İnançOcak '23Sema Ceyhansnowy mountain

Asıl adı Ömer Okçu olmakla birlikte, “Hekimoğlu İsmail” adıyla tanınan “Minyeli Abdullah”ın yazarı, merhum ağabeyimiz, Hekimoğlu İsmail’in kaleme aldığı “Minyeli Abdullah” romanı çok okunan ve bilinen eserler arasında yer aldı. Kitapta anlatılan hadiseler güya Mısır’da geçiyor gibiydi, ama okuyan herkes benzer hadiselerin ülkemizde yaşandığına şahitti. Kitabın ilgi görmesinin bir sebebide belki buydu. Ömer Okçu Ağabey çok müşfik, sevecen ve mütevazı bir insandı. Hekimoğlu İsmail, aynı zamanda Üstad Bediüzzaman’ı hayattayken ziyaret edenler arasında yer almıştır. Ömer Okçu, ilk kez (1957) de, gördüğü Kuran’ı  okumanın yanında, Arapça , İngilizce ve Osmanlıcayı da kendi çabasıyla öğrenmiştir. Din ile ile ilgilenmeye başlaması üzerine eserleriyle adını duyduğu Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ile bizzat tanışmak için (1957) de Emirdağ’a giderek Risale-i Nur talebeleri arasına katılmıştır. Kendi anlatımıyla, “Bediüzzaman diye bir âlim var. Ondan haberin var mı?” benzeri bir soruya muhatap olunca, “Madem o hapistedir, ben ona hizmet edeceğim” der ve onu ziyaret etmek için yollar arar. İstanbul’daki ‘dershane’ye gidip derdini anlatır ve aldığı “Tarihçe-i Hayat” adlı eseri ona teslim etmek ve ziyaret etmek üzere Eskişehir üzerinden (1957) tarihinde Emirdağ’a gider. Neticede Bediüzzaman’ın kaldığı eve bir şekilde ulaşır. Üstad onun da bulunduğu odada ilk bakışta bir vesile yokken, “Almanya ve Amerika’dan Risale-i Nurlar isteniyor. Bu eserleri oralara götürmek gerekir” deyince bunu bir emir telâkki eder. Askerde füzeci olan Hekimoğlu İsmail’in bir kurs vesilesi ile Amerika’ya tayini çıkar. Amerika’ya giderken bir bavula Risale-i Nur doldurur ve Esenboğa Havaalanı’na gider. Havaalanı gümrüğünde herkesin bavuluna bakılırken hıfzı İllâhi ile içinde Risale-i Nur olan Ömer Okçu Ağabeyin bavuluna bakılmaz. .

“ Yüz asker öğrenciydik,(200 ) bavuldan sadece benim bavuluma bakılmadı” diye ifade eder ağabeyimiz. Sonra uçakla Amerikaya gidince oradaki; gümrükte de yine bu bavul açılmaz ve Risale-i Nur’lar hıfzı İllâhi ile Amerikaya ulaştırılmış olur. Bu hadiseye şahit olan Hekimoğlu İsmail Ağabeyin bir arkadaşı “ Bu tesadüf olamaz” diyerek Risale-i Nur okumaya başlar.

Hekimoğlu, Risale-i Nur’un pek sadık, gayyur bir şakirdidir. O, hayatı temiz, hissiyatı temiz, etrafını daima nur-u irfan ile aydınlatmaya gayret eden alicenap ve hamiyetperver bir zattır. Onun hizmetindeki ahval ve harekatına dikkat edilince, akıl ve hikmete muvafık olduğu görülür, hakikat ve fazileti görmekten ürken gözler hariç…

Hekimoğlu Nurlardan tefeyyüz ettiği hakikatleri o müstesna deha ve zekasıyla kitap, konferans ve sohbetler halinde dokumaya muvaffak olmuştur. O, marifet cevherlerinden birçok mücevher kuleler yapmayı başarmış bir manevîyat mimarıdır.

O keskin zekası yanında engin bir hayal gücüne de malik bir şahsiyetti. Risale-i Nur’un inceliklerine, derinliklerine fevkalade nüfuz eden selim bir fikre ve cevval bir gönüle sahiptir. Risale-i Nur onun ruhunda ve vicdanında silinmez izler bırakmıştır. Bir konferans saatinde tıklım, tıklım dolan salonda dinleyicilerin alkış ve tezahürat karşısındaki, şu sözleri manidardır. İfadesiyle “Bizde bir şey yok!” Bu hakikatlerin kaynağı, sizinde okuduğunuz  Risale-i Nurlar’dır. Hem bu alkış ve teveccühünüz benim için fani bir mükâfat oluyor. Siz daha kârdasınız, zira mükâfatınız tamamen ahirete kalıyor, benim gibi fani bir şekilde harcamış olmuyorsunuz, diyerek tevazuvari hakikatleri haykırıyordu.

