur koydum. Hâlbuki Risale-i Nur’u daha yeni tanıdım, okumuş da değilim. İstihdam işte… Amerika’ya gittim. Türkiye gümrüklerinde, Amerika gümrüklerinde her bavul arandı. (heyecanla anlatıyor) Yüz altmış subay ve astsubayın her bavulu arandı, benim bavulum aranmadı… The Islamic Center Washington’a bir mektup yazdım. “Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursi isminde bir İslam âlimi var, eserlerini getirdim. Ne yapayım?” “Postaya ver gönder” dediler. Postaya verdim, gönderdim.
Üstad Bediüzzaman’la bir daha görüşemedim. Tarihçe-i Hayat 1958’de basılırken forma forma alırdım. Onları getirir okurdum. Üstad’ın hayatı bana çok tesir etti. Ben Risale-i Nurları okumasaydım, felsefe ile meşgul olan bir adamdım şimdi. Hayatım mahvolurdu. Beni Risale-i Nurlar kurtardı. Beni en çok etkileyen Risaleleri soruyorsun: Uhuvvet, İhlâs, bir de İktisat Risalesi… Bu üç Risale beni eskiden beri ilgilendirmiştir. Ve halen de onlarla çalışıyorum. Benim şu anda yazdıklarım, konuştuklarımın hepsi Risale-i Nurdandır. Hâlâ Risale-i Nur okurum. Bak işte önümde, masamda duruyor.” (Röportaj: Ömer Özcan, Tarih: 10 Nisan 2015, Yer: Timaş, Cağaloğlu/İstanbul. http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=8708&ctgr_id=91)

“SÜFYANI MÜSLÜMANLAR ÇIKARIR.”
1957’de Üstadın kendisine verdiği vazifeye binaen, ertesi sene 1958’de Risale-i Nur’ları da ilk defa Amerika’ya götürmüş olan Hekimoğl uİsmail ağabeyin din-bilim-hikmet yörüngeli sohbetlerinden, İlahiyatlı talebeler hemen her gün saatlerce istifade ettiler. Yıllar sonra görüştüğümüz o İlahiyat talebeleri hep o günleri hayırla yad ediyorlardı. Mesela benim için şu tespiti, tespit olmanın ötesinde bir öngörüydü. 1994’teki o sohbetlerinden birinde: “İslam deccalını, Süfyan’ı, Müslümanlar çıkarırlar.” demişti. Yani haddizatında normal bir adama öyle bir yanlış mualece ve müdahalelerde bulunurlar ki, adamı insanlıktan, dinden-imandan çıkarırlar! Şu yaşanmakta olan zulüm sürecinin de esas sebebi, o zulmü doğuran fitnelerdi ki, güya “dine hizmetin önünün tamamen açılması ve engellerin kaldırılması için” (!) gibi suret-i haktan birçok ifsat operasyonlarıyla ülkede dehşetli bir fitne (manevî bir kaos, fikrî anarşi ve ruhî buhran) ortamı oluşturdular.
Kimse durduk yerde birden zâlim kesilmez! Ehl-i iman birisi eğer Süfyan haline gelebiliyorsa, onu o hale getiren şartlar ve o şartları hazırlayan kişiler ve bizzat doğrudan o şahsı ötekileştiren, dışlayan, düşmanlaştıran, ve nihayet şeytanlaştıran bazı müfsidler ve fettanlar vardır. ‘İslam Süfyanı’ denilen çoğu zalimleri de, Müslümanların müfsid-i fettanları çıkarmıştı. İnsandaki potansiyel zulmü ortaya çıkarmak, mürşidlik değil, müfsitlikti; yol açan fettahlık değil, yoldan çıkaran fettânlıktı. Tarihten bugüne fitnelerin zulüm kanıyla dindirilmesi, kaderin klasik tecellisiydi ve de öyle oldu. Dolayısıyla zulümlerin durması, fitnelerin durulmasına bağlıdır. Fettanlar durmadıkça fitne durulmaz ve zulüm de durmaz. Bugünkü zulümleri ve zalimleri gören gözlere, ben arkadaki esas büyük fitneleri ve fettanları da gösteriyorum ki, hakikate tek taraflı değil, çift taraflı uyansınlar.. fettanlar durmadan fitnenin durmayacağını, fitne durmadıkça da zulümlerin durmayacağını bilsinler ve hakikat ehli olsunlar.

İTAAT VE İFFET DERSİ
“Ben sigara parasını bir ömür boyu kitaba ve mecmuaya veren biriyim.” diyen Hekimoğlu ağabeyin sohbetlerinden aklımda kalan bir diğer husus da bize verdiği itaat ve iffet dersi oldu. Evlendiği zaman eşine: “Kimse kimseye itaat etmesin. İkimiz de Allah’a itaat edelim.” dediğini söyleyerek kafamızdaki geleneksel âile kültüründe dinî bir inkılap yaptı. Yine gözünü haramdan sakınmaya dair gençlere öğütler verirken, hususî bir titizliğini, bir aile ahlakını da bizimle paylaştı: “Ben oğlum Osman’ın bebekliğinde bile avretini görmedim. Çünkü oğlum doğduğunda, hanıma dedim ki: “Çocuğun avretini daima ört, benim yanımda bile açma!” O da hep buna dikkat etti.” Bu gözünü helalden bile sakınan takva hassasiyeti, haya ve iffette yüksek bir ufku ve derin bir inceliğini işaretliyordu. Dinleyenlerin içine işliyordu.
PSİKOLOGLARI ZENGİN EDENLER MÜSLÜMANLARDIR.
Yine o sohbetlerinden birinde Hekimoğlu ağabey şu mealde sözler demişti ki: “Türkiye’de psikologları zengin edenler, Müslümanlardır. Adam hanımını psikoloğa götürüyor; aslında o kadını psikologluk yapan kendisi, hastalık kendisinde, devası da kendisinde…” Nitekim bir psikiyatr “Hiçbir zaman bize gerçek hastalar gelmez. Gerçek hastaların hasta ettikleri gelir.” demiştir. Prof. Dr. Nevzat Tarhan da: “Aldatan ve ağlatanın tedaviye ihtiyacı vardır ama genellikle tersi olur.” tespitiyle aynı gerçeğe dikkat çeker.

“500 HADİS EZBERLEME YARIŞMASI”NA TEPKİSİ
Hekimoğlu ağabeye, İlahiyat Fakültesinde “500 Hadis Ezberleme Yarışması” düzenlediğimizi ve 13 talebemizin Arapça-Türkçesiyle 500 hadisi ezberlediklerini, hepsinin birinci olduğunu, seçkin bir jüri heyetiyle Yıldırım Camisinde program yaptığımızı anlattığım zaman, sevinçten nerdeyse ağlayacaktı, gözleri dolarcasına buğulu bir ses tonuyla, kendisinin binlerce beyit şiir ezberlediğini, fakat şimdiki aklı olsa, şiir yerine ayet veya hadis ezberleyeceğini söyledi. Şiir hafızı olma yerine Kur’an hafızı veya Hadis hafızı olmanın değerini ifade etti. Bize hem takdirlerini hem de kendi şahsî üzüntüsünü izhar etti. “Saatlerce hiç durmadan hafızamdan iki bin beyit okuyabilirim ama…” derken, bir muhasebe yapmıştı. Şahsen ilminden istifadeyle beraber, daha çok hâlinden istifâze ettim diyebilirim. Özellikle “Derdimi Seviyorum” kitapları!
BİZE DERDİMİZİ SEVDİREN ADAM
“Anladım ki; derdimi sevmekle işe başlamalıyım. Çünkü; çilesini çekmediğin şey senin değildir.” diyen Hekimoğlu İsmail ağabeyi, tıpkı rüyamda takip ettiğim gibi hissen takip edip yaşamaya başladım. Verdiği bütün acılara, sızılara, ağrılara, üzüntülere, ızdıraplara, âh’lara, kahırlara rağmen, evet, herşeye rağmen, ben de derdimi seviyorum, muzdarip kalemimin mürekkebi olan dertlerimi; kanlı yazılarımı, mezarımın kitabelerini yazdıranı. İfade etmeliyim ki: Hekimoğlu ağabeyin “Derdimi Seviyorum” isimli seri kitaplarının ismi bile benim için büyük bir teselli, hatta teselliyi aşan bir irşad keyfiyeti ve sırrı taşımıştır. Nitekim vefatını müteakip 29 Mart 2022’de Twitter hesabımdan şöyle yazmıştım:
“Hekimoğlu İsmail’in Derdimi Seviyorum kitabını okuyalı beri ‘dert’ kelimesine de dost oldum. Dertlerimle mecburî dost oldum. Beş ciltlik Derdimi Seviyorum serisi gibi, ben de hayatımda yaşadığım tüm dertleri, bana ve çevreme faydaları ve hikmetleriyle kaleme almak istiyorum. Ne ki günlük meşgaleler ve diğer çalışmalarımdan vakit bulamıyorum. Uğradığım ihanetlerin inkisarında boğuşurken, üstüne bir de milletin kaderdenk noktada tarihî birlik fırsatını kaybetmesiyle düştüğüm inkisar hafakanlarında adeta boğuldum. İntiharımı inkisarımda yaşadım diyebilirim; öyle ki ayağım tâ küfre değdi. Hannân-ı Mennân imdadıma yetişti de yeniden iman ettim. Getirdikleri mesajları anlamaya ve almaya başladıkça, dertlerimin asık yüzünde tebessüm belirdi. On yıllarca yaşattıkları tüm acılara rağmen, beni cebren ulaştırdıkları ‘hayat ve din anlayışı’ sebebiyle dertlerim ile dost oldum, olduk; kavgayla başlayan dostluklar gibi dertlerimle bir çeşit dostluk kurduk. Yaşadığı dertler ve acılı hikmetler, insana bilgelik aşısı oluyor. Bu aşı kiminde tutuyor, kiminde tutmuyor. Bilgilenerek ulaşamadığımız kemale, inşallah bilgeleşerek ulaştırılacağımızı düşüyor, aklen teselli, kalben huzur buluyoruz.”

BENİ ŞİİRE DEĞİL, İLME YÖNLENDİRDİ.
Hekimoğlu İsmail ağabey şiirden bahis açılınca, ben de Hekimoğlu ağabeye şiir defterimi getirip verdim. Eline aldı, yarım saat kadar okudu. Peygamber Efendimiz’e (sav) hitaben yazdığım bir şiirden sanırım etkilendi ki, bana döndü ve Peygamber Efendimiz’e yazılmış şiirlerden, na’t-ı şeriflerden bir kitap vücuda getireceğini söyledi. Sonra da bir büyük tavsiyesi olarak bana: “Yirmili yaşlarda herkes şair. Hayatını şiire adayan şair olur. Bence siz kendinizi ilme verin, âlim olun; kitaba-yazıya yoğunlaşırsanız, bu sizin için daha hayırlı olur.” dedi. Hekimoğlu ağabeyin bu tavsiyesi ve Cemil Meriç’in şiire dair bir yaklaşımı (şairliğiyle tanınan birinin fikirlerinin ve ilminin şiirine kurban gideceği mealindeki sözleri) sebebiyle, ben de bütün iştiyakıma rağmen, mümkün mertebe şiir yazmaktan ve hele şiirimsilerimi kitap olarak yayınlamaktan uzak durdum.
İLK KİTABIMI KENDİSİNE TAKDİM ETTİM: 1994
Bursa’da 1993’te 23 yaşımdayken yazdığım hayatımın ilk kitabını da Hekimoğlu İsmail ağabeye takdim ettim. İsmi: “Güneş Mahşere Süzülürken”di. İmanı Yenilemenin Gerekliliği ve Metotları üzerineydi. Risale-i Nur’dan 26. Mektup’un 4. Mebhas’ının 4. Meselesi’nin izahı idi. Risâle-i Nûr üzerine cümle cümle bir yorum çalışmasıydı. Bir yönüyle “İmanınızı Lâ ilâhe illallah ile yenileyin” hadisinin şerhiydi. Diğer yönüyle de “Ey iman edenler! İman edin Allah’a, Rasulü’ne…” âyetinin (Nisa 4/136) bir tefsir denemesi gibiydi.
İlahiyat talebelerimizden Bursalı Oktay T. beyin elektronik daktilosuyla A4 kağıtlarına yazdığı o ilk nüshayı Hekimoğlu İsmail ağabey daha oradayken iki-üç günde okudu, bitirdi; çok beğendi, hatta kurşun kalemle birçok yerde tashihât ve tekmilâtta bulundu. (Ne var ki 2016 Ağustos’unda İstanbul’dan Fethiye’ye taşınırken, bir kardeşe emanet bıraktığım bir valiz dolusu özel eşyamla birlikte o ilk nüsha da maalesef tandır ateşinde yanıp kül oldu.)
“DÜNYADA RİSALE-İ NUR ÜZERİNE YAPILMIŞ İLK ŞERH KİTABI”
İmanımızı niçin yenilememiz gerektiği ve nasıl yenileyebileceğimiz üzerine sohbet hazırlık notlarımdan geliştirerek kaleme aldığım söz konusu kitap çalışmasını okuduktan sonra Hekimoğlu İsmail ağabey, çok heyecanlı bir ses tonuyla dönüp bana dedi ki: “Musa Hocam, benim bildiğime göre dünyada Risale-i Nur üzerine yapılmış ilk şerh çalışması bu! Timaş’ta kitap olarak basalım. Bana bunu ver.” dedi. Hiç o zamana kadar düşünmediğim bir şey olduğundan, ben de “Estağfirullah abi, fakat bilmem ki, değer mi?” dedim. “Yok yok, izahların gayet isabetli. Yalnız ‘insanın manen çok efradının olması’nı izah sadedinde verdiğin üç manadan üçüncüsü, yani psikolojik hallere göre çoğalma durumu daha mantıklı, onu en başa almalısın.” dedi. “Tamam abi”, dedim, “Fakat bu, elinizdeki tek nüsha, ikincisi yok. Ben buna biraz daha ilavelerde bulunayım, öyle size fotokopisini göndereyim.” dedim. O da “Tamam öyleyse. Timaş’a gönderirsin.” dedi.

HEKİMOĞLU’NUN BİRLİKTE KİTAP YAZMA TEKLİFİ
Hekimoğlu İsmail ağabey, aklı, muhakemesi ve kalemi güçlü bir yazardı, fakat Arapçası olmadığından, temel İslamî metinlere ancak tercümelerinden ulaşabiliyordu. Bu sebeple olsa gerek ki, bana elinde çok kitap çalışmaları olduğunu, bunları büyük bir dosyaya topladığını, benimle birlikte o kitapları dinî kaynaklara inerek tamamlamak suretiyle, ortak kitap çıkarabileceğimizi söyledi. Ben mingayri haddin böyle bir teklifi başgöz üstüne kabul ettim, memnuniyetimi ifade ettim. Ne var ki o zamanki durumum ve konunum itibariyle Bursa’da bulunduğumdan, İstanbul’a yanına gidip orada birlikte çalışmak gibi bir imkan ve fırsat bulamadım. Nitekim o da, vazifemin farkında olduğundan, bu hususta bir ısrarda veya yönlendirmede bulunmadı. Teklif etmekle yetindi.
Nihayet gün geldi, İstanbul’a geri döndü. Bursa Demirtaş’ta Hekimoğlu ağabeyle 7/24 geçirdiğim o bir hafta, hayatımın bütününe sinen ve sirayet eden bir sırlı dönem oldu diyebilirim.
HEKİMOĞLU AĞABEY BENİ TELEFONLA ARADI: 1994
Birkaç hafta sonra bilvesile İstanbul’a gitmiştim. Yanımda o kitabın bir nüshasını götürmüştüm. Risale-i Nur’a vukûfiyetiyle bilinen iki ayrı yazara gösterdim, onlar da basılabileceğini söylediler. A.A: “Gayet güzel bir çalışma olmuş. Kitabın sonuna doğru dilini biraz daha yumuşatırsan daha iyi olur.” dedi. L.E.: “Bu haliyle basılabilir, yeterli. Fakat bence acele etme, ilk kitap genellikle acemilik eseri olur. İleride sen bile bazı yerleri beğenmeyeceksin, geliştireceksin. Bekle, acele etme, olgunlaştır.” dedi. Ben de mükemmelliyetçiliğin kurbanı olarak kitabın basımını beklemeye aldım.
Bir ay, bir buçuk ay geçmemişti ki Hekimoğlu İsmail ağabey beni telefonla aradı: “Musa Hocam, kitabın bize ulaşmadı, bekliyoruz kitabını, gönder basacağız.” dedi. Ben de, “Ağabey, ne diyeceğimi bilemiyorum. Fakat ben o kitap üzerinde biraz daha çalışayım, geliştireyim; tamamlayınca inşallah size gönderirim.” dedim, ama, fakat, velakin, maalesef ve meatteessüf, zamanla kitap gelişerek iki kat daha güzel hale geldiği halde, ‘iç sebepler’ yüzünden kendisine gönderemedim.
ÜSKÜDAR’DA TEVAFUKEN KARŞILAŞMAMIZ: 1997
1997’de Hekimoğlu ağabeyle Üsküdar’da karşılaştık, ikimiz de sevinçle birbirimize sarıldık. Yanında bir zat daha vardı, ona dönerek: “Bu kardeşimiz, Musa Hoca. Bursa’dan. Orada İlahiyat talebelerinin hocası. Bir hafta Bursa Demirtaş’ta onun misafiri oldum, bizi ağırladı. İlahiyat talebelerine sohbet ettik, beraber dersler yaptık. Çok değerli bir hocamızdır. Risale-i Nur üzerine bir şerh yazdı, kitap olarak basacaktık, fakat bize göndermediği için basamadık.” dedi. Beni künyeme kadar hatırlamış olmasına çok sevinmiştim. Demek zihninde, kalbinde bir yer edinmeyi başarabilmişiz. İnşallah bizi mahşerde de hatırlar da, “kardeşimiz” diyerek sahip çıkar. Bedir (?) Kitapçısının önünde ayaküstü 15 dakika kadar sohbet ettik. Beni Timaş’a davet etti, “Mutlaka gel, bekliyorum, görüşelim.” dedi. Heyhat ki, dışa kapalı dünyamdan çıkıp da ziyaretine gidemedim. Bu da bana dert olsun, nitekim oldu da! Eğer 1994’te o ilk Risale şerhi kitabımı birilerinin ağzına bakmayıp Hekimoğlu ağabeye gönderseydim, peş peşe çıkacak kitaplarla şimdiye kadar yüze yakın kitabım basılmış ve dine hizmete kazandırılmış olurdu. Birlikte çalışma adına bana uzattığı eli tutamadığımdan dolayı Hekimoğlu İsmail ağabeyin ruhaniyetinden özür diliyorum, pişmanlığımı bildiriyorum.
GAZETE TOPLANTISI VE ODASINI ZİYARETİM: 1997/8
Hekimoğlu İsmail ağabeyi bir kere de 1997 veya 98’de, İstanbul Altunizade’de yapılan “gazete yönetimi istişare toplantısı”nda görmüştüm, Fehmi Koru’lar falan da vardı. Beni orada birden karşısında görünce Hekimoğlu ağebeyin birden gözleri parladı, tebessüm etti: “Musa Hocam, sen ne arıyorsun burada yahu?” dedi. Ben de durumu söyledim. Çok sevindi, tebrik etti. Ayaküstü birkaç dakika hasbihal ancak edebildik. Ne zaman dağıldıklarını farketmedim. Daha sonra bir vakit gazeteye bir başka iş için gittiğimde öğrendim ki, Hekimoğlu ağabeye gazetede bir oda tahsis etmişler, oraya gelip gidiyormuş, yazılarını orada yazıyormuş. Hazır gelmişken onu da ziyaret edeyim istedim, fakat o gün gazeteye hiç gelmediğini söylediler. “Bâri odasını ziyaret edeyim.” dedim, baktım, insan boyunda paravanla ayrılmış, üstü bütün kata açık, birkaç m2’lik küçük bir bölme. Üzülmedim desem yalan olur. Gene de odasını, basit masasını, sade koltuğunu ve etrafı şöyle bir süzdüm, göz gezdirdim, derin bir “âh” çektim ve kapıyı kapattım çıktım.
İKİNDİ KANAVİÇESİ KİTABIMIN TİMAŞ’TA BASILMASI: 2001
Hekimoğlu ağabeyin basmak istediği ilk kitabımı Timaş’a göndermek maalesef nasip olmadı. Fakat Hekimoğlu’nun kurduğu Timaş Yayınlarının yönetim kurulu başkanı Osman Nuri Öztürk Bey 2001 Mayıs ayında beni telefonla aradı, sonra bizzat kalkıp Üsküdar Emniyet Mahallesi’ndeki evimize kadar geldi. “Hocam sizde ilim, bizde imkân. Varsa kitabınız, verin basalım.” dedi. Ben de ilk kitabım Bir Kalbin Alınyazısı’nın devamı mahiyetindeki yazılarımı verdim. 2. kitabım İkindi Kanaviçesi, Timaş’ta böyle basıldı (Haziran 2001) ve yaz ayı olmasına rağmen, 2 ayda iki baskı yaptı. Hatta o Temmuz ayında en çok satan ikinci kitap oldu.
1999-2001 arası Kaynak Holding’e bağlı yayınevlerindeki dinî yayınların ‘yayın yönetmenliği’ ve Yeni Ümit Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yapmış olmam hasebiyle, başka bir yayınevinde kitabımın çıkmış olmasına kafayı takan ‘yönetme şehvetlisi bir sivil emevî zihniyeti’ne sahip holding yönetim kurulu başkanı, Timaş Genel Yayın Yönetmeni’ne (Hekimoğlu İsmail’in oğlu Osman Okçu beye) kitabımın basımının durdurulması için açıktan baskı yapması sebebiyle, “İkindi Kaneviçesi” kitabımın sonraki baskıları maalesef yapılamadı.
“BİR DELİ’YLE EVLENDİM” ROMANI: 2001
Ben roman okumayı lisede bırakmıştım. 1988 üniversite yıllarımdan 2000’lere kadar 13 sene hiç roman okumamıştım. Roman orucumu, ilk defa Hekimoğlu İsmail ağabeyin 2001’de yazdığı “Bir Deliyle Evlendim” romanıyla bozdum ve altını çize çize okudum. O tarihte İngiltere’de Londra’daydım ve uzak gurbetlerde Hekimoğlu ağabeyin yakınlığını ve sıcaklığını hissederek, yer yer duygulanarak, çoğunluk düşüne düşüne okumuştum. Romandaki hikâyelerin içine hikmet incilerinden taşlar döşemiş, yollar yapmış… O birkaç hafta yaptığım dinî sohbetlerde, Hekimoğlu’nun o romanından pekçok vecizelerini paylaştım.
HEKİMOĞLU İSMAİL’E HİZMETKÂR ÖZEL KALEM TERCİHİM: 2002/2003
Hekimoğlu İsmail ağabey, 3 Şubat 2002’de Eyüp Sultan Camii’nde beyin kanaması geçirmiş, komadan kurtulup evine getirilmesinin ardından 1 Mart 2002’de ikinci defa beyin kanaması geçirmişti. Kendisine müdahale eden doktorların yüzde 5 yaşama şansı vermesine karşın hayatta kalmış ancak vücudunun sol tarafına felç inmişti; sol kolunu ve sol bacağını kullanmakta zorlanıyordu. Fakat beyni hâlâ zehir gibi çalışıyor, üretiyordu. Kendisine ikinci bir hayat daha verildiğine inanıyordu. Ne ki yazılarını yazma ve gündelik işlerinde kendisine bir yardımcı gerekti. Bu iş için talep ettikleri kişi benim talebemdi: M. Said K. Bey. Ben onu mastır için, yanıma İngiltere’ye getirecektim. Fakat bundan haberdar olunca, ona da dediğim gibi, “Hekimoğlu ağabeyi, kendime tercih ettim.”, hizmet etmesi için ona bıraktım. Birkaç yıl birebir hizmetinde bulundu; hem kolundan tutan yardım eli, hem de yazılarını yazan özel kalemi oldu.
HEKİMOĞLU İSMAİL’İ EVİNDE ZİYARETİMİZ: 7 EYLÜL 2003

Yaz tatili münasebetiyle ailecek İngiltere’den Türkiye’ye geldiğimiz bir sıla-i rahim günlerinden geri dönüşte, İstanbul’da Hekimoğlu İsmail ağabeyi, kendi evinde, eşim ve ilk oğlum Selman Efendi ile birlikte ziyaret ettik. 7 Eylül 2003 Pazar günüydü. Evi sıradan bir apartman dairesiydi. Çektirdiğimiz bir-iki resimde görüldüğü üzere eşyaları ve evin iç durumu, orta seviyede veya bir altı haldeydi. Kendi durumu, tabii bizi çok üzmüştü. Sol tarafındaki felç hali hareketlerinde ciddi bir engel oluşturmuştu; konuşurken biraz zorlanıyordu, fakat hafızası gayet yerindeydi. Beni unutmamıştı. Eşimi, oğlumu tanıttım. “Allah mübarek eylesin. Allah razı olsun. Dinden, imandan ayırmasın…” mealinde dua cümleleriyle mukabelede bulundu. Hal-hatırını sordum. Hiç şikâyeti yoktu. Yanında hizmetine bakan kardeşim, M. Said beyden hoşnut idi.


KÖRPE GÖNÜL MABEDİ KİTABIMA ÖNSÖZ YAZMASI: 9 MAYIS 2005
İngiltere Londra’da yayın hayatına giren haftalık Avrasya Gazetesinde yazdığım köşe yazılarımı “Körpe Gönül Mabedi” ismiyle kitaplaştırmıştım. Nedense kitabı Hekimoğlu İsmail ağabeye göndermek ve hatta eğer kabul ederse, bir önsöz rica etmek istedim. Yanındaki özel kalemi M. Said K. Bey vasıtasıyla kendisine takdim ettiğim “Körpe Gönül Mabedi” isimli kitabımı sağ olsun, okudu ve 9 Mayıs 2005 Salı tarihli bir takriz yazısı yazdı. Takrizinde çok takdirkâr ifadeleri vardı. Bilvesile gayr-i matbu’ o kitaptaki takrizi şimdi açtım, okudum, duygulandım. Hekimoğlu ağabey: “Daima hayırla yâd ettiğim muhterem Musa Hûb kardeşimin irfan meyvesi “Körpe Gönül Mâbedi” isimli kitabı beni çok sevindirdi. Çünkü o, ilahiyat alanında uzman olduğu gibi manevî değerler üzerinde de uzun müddet çalışmıştır. Gönül nedir, o çok iyi bilir.” diye giriş yapmıştı…
Heyhat ki bu kitap da gün yüzüne çıkacağı vakt-i merhûnu beklemekte.
CAĞALOĞLU’NDA TİMAŞ BİNASINDAKİ MUSÂHABEMİZ: 2007

(Ziyaretimizde çekilen bir resmidir.)
1 Ekim 2006’da İngiltere’den Türkiye’ye ailecek dönüş yaptıktan bir sene sonra, oğlu Osman Okçu vasıtasıyla Hekimoğlu ağabeyden randevu aldım ve Pazartesi akşamları yaptığım gönüllü Risale sohbetine katılan arkadaşlarımla beraber, Cağaloğlu’ndaki Timaş binasında kendisini 27 Kasım 2007 akşamı ziyaret ettik, karşılıklı soru-cevaplı bir musahabemiz oldu. Hastalığına rağmen, her zamanki gibi pratik, sade, yalın ve özlü cevaplar veriyordu. Hiç unutmuyorum, şöyle bir soru’numu sormuştum:
“Zâhir-i İslam’a göre hayırlı gördüğümüz bir işi başarmamızın önünde çokça engeller çıkıyorsa, ne kadar zorlasak da olmuyorsa, bunun sebebi, o iş çok hayırlı olduğundan muzır şeytanlar mâni’ mi oluyorlardır, yoksa sonu hayırsız olacağından ilahî yardım gelmiyordur da ondan mı olmuyordur? Bunu birbirinden nasıl ayırt edebiliriz?”
Özetin özü şu cevabı vermişti: “Olmuyorsa olmuyordur, zorlamaya gerek yok. Hayırlı işler çok, kolayına geleni yaparsın. Bu yol tıkalıysa, öbür yoldan gidersin. Israr niye?”
Evet, haklıydı: İki helal yoldan kolay yolu tercih eden Hz. Peygamber (sav) de “Din kolaylıktır.” buyurmamış mıydı? “Küllün müyesserun limâ hulika leh. Kim ne için yaratıldı ise, ona o işler kolaylaştırılmıştır.” dememiş miydi?
HEKİMOĞLU İSMAİL AĞABEYİ SON ZİYARETİMİZ: 2015
Hekimoğlu İsmail ağabeyi en son ziyaretim, birkaç yayıncı arkadaşla beraber 2015 Haziran veya Temmuz’unda, Cağaloğlu’ndaki Timaş binasında olmuştu. Çalışma odasında koltuğuna oturmuş vaziyetteydi, önünde kağıtlar vardı. Sıcak gündeme girmeksizin genel bazı konulara değinmişti. Elini öpüp dualarını alarak huzurundan ayrılmıştım. Meğer o görüşüm, son görüş olacakmış. Bir daha da nasip olmadı. Aynı ziyarette oğlu Osman Okçu beyle de kitaplar üzerine bir miktar hasbihal etmiştik.
HEKİMOĞLU İSMAİL’İN SON ESERİ: MUSİBET MEKTEBİ (2016)
Malum olduğu üzere: 17/25 Aralık 2013 tarihinde yapılan -benim tabirimle- “fitne operasyonları” ile başlayan süreçte ülke karpuz gibi ortadan ikiye ayrıldı ve sonunda 15 Temmuz 2016 ‘darbe girişimi hadisesi’, büyük bir manevî infilâka sebebiyet verdi. Bu yaşanan süreçte Hekimoğlu İsmail de, kendine göre bir fikrî/hissî değişim/dönüşüm/açılım/gelişim yaşadı ve “Müslüman Darbeci Olamaz: Musibet Mektebi” ismiyle bir kitap yazdı. Ömrü İslam’a hizmete adanmış bir dava adamı, bir fikir çilekeşi olmanın gerektirdiği vazife şuuruyla, kendisine düşen ikaz, ihtar ve irşatları yaptı.
17/25 sonrası yıllarda “Hoca, cemaati siyasete sokmakla hata yapıyor, siyasetten hep zarar gördü müslümanlar.” diyen Hekimoğlu İsmail ağabey, 15 Temmuz’u müteakip yazdığı o kitapta “Müslümanlar darbeci olamaz, yani dâhilde fitne çıkarmazlar.” dersini işlemiştir. Kitabın ikinci adı: “Musibet Mektebi” olması hasebiyle, yaşanan musibetleri bir mektep/okul gibi değerlendirmiş ve müslümanların bu musibetlerle büyük bir eğitimden geçtiğin altını çizmiştir. “Kader hadiselerle konuşur, hadiselere dikkatle bakmak gerek.” diyen Hekimoğlu’na göre bu musibetler birer mektepti, okuldu; ve bunlardan gerekli derslerin alınması gerekiyordu.
HEKİMOĞLU’NUN 15 TEMMUZ YORUMU: “ÇIBAN PATLADI.”
15 Temmuz hadisesi olduğu vakit, o akşam Hekimoğlu ağabeye bu hadise sorulunca: “Çıban patladı” demiş, başka da bir cümle söylememişti. O günden sonra da ciddi hastalanmış, iki ay kadar çok sıkıntılı günler geçirmişti.
Yaşanan süreçle ilgili yukarıdaki teşhisleri, çok değerliydi, benim için ise apayrı bir kıymeti hâizdi, çünkü ben de aynı noktadaydım ve hala daha sağlam ve emin olarak aynı noktada duruyorum. 17/15’le ülkede alenî ve umumî bir fitnenin zuhur ettiğini ve bunun 15 Temmuz’da bomba olup patladığını düşünüyorum. Müslümanlar içinde fitne (siyasî/idarî tefrika, manevî anarşi, fikrî kaos, ruhî buhran ve ictimaî kargaşa) çıkarmaya daima karşı durdum. Bilvesile Hekimoğlu ağabeyle aynı hakikatte ve hakikatli duruşta buluşmaktan dolayı büyük bir sevinç ve inşirah duyduğumu da belirtmek istiyorum. Belki de bu yazının, bana bakan en büyük hediyesi, bu süreçle ilgili Hekimoğlu ağabeyin net duruşunu en gerçekçi biçimde öğrenmiş olmak ve onunla hemfikir çıkmak oldu!
Nitekim “Musibet Mektebi”nin arka kapağında Hekimoğlu, hikmetin babası gibi, Lokman-ı Hekîm misali şöyle yazıyordu:
“Ömrüm boyunca Müslüman anarşist olamaz, darbeci olamaz, Müslüman sadece İslâm’ı yaşamalı diye yazdım. Geçmişte ve bugün söylediğim, yazdığım bu konuları dostlarım bir araya getirdi ve bu kitabın ilk yazısı “Müslüman Darbeci Olmaz” makalesi ortaya çıktı. Bizim vazifemiz İslâm’ı öğrenmek, anlamak ve yaşamaktır… 15 Temmuz 2016 kanlı darbe girişimini, anarşisini Minyeli Abdullah’lar önledi… Öz sinesine günah dinamitlerini yerleştirip, cemiyetin dalâlet kibritiyle fitilini ateşleyen Müslümanlara, Allah da acımaz. Çünkü bilerek zarara gidene merhamet olunmaz!.. Demek ki Müslümanın en büyük düşmanı da ve en büyük dostu da yine kendisidir. Kur’ân caddesinde yürüyenle, sapıtan bir değildir. Âlimle cahil müsavî olamaz. Haddini bilenle aşan, aynı terazide tartılamaz.
Asıl vazifemizi bilmeli, dünyevi ve nefsani istekleri azaltmalıyız. Din için, İslâmiyet için, vatan için, millet için gibi lafları bile bir yana bırakmalıyız. Eğer sen İslâm bahçesine meyvalarını dökmek istiyorsan, her şeyden evvel o bahçede meyva ağacı olmaya çalış. Dünyayı sahibine bırak; sen, kendi kendine sahip olmaya çalış, kendine gel!.. Başkalarının derdine ağlarken, dert küpü haline gelme. Gafleti bırak, tövbe ateşiyle yan, karanlık dünyamıza bir mum ol, yeter.”
Yine herzaman ki gibi hiçbir gruba yandaş olmaksızın hakikatin taraftarı ve sesi olarak Hekimoğlu İsmail, bütün müslümanlara evrensel bir dil ile hitap ediyordu, Kur’an ile itap ediyordu, irşad veriyordu. Çünkü o sadece velûd bir yazar değildi, aynı zamanda İslamî kesimler için “sembol” bir isimdi ve bir “kanaat önderi”ydi. Bu kanaati de çok geniş kitlelere etki etmişti.
MEHMET FIRINCI AĞABEYİN HEKİMOĞLU AĞABEYİ ZİYARETİ
Hekimoğlu ağabey kendisini ziyaret eden, Bediüzzaman’ın yakın talebelerinden Mehmet Fırıncı ağabeye “Müslüman Darbeci Olamaz” kitabını hediye etmiş ve 15 Temmuz üzerine musahabede bulunmuşlardı.

Osman Okçu Beyin de hazır bulunduğu ziyaretle ilgili Mehmet Fırıncı ağabey Risale Haber’e şöyle konuşmuş: “Hekimoğlu abiyle yarım asırdan fazla bir hukukumuz var. Bu yakınlarda da hiç görüşmemiştik. “Müslüman darbeci Olamaz” diye bir kitap yazdı. Çok sevindim, memnun oldum. Aynı fikirdeyiz zaten. 15 Temmuz darbe girişimine karşı çıkan insanlar halk tabakasından. Bunların hepsi Minyeli Abdullah’tır” dedim. Minyeli Abdullah eseri, insan varlıklı olmasa da dine hizmet etmek şuuru nasıl olmalı fikrini, şuurunu milletimize anlattı. Hekimoğlu ağabey, yeni kitabında bu insanları işlemiş. Kitabı imzaladı verdi. Dün akşam okudum. Çok tatlı bir sohbet oldu. İnsanımızın hürriyetini kazanmasında öncü isimlerden biri Hekimoğlu’dur. Minyeli Abdullah romanının neşrinde benim de bir katkım olmuştu. Sabahattin Topbaş kağıt parasını verdi. Zübeyir ağabeyin emriyle kağıdını aldım geldim.”
(https://www.risalehaber.com/mehmet-firinci-agabeyle-hekimoglu-ismailin-15-temmuz-sohbeti-974g.htm) (Ayrıca bkz. https://www.risalehaber.com/hekimoglu-ismail-fetullah-gulene-sapitan-alim-dedi-onu-terk-etti-286666h.htm).
HEKİMOĞLU’NU GÖRDÜĞÜM RÜYALAR
Hekimoğlu İsmail ağabeyi 3-4 kez rüyamda da gördüm, fakat yazıyı daha fazla uzatmamak için, buraya kaydetmeyeceğim. Özellikle bir tanesi beni çok etkilemişti. 15-20 yıl önce gördüğüm bir rüyamda adım adım Hekimoğlu ağabeyi takip ediyordum. Büyük şehirde, o önden yürüyordu, ben de görüş mesafesinde onu izliyordum, sokak sokak. En son bir apartmana girdi, ben de girdim. Şimdi geriye dönük düşününce, o rüyadaki gibi, Hekimoğlu İsmail ağabeyle benzer bir çizgiye gelmişim, o da şu: Hekimoğlu İsmail ağabey nasıl ki Üstad Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur’un bir talebesiydi ama hiçbir Nur cemaatine müntesip bir nurcu değildi. Benim durduğum yer de, aynen öyle: Tefsir-i Kur’an olması hasebiyle Risale-i Nur’a bir talebe olmakla beraber, hiçbir nur cemaatine mensup değilim. Nur talebesiyim ama nurcu değilim. Allah’ın kulu, Rasulü’nün ümmeti, Kur’an’ın cemaatiyim. Gönlümde bütün varlığı severek Yaradan’dan ötürü tüm varlığa bir sevgi var, var olan her şeye bir yer var.
OĞLU OSMAN OKÇU BEYİN ŞEHADETİ
Bir zaman Hekimoğlu İsmail ağabeye olan ziyade muhabbet ve hürmetimi ifade ettiğim oğlu Osman Okçu beyin: “Babamın da size karşı olan muhabbetini ve takdirini biliyorum. Size çok değer verirdi.” sözleri, benim için dünyalara bedeldi. İnşallah mahşer günü, darda kalırsam –ki kalacağım âşikar- o muhabbetin gereği beni sahipleneceğini umuyorum. Mehmet Âkif’in Âsım’ı, Cemil Meriç’in Ümit’i ve Mahmut’u, Necip Fazıl’ın Mehmed’i olduğu gibi, Hekimoğlu İsmail’in de Osman’ı vardı. Bir göz hatırına çok gözler sevilirdi. Hekimoğlu ağabeyin bizlere bıraktığı ilim mirasının dışında, salih evlat mirası olması hasebiyle Osman Beye karşı da hususî muhabbet ve hürmetlerimi, tavsiye-i peygamberiye ittibaen, bildirmek isterim. Hâlen hayatta olan muhtereme annesi Şermin Hanıma da sıhhat ve afiyet üzere bir ömür diler, merhume annem gibi kabul ettiğim o mübarek ellerinden kemal-i hürmetle öperim.
HEKİMOĞLU İSMAİL’İN VEFATI: 15 Ocak 2022 CUMARTESİ
Hekimoğlu İsmail ağabey, 90 yaşında iken 15 Ocak 2022, Cumartesi günü İstanbul’da vefat etti. Cenazesi 16 Ocak Pazar günü Marmara İlahiyat Fakültesi Camisinde ikindi namazı sonrası kılınan cenaze namazını müteakip Karacaahmet Mezarlığında toprağa verildi. Cenaze töreninde konuşma yapan şair ve yazar Prof. Dr. Nurullah Genç, Hekimoğlu’nun rahle-i tedrisinden geçmiş biri olarak konuşmakta zorlandığını ifade etmiş ve Erdem Bayazıt’ın ölümle ilgili bir şiirini okuduktan sonra şöyle demişti: “Yaşarken ölümsüzlüğü tatmışlardandı. Hekimoğlu İsmail, hem düşünürdü hem de yapardı. Bu millet için, bu devlet için manevi değerlerimiz için, bütün dünya insanlığı ve İslam için bir ömür elinden gelen her şeyi yapmaya çalıştı, uğraştı, didindi durdu.”
Vefat ettiği gün, Twitter hesabımdan şöyle bir taziye yazmıştım: “Bediüzzaman’ın talebesi, İslam mütefekkiri, derdini seven adam Hekimoğlu İsmail, bütün dertlerin bittiği yere, sevdiklerinin yanına ulaşmıştır inşallah… Başımız sağ olsun.”
Nüfusta Ömer Okçu, gönüllerimizde Hekimoğlu İsmail ağabeyin vefatının yıldönümü vesilesiyle hem teessürlerimi, hem taziyelerimi bildireyim, hem de temel hatıralarımı Körpe Kalemler Dergisi vasıtasıyla tarihe not düşeyim istedim. Tek başına bir okul gibiydi. Kelimenin tam anlamıyla bir “ağabey”di! Allah ganiy ganiy rahmet eylesin.
Çilekeş ruhu için el-Fâtiha!
…………………………………………………………………………………………………………………
HEKİMOĞLU İSMAİL KİMDİR?
Esas adı Ömer Okçu’dur (1932-2022). Erzincan doğumludur. Müstear adını “Hekimoğlu” lakabıyla tanınan dedesi İsmail Efendi’den almıştır. İstiklal Madalyası sahibi Fahri Efendi ile Kemahlı Mahbube Hanım’ın oğludur. Gençliğinde Nihal Atsız’la, Türkçülerle beraber çalışırken, Necip Fazıl ve Osman Yüksel Serdengeçti’yle tanışmış ve onlarla beraber olmuştur. Nihayet Said Nursî isminde bir âlimi duyunca, eserlerinin de yasak olduğunu öğrenince, “Madem yasak, ben de ona hizmet edeceğim.” demiş ve Risalelere merak salmıştır. Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ni (1878-1960) ilk önce talebeleriyle ve eserleriyle tanımıştır. 1956 Ağustos’unda Erzurum-Kandilli 6. Zırhlı Tugay’a tayini çıktığı için, o dönemde hafta sonları Bediüzzaman’ın talebelerinden Mehmed Kırkıncı Hoca’nın, Erzurum Murat Paşa Camii’ndeki sohbetlerine katılmıştır.
Füzeci astsubay olarak Askeriye’de çalışması sebebiyle Tuzla Uçaksavar Okulu’nda katıldığı 6 aylık kursu başarıyla tamamlayan Ömer Okçu, Amerika’ya füze eğitimi almaya gitmiştir. Resmî görevi icabı 1956-66 arası 10 sene Amerika’ya 10 kere gidip gelmiştir. 1956’da ABD’den döndükten sonra, 1957 senesi 25 yaşındayken, İstanbul, Süleymaniye, Kirazlımescid sokak, 46 Numara’lı Nur Dersanesi’deki Nur Talebelerinin yönlendirmesiyle, Isparta Emirdağ’a giderek Bediüzzaman’la yüz yüze tanışmış, sohbetine, duasına ve tavzifine mazhar olarak bizzat talebeleri arasına girmiştir. Üstadın kendisine verdiği vazifeye binaen, ertesi sene 1958’de Risale-i Nur’ları da ilk defa Amerika’ya götürmüş olan Hekimoğlu İsmail, Bediüzzaman’ın vefatı sonrası, Ankara’da vazife yaparken, oradaki Nur hizmetlerini deruhte etmiş olan Bayram Yüksel ağabeyin yanında bulunmuş, derslerine katılmıştır.
Nur talebesi (Nurcu) olduğu gerekçesiyle birçok kez üstlerine şikâyet edilmesine karşın, çalışkanlığı ve orduya faydalı bilgisi onun ordudan atılmasını önlemiştir. Ancak, askeriyede birçok defa -mahkeme kararı ile olmasa da- komutan emri ile hapis cezası almıştır. 1972’de ordudan emekli olduktan sonra bütün ömrünü dine, imana, Kur’an’a Risale-i Nur perspektifinden hizmete ve ilme vakfetmiştir. Bu süreçte defalarca yargılanmış, hapis yatmıştır. Hekimoğlu İsmail, Bediüzzaman’ın talebesi hasebiyle Nur Câmiasında nisbetiyle ismen ebedîleştiği gibi, ilim-din birlikteliğini gösteren yüze yakın kitabıyla da ülkede milyonlara ilham kaynağı olmuş ve ilim-irfan dünyasına adını altın harflerle yazdırmış olan bir çilekeş İslam mütefekkiridir.
Yayımlanmış Eserleri:
Romanları: Minyeli Abdullah, Maznun, Sibel, Bir Deliyle Evlendim, Firavun’un Öldüremediği Musa’dır, Cumhuriyet Çocuğu.
Hikâyeleri: Menan Cinleri, Hayata Düşülen Dipnotlar.
Biyografi: 100 Soruda Bediüzzaman, Mehmed Akif ’e Göre Dün Bugün Yarın
Şiir Derlemesi: Sevdalı Şiirler-1, Sevdalı Şiirler-2
Düşünce: Derdimi Seviyorum (5 Cilt), Güneşi Arayan Adam, Sonsuza Yürüyüş, Müslüman ve Para, Mum, İnsan Bu, Bir Millet Uyanıyor, Düşünceler, Yapraklar, Tefekkür, Akıl ve Gerçek, Ben Bir Müslümanım: Neye Nasıl İnanırım?,Ölüm Yokluk mudur?, İyiliğin Kaynağı, Mecnun Gezenin Leyla’sı, İyi Günde Kötü Günde Evlilik, Allah Kullarıyla Nasıl Konuşur?, Allah’a Yaklaştıran Ameller, Zamanın Efendisi Bediüzzaman, His ve Fikir, Bir Işık Görüyorum, Yüzyıllık Müjde, Genç Arkadaşıma Mektuplar, Müslüman Darbeci Olmaz.
Diğer Eserleri: İlimler ve Yorumlar ” (Hasan Hüseyin Korkmaz ile birlikte), Kalbin Ayağıyla Yürümek, İktisat Bilinci, Yokuş, Çiğ, Vecizeler, Mukaddes Çile, Hizmet ve Şahsiyet, İslam’da Davet / Hakkı Tebliğde Metod, Manevi Hastalılara Manevi Reçeteler, “Her Şey Allah’ı Anlatıyor” dizisi (çocuk), Allah’a İman, Meleklere İman, Kitaplara İman, Peygamberlere İman, Ahiret Gününe İman, Kadere İman, Osmanlıca-Türkçe Lügat (yazar heyetinde).
Çok teşekkürler Musa hocam,hem Hekimoğlu İsmail hocamızı yadetmissiniz hem de 2016 darbesine onun şahsında ve kendi açınızdan bakış açısını net olarak ortaya koymussunuz,Allah sizden razı olsun,iyiki varsıniz sizi Allah için seviyorum… Mardin’den selam ve sevgilerimle AEO, Dr Ömer hakan yavasoglu