Ali Ulvi Bey’in şiirindeki şu hakikatler onun hissiyatında da kemaliyle müşahede ediliyordu:

“Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,

İnsan da, o imandaki son sırra ererse,

En azgın ölümler ona zincir vuramazlar…

Volkan gibi coşkun akıyor durduramazlar…”.

Yazdığı eserlerde okuyarak müşahede ediyorduk, azim ve irade sahibi olan bir mücahit, geç de olsa muzaffer oluyor ve hedefine varabiliyordu.

Kendi fıtratında taşıdığı bu azim ve metanet Risale-i Nurla kaynaşınca, mecrasını bulan coşkun nehirler gibi gönüllere akar ve onlarda da rengarenk marifet çiçeklerinin açmasına vesile olurdu. İşte bu yüzden, bütün hayır ve hasenatta muvaffak olmanın yegane yolu ihlas ve sadakat ile çalışmak ve her türlü engeli aşmakta sabır ve sebat göstermektir der, her önüne gelene okumayı ve yazmayı önerirdi. Her insan milletine karşı bir çok vazifelerle mükelleftir. Bu vazifeleri bir sıralamaya tâbi tutacak olursak birinci dereceyi ilim, irfan ve irşat yoluyla manevî cihat yapma alır. Çünkü cihat insanın fıtratında mündemiçtir, zira hayatın esas ve temeli de ona bakar. Bütün peygamberler, müceddidler ve mürşitler de bu mukaddes vazifeyi ifa için taraf-ı İlâhîden tavzif edilmişlerdir. Asrımızda da bu manevî cihadı, yazdığı 6.000 sayfalık Risale-i Nur Külliyatı’yla Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hakkıyla ifa etmiştir. Kendisinden sonra da bu mukaddes davayı talebeleri omuzlamışlar, büyük bir şevk ve fevkalade bir azim ile sürdürmüşlerdir. Tebrike şayandır ki, Hekimoğlu İsmail de bu talebelerden biri olarak manevî cihadı ihtiyar etmiş ve hayatını ona vakfetmiştir. Terakki ve tekamülün esasını teşkil eden, bu manevî cihad her zaman olduğu gibi asrımızın da en zaruri bir ihtiyacıdır. Çünkü millet ve memleketimizin hayatı ve istikbali buna vabestedir.Her insaf sahibi teslim eder ki, Hekimoğlu hakk’ı neşir ve tebliğde cansiperane cesaret ve şecaat ibraz eden, manevî cihadında ancak Hakk’tan korkan, halktan havf ve endişe etmeyen bir kahramandır. Zira mehafetullah ile dolu bir kalp sahibi, Halık’ından başka kimden korkar ki? Oda korkmuyordu eserlerinde ve verdiği konferanslarda hakkı ve hakikati haykırıyordu. 15 Ocak 2022’de vefat eden. Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilen ve “ son şahitler” arasında yer alan Ömer Okçu ve kitaplarındaki ismiyle Hekimoğlu İsmail ağabeyimizin manidar sözüyle yazımızı noktalayalım. Velhasıl: “ Susuz kalmış çiçekten farksız olan manevi hayatımızı güçlendirmeliyiz” diyerek bir çok gönülleri eserleriyle ve sohbetleriyle irşad eden ve güçlendiren mümtaz bir şahsiyet büyüğümüzdü. Ağabeye rahmet duâsıyla, Allah ondan ebeden razı olsun. Mekânı Cennet olsun. Amin…

…………………………………………………………………………………………………………

MEKKE’NİN FETİH TARİHİ

SUAL? NEDEN GAYR-İ MÜSLİMLERİN YILBAŞISI İLE MEKKE’NİN FETİH GÜNÜ AYNI GÜN KUTLANIYOR…

EL CEVAB: MEKKENİN FETİH TARİHİ!…

Mekken’in tevazu ile fethi,

Tarihte kılıç ile değil, tevazu ile fethedilen başka bir şehir yoktur. Mekke’nin fethi bu yönüyle bile eşsiz bir fetihtir ve Kur’ân’ın zaferidir.

Daha bir sene önce Mekke’ye umre için bile giremeyen Müslümanların, Hudeybiye’de vardıkları anlaşma ile geri çekilmenin zafere dönüştüğü bir tac olmuştur Mekke’nin fethi. Mekke’de Müslümanlığı kabul ettiği için babası tarafından zincire vurulan ve Hudeybiye günü zincirlerini sürüye süreye gelip Resulullah’a (asm) sığınan ve fakat anlaşma şartları gereği müşriklere teslim edilmek zorunda kalınan Ebu Cendel’in ve ashabın gözyaşlarının zaferiydi Mekke’nin fethi.

Hudeybiye anlaşması gereği on yıl süreyle savaş olmayacaktı. Fakat müşriklerin himayesindeki Beni Bekir kabilesi, Müslümanların himayesinde bulunan Huzaa kabilesine saldırıyor ve Huzaalılardan 23 kişiyi katliamdan geçiriyor. Bu haber Medine’ye ulaştığında Peygamber Efendimiz (asm) Mekke’ye ültümatom veriyor: Kureyş’in ya 23 kişinin kan bedelini ödemesini, ya Beni Bekir kabilesini himaye etmekten vazgeçmesini, ya da barış şartlarının Kureyş tarafınca bozulmuş sayılacağını ve bunun savaş sebebi kabul edileceğini ilan ediyor. İpler burada kopuyor.

Kureyş kan bedeli ödemeye yanaşmıyor, Beni Bekir kabilesini himaye etmekten de vazgeçmiyor, savaşa hazır olduklarını bildiriyor.

EBU SÜFYAN MEDİNE’DE  

Bununla beraber Kureyşlileri bir korku sarıyor. Barış anlaşmasının yenilenmesini istiyorlar. Bu amaçla Kureyş lideri Ebu Süfyan’ı Medine’ye gönderiyorlar. Ebu Süfyan anlaşmanın yenilenmesi için Hazret-i Ebu Bekir’in, Hazret-i Ömer’in, Hazret-i Osman’ın ve Hazret-i Ali’nin kapısını ayrı ayrı çaldı. En sonunda Resulullah’ın (asm) huzuruna vardı ve kavga yapan iki kabileyi himayesine almayı ve uzlaştırmayı vaat ederek barış anlaşmasını yenilemeyi teklif etti. Resulullah (asm) bunu kabul etmeyince Ebu Süfyan eli boş olarak geri döndü.

EBU SÜFYAN MÜSLÜMAN OLUYOR  

Artık mutlu sonun başlangıcına gelinmişti. Resulullah (asm) ashabına gizlice savaş hazırlığı yapmalarını emretti.

Nihayet Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayının 10. Günü, Miladi takvime göre 1 Ocak 630 tarihinde on bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine’den yola çıktılar.

Mekke’ye yaklaşınca Peygamber Efendimiz (asm) ordusuyla beraber Merruzzahrân’da konakladı. Burada Efendimiz (asm) orduyu savaş düzenine soktu. Vakit gece vaktiydi. Peygamber Efendimiz (asm) Merruzzahran’a gelişini muhteşem bir ateş donanmasıyla bildirmek istedi. Ve her bir mücahide ateş yakmalarını emir buyurdu. Bir anda on bin ateş yakıldı.

Mekke yamaçlarında gece vakti yanan on bin ateş Mekke’ye aydınlık ve korku saçtı. Mekke’liler bunun savaş ilanı olduğunu o anda fark ettiler. Ve apar topar Ebu Süfyan’ı bir haber almak ve gereken görüşmeleri yapmak üzere Müslümanlara gönderdiler.

Ebu Süfyan burada gördüğü ihtişam ve saygı karşısında Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz (asm) Ebu Süfyan’a bu gün ölüm olmayacağını, Mekke’ye dönüp bunu Kureyş’e bildirmesini istedi ve “Kim, Ebû Süfyan’ın evine girer sığınırsa, emindir! Kim, kendi evine girip kapısını üzerine kaparsa emindir! Kim, Mescid-i Harama girerse emindir.” Buyurdu.

BUGÜN KİN DEĞİL AF GÜNÜDÜR  

Ebu Süfyan Mekke’lilerin şaşkın bakışları arasında Mekke’ye döndü ve şöyle ilan etti:

“Ey Kureyşliler! İşte Muhammed! Karşı koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanı başınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz ve selâmete eriniz.”

Sonra da Mekke’lilerin evlerine girmeleri halinde emin olduklarını duyurdu.

Müslümanlar dört koldan Mekke’ye girdiler.

Peygamber Efendimiz’in (asm) ve ashab-ı kiramın mübarek simalarında tebessüm, gönüllerinde tevazu, ruhlarında huzur ve ferah, gözlerinde şükür gözyaşları vardı. Peygamber Efendimiz (asm) Kasva adındaki devesinin üzerinde bulunuyordu. Cenab-ı Hakka sonsuz hamdü senada bulundu. Tevazu ve mahviyetten mübarek başını önüne eğmişti. Öyle ki, mübarek sakalları devesinin semerine değiyordu. Öyle ki savaş halinde bile önünde eğilinecek tek zatın kâinatın Yaratıcısı Cenab-ı Allah olduğunu insanlığa ders veriyordu.

Ve tarih 20 Ramazan’ı, yani 11 Ocak’ı gösterdiği günlerde Mekke kan dökmeden teslim alındı. Peygamber Efendimiz (asm) Kâbe’ye giderek bütün putları kırdı ve umumi af ilan etti….

Ocak ayının 11’ni, miladi takvime göre Ocak 1’e dönüştürmüşler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment