Aralık '22Dr. Musa HûbSöyleşi

FENA Fİ’N NUR ‘MUSTAFA SUNGUR’ İSMİNİ İLK DUYUŞUM

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (1878-1960) en yakın talebelerinden, yanındaki hizmetkârlarından, nüfûsuna aldığı manevî evladlarından, hayatındaki vekillerinden ve vefatı sonrası vârislerinden birisi de Kastamonu Eflani’nin Çalışlar Köyünden Mustafa Sungur (1929-2012) ağabeydir. Memleketim olan Safranbolu’nun eskiden bir bucağı olan Eflani 40 km yakın bulunması sebebiyle M. Sungur ağabeyi hep hemşehrim olarak bilmişim ve hissetmişimdir. İkimiz de Karabük’lüyüz diye sevinmişimdir. Nitekim Lahikalar’da da Üstad Hazretleri Safranbolu ile Eflani’yi birlikte zikreder, yer yer Kastamonu, Safranbolu, Kurucaşile havalisini tek bir bölge kabul eder.

1984 sonbaharında Bursa Merkez İmam Hatip, Lise-1’de tanıştığım Risale-i Nur’ları okurken, Kastamonu, Emirdağ Lahikalarında her Safranbolu, Eflani, Kurucaşile, Karabük, Kastamonu isimleri ve oradaki Nur Talebeleri geçtikçe, 14 yaşımdaki genç ruhumda tarifsiz bir aşk duyar, ne zaman memleketimin iman kahramanları bu zatlarla tanışabileceğim diye heyecanlanırdım. “Vay be, benim memleketimden de böyle büyük zatlar çıkıyormuş da ben bilmiyormuşum demek…” diye içten içe iftihar ederdim.

Hayatımda ilk defa 1985 yazında Bursa’da Nur Talebeleriyle bir aylık Risale Okuma Kampı’na katılmıştım. Risale-i Nur Külliyatını, Eski Said Dönemi eserleri de dâhil olmak üzere, bir ayda baştan sona okumuş, hatta birinci olmuştum. Lahikaları okurken, ismi geçen Safranbolu-Kastamonu’lu Nur talebelerinden bir liste yapmıştım ve o zatları bir bir ziyaret edecek ve tanışacaktım; dualarını, himmetlerini alacaktım, onlardan risale dersi ve Üstad’la hatıralarını dinleyecektim, bir sır kapmaya çalışacaktım.

İşte böyle kendilerine ziyade hüsnüzan, muhabbet, hürmet ve arzu-iştiyak duyduğum Nur’un Hizmetkârı ağabeylerden bir tanesi de Mustafa Sungur ağabeydi. İsmi “Nurun çok büyük bir kahramanı” olarak ruhuma işlediği gibi, Sungur soyismi de, o yıl okuduğum, Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu romanı sebebiyle bana hep o tarihî kahramanı çağrıştırıyordu. “Osmanlı’nın Sunguroğlusu varsa, bizim de Nur Kahramanı Mustafa Sungur ağabeyimiz var!” diyordum.


EFLANİ’Lİ MUSTAFA SUNGUR AĞABEY HEMŞEHRİMDİ

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin zihninde ve kalbinde de Safranbolu ve Eflani sanki birbiriyle tek yumurta ikizi kardeşlerdi. Mesela Safranbolu’lu Hıfzı Bayram ağabeyin eşinin ve küçük oğulları Hüsnü ve Yılmaz’ın yazdıkları tebrikleri “umum Safranbolu ve Eflâni medrese-i Nuriyesi namına bu Ramazan’ın bir firdevsî teberrükü hesabına kabul ettik” der.¹ Mesela Üstad’ın “Aziz, sıddık kardeşlerim, Safranbolu, Eflâni havalisi Nur şakirtleri.. Nurun Safranbolu, Eflâni havalisindeki Nurun küçük kahramanları..”² diye hitap ettiği mektubunu okurken, “Ben de Safranbolu’luyum” deyip “Bu mektubun istikbaldeki küçücük muhataplarından biri de ben olabilir miyim?” ümidiyle okuyor, kendimce dersler alıyordum.

Hususî hizmetine girdiği yıllarda birgün Üstad ona: “Eflani’deki Nur talebelerinin isimlerini bir kâğıda yaz, onlara isimleri ile dua edeceğim. Gerçi Eflani’nin sağ ve ölü, bütün ahalisine dua ediyorum, fakat talebelere isimleriyle dua edeceğim. Daire şeklinde yaz.” diyor ve o listeyi başucuna asıyor, ahirete irtihal edene kadar, Nurs, Barla, Emirdağ, Kastamonu, Safranbolu gibi Eflani Nur Talebelerine de dua ediyor ki, genel manada Nur Talebeliğinden artık olarak, memleket ismi altında da onun yapmış olduğu mübarek duaların hala o yörelerdeki Nur Talebelerine ulaştığını, bir bereket ve mübarekiyet vesilesi olduğunu düşünüyorum.

SAFRANBOLU KÖPRÜLÜ CAMİİ: MUSTAFA OSMAN’DAN RİSALE DERSİ

Mustafa Sungur ağabey, Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü mezunu (1946). Kastamonu’da resmen ve cebren ikamet ettirilen (sürgün hayatı yaşatılan) Üstad Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u ilk defa 1942 yılında Gölköy’de öğrenciyken duymuş. Fakat oradayken ziyaretine gidememiş. Üstad 1943’te Kastamonu’dan Denizli mahkemesine/hapsine sevkedildikten sonra Sungur abi, 1944’te stajyerken, Kastamonu Oğul köyünün muallimi Şevket Bey’den Bediüzzaman’ı sitayişle dinlemiş.

Mezuniyet sonrası da kendi Çalışlar Köyünde öğretmenlik yaparken, maaşını almaya Safranbolu’ya gider gelirken, bir seferinde camiide namaz kılarken görmüşler, alıp bir dükkana götürmüşler ve orada ona ilk Âyetü’l-Kübrâ’yı okumuşlar ve ilk kıvılcımı böylece almış. Üstadın talebelerinden Safranbolu’lu emekli muallim ve fahrî vaiz Ahmed Fuad Efendi’yle tanışmış, aralarında geçen münazaralı musahabeler sonunda daha ziyade ibadetü-tâate yönelmiş. Safranbolu’da Mustafa Osman ve Hıfzı Bayram’ı ve Kastamonu’da Mehmet Feyzi Efendileri ziyaret ederek, onlardan Risale-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı dinlemiş ve Nur Talebeliğini benimsemiş, özümsemiş. Risalelerdeki hakikatleri okulda anlatmaya başlayınca, şikayetler üzerine tahkikat geçirmiş, jandarmalarla evi basılmış, elleri kelepçeli götürüldüğü Karabük’te 6 ay hapis yatmış ve öğretmenliğinin birinci yılında görevden atılmış.

Bir Safranbolu’lu olarak, şahsen ne zaman Köprülü Camiisine gitsem, aklıma Mustafa Sungur ağabey gelir. Camiinin hemen yanındaki odada, Lahikalar’da mektupları bulunan saff-ı evvelden Mustafa Osman ağabeyden aldığı Risale derslerinden birinde: ‘Risale-i Nur, sönmez ve söndürülemez. Bir âlem-i manâda İmam-ı Ali’nin (r.a.) ilminde sordum.‘ cümlesini dinlerken ve yine aynı günlerde Hasan Feyzi’nin, ‘Ey Risale-i Nur!’ diye başlayan uzun mektubunu okurken, Mustafa Sungur’un gönül gözünde o ahirzamanda beklenilen zat-ı Nuranînin Üstad Bediüzzaman olduğu düşüncesi canlanmaya başlar.

Risaleleri ilk dinlediği ve okuduğu zamanları şu sözlerle tasvir etmiştir: “(Risale-i Nur’dan) okuduğum satırlar bende şimşekler çaktırıyordu, ilk defa okuduğum bu satırlardan mis gibi kokular geliyordu. Onları hava gibi teneffüs ediyor, su gibi içiyordum. Sanki ezelden ebede kadar uzanmış hudutsuz bir kâinat ve zaman, benim için diriliyordu. İmanın dersleriyle bütün zaman ve mekânlara sahip oluyorum gibi bir saadet buluyordu. Sonraları anladım ki, bu, hakikat-i imanın nuru ve tecellîsidir. Risale-i Nur’lar, hep bu hakikat-i imaniyenin insana kazandırdığı nur ve saadetleri beyan etmektedirler.”

Rüyasında Üstad’ı görür, çok anlamlı bir rüyadır; 1947 senesi Eylül ayında Emirdağ’da ilk defa ziyaret eder, sonra Isparta’ya geçer, Hüsrev Altınbaşak ağabeyi ziyaret eder, o da: ‘Kardeşim Sungur, 1.400 seneden beri ehl-i imanın beklediği zat gelmiştir.‘ deyince gönlü tam yatışır. Ertesi sene 1948’de Üstad, Afyon hapsine girince, M. Sungur da annesine “Dua et, ben de hapse gireyim” der ve Afyon hapishanesine konur; tabanları şişene kadar falakaya çekilir, işkence görür ama bu, sadece onun içinde altın cevherinin ortaya çıkmasına vesile olur.

Arkadan gelen ve ismi “Nurun küçük kahramanlarından” olarak ilk defa Emirdağ Lahikası-1’e ismi giren Mustafa Sungur, Bediüzzaman’ın nazarında kısa zamanda çok mesafe kat’ eder ve Rahmi’yle beraber yazdıkları risaleler karşısında Üstad, “biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi beni memnun ediyor.” der.³ Böylece Bediüzzaman’ın o havalide üç Mustafası olur, Sungur’un mektubunu Lahikalar’a alır: “Eflâni’nin hakikaten küçük kahramanlarından Mustafa Sungur’un güzel ve samimî mektubunun bir kısmı Lâhikaya geçecek. Elhak, Mustafa Osman’ın, Mustafa Oruç ve Mustafa Sungur gibi iki namdaş ve Nur hizmetinde pek ciddî arkadaş bulması, sadakatinin ve muvaffakiyetinin bir kerameti hükmündedir.”⁴

Mustafa Sungur, Üstad’a ilk yazdığı mektuplarında aksettirdiği aşk ü işyakıyla merhum Hasan Feyzi Efendi’yi hatırlatmıştı ki, bir mektubunda “Hasan Feyzi’nin ve onun ruhlarında ve sadakatlerinde iki muallim olan Ahmed Fuad ve Mustafa Sungur” derken, onun kendisine olan aşk ü iştiyaktaki derinliğine bir tavsifte bulunuyordu: “(Mektuplarındaki) bazı cümleleri tadilâtla beraber Lâhikamıza geçirdiğimiz Mustafa Osman’ın ve muallim Mustafa Sungur’un müşterek acip mektupları gösteriyor ki, merhum Hasan Feyzi nev’inde bir sümbül orada inkişafa başlamış; inşaalah çok biçarelerin imanını kurtaracaklar.”⁵

Mustafa Sungur daha sonra Üstad’ın küçük bir Hüsrevi olur. Önemli bir vazifeyi yerine getirmesi için Hüsrev Altınbaşak ağabeyi (1899-1977) yanına isterken, birden “küçük bir Hüsrev olan kahraman Sungur aynı vakitte geldi”ği için, o vazifeyi ona verir. Yani, Risale-i Nur Külliyatı’nı o zamanki Diyanet Riyaseti Başkanı Aksekili Ahmed Hamdi Efendi’ye götürür, hediye eder.⁶ İleride Hüsrev ve Sungur, Nur Talebeleri namına bir mektuba birlikte imza atarlar.⁷

Bediüzzaman, muallim Mustafa Sungur’un 1948 Afyon Mahkemesi’ndeki müdafaasını ve Temyiz Layihası’nı çok beğenir ve Şualar isimli eserine, 14. Şua’ya koydurur, neşreder.⁸ Samsun’da mevkuf iken Üstad’a yazdığı mektup Tiryak Risalesi’ne dercedilmiştir.⁹ “Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Hizmetkârları” olarak Barla Lahikası’nın başındaki Takdim yazısında imzası olan isimlerden birisi de Mustafa Sungur’dur.

Ankara’daki Nakşî sufisi Osman Nuri Efendi, Ankara’da bir ev hazırlatıp Üstad’ı Emirdağ’dan Ankara’ya ikamete davet ettiği zaman, Üstad Hazretleri’nin kendi yerine gönderdiği bir grup talebesini birer Abdurrahman olarak, hatta genç birer Said olarak tavsif eder ki, ismini ilk sırada yazdığı kişi, Sungur ağabeydir.¹⁰ Çünkü Bediüzzaman onu Ankara’daki bir vekili addetmiştir.¹¹Bir diğer mektubunda: “Benim Ankara’da bir vekilim Mustafa Sungur 17.11.950 tarihli çektiği telgrafta “Umum risalenin bize iadesine karar verilmiş” diye müjde verdi” diye zikreder.¹² Gönderdiği bazı mektupları Lahikalar’a koyar,¹³ Ankara’dan telefon açtığını bir mektubunda zikreder.¹⁴

Başka bir zaman da Üstad, diğer bir yakın talebesi/varisi ile onu eşleştirir: “Ceylan bir Sungur, Sungur bir Ceylan’dır.” der. Bir başka mektubunda: “Benim Abdurrahman’ım ve küçücük bir Hüsrev namını alan Ceylân’ı daha büyük bir vazife için Ankara’ya Sungur gibi bir vekilim olarak gönderiyorum.”¹⁵ der. İkisi arasında özel bir ruhî ilişki ve iletişim dili gelişir. Hapishanede Ceylân Çalışkan, Mustafa Sungur’a takılır, şiir diliyle der ki: “Bardak bardak çay içersin, şekerin çok mu? / Hiç durmadan gülüyorsun, kederin yok mu?”

Nihayet gün gelir, Mustafa Sungur, Üstad’ın “haslar hası” olarak en yakınına aldığı hizmetkârlarından ve ‘manevî evlatları’ndan¹⁶ birisi olur. Üstad namına mektup yazmaya,¹⁷ mektuplarına hâşiye düşmeye başlar.¹⁸ Dahası Üstad onu, kendisinden sonraki vârisleri ve mutlak vekillerinden birisi olarak vasiyetnamesine alır.¹⁹ Bu veraset ve vekâlet işi, elbette ki omuzlarına çok ağır bir yüktür, kalbinde mes’uliyet şuuruyla taşınan bir emanettir, beli çatırdatacak sıklette bir hamûledir, vazifedir. Bir de bunlardan daha özeli vardır: Bediüzzaman, ona özel bir şey demiştir; hayatıyla hayatının devam edeceğini söylemiştir.


KRONOLOJİK OLARAK YENİ SAİD’İN 3. NESİL TALEBESİYDİ

Bediüzzaman’ın Yeni Said Dönemi’ndeki talebeleri, 3 ana nesildir. Son dönemde de Üçüncü Said’in talebeleri gelir:

  1. Saff-ı Evvel: 1926-1936: Burdur-Barla-Eskişehir dönemi talebeleri.
  2. Saff-ı Sânî: 1936-1943: Kastamonu dönemi talebeleri.
  3. Saff-ı Sâlis: 1943-1949: Denizli, Emirdağ-1 ve Afyon dönemi talebeleri.
  4. Saff-ı Âhir: 1949-1960: Emirdağ-2 ve Isparta dönemi talebeleri.

Mustafa Sungur, Yeni Said’in üçüncü nesilden talebesiydi; saff-ı sâlislerin sonuna doğru umumî Nur dairesine girmişti, Üçüncü Said tarafından 1954’te doğrudan hizmetine alınmış, manevî evlatlık payesi, vekâlet ve veraset verilmişti.

ÜSKÜDAR’DAKİ BEDİİ DERSANESİNDE İLK ZİYARETİMİZ: 1996

Hayatımda ilk gördüğüm Üstad’ın talebesi, Bayram Yüksel ağabey olmuştu, 1993 yılında. İkinci gördüğüm de Mustafa Sungur ağabey oldu, 1996’da. Olay şöyle gelişti: Bir arkadaşım/kardeşim dedi ki: “Abi, siz hiç Mustafa Sungur ağabeyi gördünüz mü?” –“Hayır!” dedim, “Bilmiyorum ki nerdedir, nereye gelir, nasıl görüşülür? Bir imkân olsa, tabii ki görmek, elini öpmek, duasını almak isterim.” “Ben bazen onu ziyaret ediyorum, risale dersine katılıyorum. İsterseniz beraber gidebiliriz birgün dedi. Üsküdar’da oturuyor, Bedii isimli bir apartmanda. Dersanesi de alt katında zaten.” “O evli miydi?” dedim. “Evet” dedi. Nedense, sanki Üstadın yakınındaki bütün talebeler vakıf oldukları için bekarlarmış gibi bir düşünce kalmış zihnimde. O zamanlar, sanki Üstad ona özel evlilik izni vermiş gibi düşünsem de, sonradan öğrendim ki, meğer o daha Risalelerle tanışmazdan önce evliymiş. Risalelerle ve hele Üstad’la tanıştıktan sonra, kendini tamamen hizmete vermiş, ‘evli ama bekar’ bir hayat yaşamış. Eşi, Molla Mehmet Efendi’nin kızı Emine Sungur annemiz, çocukları tek başına büyütmek durumunda kalmış.

Neyse, o arkadaşla kararlaştırdığımız bir Cuma gecesi, Üsküdar’da buluştuk ve yürüye yürüye Bedii apartmanına vardık. İçeri girdiğimizde, zaten ders başlamıştı. İçerde 30 kadar insan vardı, çoğu gençlerden oluşan. Sungur ağabeyin önünde bir risale, birkaç kişinin de elinde birer risale; bir o okuyordu, bir diğeri okuyordu, aynı yeri. Nüsha karşılaştırmalı olarak yeni bir metin üzerinde çalıştıklarını farkettim. Muhtemelen –tam kesin olmamakla beraber- Sözler Yayınevi olarak bastıkları Risaleyi, diğer baskılarla, mesela Envar Neşriyat’ın, Yeni Asya veya İhlas-Nur Neşriyat’ınkiyle mukayeseli olarak okuyordu. Nadiren de olsa tek tük kelime farklılıkları çıkıyordu. Sungur abiyi, normal bir risale okuma dersinde değil de, sanki Sözler Yayınevi’nde, editöryasını toplamış Risale tashihatıyla meşgul iken, işbaşında görmüştüm. Niye Sözler diyorum, o yayınevinin ona bağlı olduğu bilgisi kalmış kulağımda, ondan dolayı. Yoksa orda öyle bir isim telaffuz edilmedi.

Tabii aralarda Mustafa Sungur ağabey bazı açıklamalar, yorumlar yapıyordu, hatıralar anlatıyordu. “Herkes birilerini mehdi kabul ediyor. Mesela talebeleri, F. Hocayı mehdi zannediyorlar. Bu onların hüsnüzannı. Üstad, mehdi meselesini izah etmiş.” dedi. O dersten en net hatırladığın bir cümle bu oldu.

Sungur ağabey yerde bir sünger üzerinde oturuyordu, önünde bir rahle vardı. Bizler de yerde dizüstüydük. Risalelere vukûfiyeti gözden kaçmıyordu. “Şu risalenin şurasında şöyle geçer bu mevzu. Üstad şöyle demişti.” gibilerinden atıflarla doğaçlama bir ders oldu. Tabii M. Sungur ağabeyin konuşması biraz kekrek olduğu için, bazı kelimeleri ağzında yuvarlıyordu, hele bir de kısık sesle söylemişse, benim için anlamak zorlaşıyordu. Fakat %90’ının rahatça anladığımı söyleyebilirim.

Ders bitimi yanına yaklaştık, tanışmak için. Bana kim olduğumu sordu. Ben de “Abi, ilk defa geliyorum. Ben Musa Hub. Bursa İlahiyat mezunuyum. Safranbolulu’yum.” dedim. “Hemşehriyiz desene” dedi, “Evet abi” dedim. İlahiyat sonrası ilimle meşgul olduğumu söyledim. O sırada gözü birini aradı, buldu ve “Kardeşimize bir Cevşen hediye edelim.” dedi. Biraz sonra bir Cevşen getirildi, baktım ilk sayfasına bir kağıt yapıştırılmış, üzerinde Osmanlıca bir ithaf cümlesi ve hazır duası var. Kime ithaf edileceği (ad-soyad) kısmı boş bırakılmış. İsmimi-soyismimi tekrar sordu, elleriyle oraya Osmanlıca olarak yazdı ve bana hediye etti. Sungur ağabeyin hediyesi bu Cevşen, İstanbul’dan Fethiye’ye taşındığımız zaman (Ağustos 2016), kitap kolilerim içinde bir yerlerde kaldı. Hala daha hepsini açıp da tek tek bakmadığım için, şimdi buraya onun resmini koyamadım. Ziyaretimize dönelim.

Su gibi akıp giden zamanın sonunda nihayet ayrılık vakti gelip çattı. Sungur ağabey el öptürmez, diye tembihliydim. Fakat Koca Molla Feyzi (Feyzullah) ve Molla Feyzi’lerin torunu, Molla Hasan Efendi’nin oğlu olarak, ben de yetişme biçimim itibariyle âlime ve evliyaya ziyade hürmet edilir, ve büyüklerin daima elleri öpülürdü. O sebeple bir şekilde Sungur ağabeyin elini öptüm. Ayaktaydı, bir de şöyle bir sarıldık. “Allah imandan, Kur’an’dan, hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’den ayırmasın.” diye dualar ederek bizi uğurladı. Bedii dershanesinden dışarı çıkıp adresime doğru giderken, havalarda uçuyor gibi bir huzur, mutluluk ve sevinç içindeydim. Fakat 1967’de Mersin hapishanesine yatmaya giderken onun yaşadığı manevî sevincin zekâtı eder miydi, bilemiyorum.

BEDİÜZZAMAN, MUSTAFA SUNGUR’LA VE SUNGUR’DA YAŞIYORDU.

Burada mahremim olan bir duygu-düşüncemi de not düşmek istiyorum: Mustafa Sungur ağabeye sarılırken, adeta ondaki o küçük Said ruhuna sarılır gibi, ruhuma ondan bir ruh, bir ruhaniyet nuru geçmesini istercesine samimiyetle ve o niyetle sarılmıştım. Onun mübarek elini öperken, tenine değen tenimi sanki cehennem ateşi yakmayacakmış gibi bir hüsnüzanla, ümitle, dua ile öpmüştüm. Mustafa Sungur ağabeye pürdikkat nazar ederken, adeta onda yaşayan Bediüzzaman’ı görmek istiyordum. Neden? Çünkü Mustafa Sungur Ağabeyle ile Üstad Bediüzzaman’ın arasında başkalarından farklı ve fâik olan bir sırr-ı hususî vardı.

Bediüzzaman, Ankara’daki Tarihçe-i Hayat kitabıyla ilgili açılan mahkemeye gideceği sırada Mustafa Sungur’a hitaben: “Sungur, hayatınla hayatım devam edecek!” demişti. Bu, aynı zamanda Bediüzzaman’ın, M. Sungur’a dünyada söylediği son söz olmuştur. Bediüzzaman’da öyle fâni olmuştu ki, ruhlarının imtizacı, hakikat-i insaniyelerinin misliyeti (benzerliği) ve fıtratlarının mütekabiliyeti (karşılıklı birbirini tamamlaması) sebebiyle, Bediüzzaman’ın, Mustafa Sungur’un hayatına emanet bıraktığı bir sırr-ı hayatı vardı. Bediüzzaman’ın hayatından bir sırr-ı hayatiyet taşıyordu. O hayat/iyet sırrının mahiyetini bilemiyoruz, fakat şahsen Mustafa Sungur ağabeyde adeta Bediüzzaman’ın ruhundan bir ruh, bir ruhaniyet cevheri olduğunu ve varlığıyla adeta temessül etmiş bir Bediüzzaman timsali yaşadığını mülahaza edebiliriz. Fakat Ali İhsan Tola’nın M. Sungur hakkında dediği gibi: “Üstadın ruhunu taşımak, o kadar kolay bir mesele olmasa gerek…


ÜSKÜDAR’DAKİ BEDİİ DERSANESİNDE 2. ZİYARETİMİZ: 1997

Daha sonra Mustafa Sungur ağabeyi 1997’de bir kere daha ziyaret ettim, dersine iştirak ettim, daha doğrusu ettik bir kardeşimizle. Bu kez yanımda Celcelutiye’nin müstakil yayınlanmış bir baskısı vardı, onu alıp götürdüm, ruhu şad olsun, onu imzaladı, gene her zamanki mütebessim çehresi ve samimi dualarıyla bizi sardı, sarmaladı, uğurladı.

Bu derste bir başka halvet, halavet ve sekinet vardı. “Âlimin yanında dilini, evliyanın yanında kalbini tutacaksın” demişler. Manidardır ki, Sungur ağabeyin huzurunda ne dilimi, ne de kalbimi tutmaya ihtiyacım olmadı; bütünüyle huzur içindeydim, çünkü huzur-u dâimîye ermiş bir zatın huzurunda insan ancak huzur bulurdu; aklımın araştırmacılığı ve merakı, kalbimin lümme-i şeytaniyesi beni rahatsız etmediler. Edebimizle girdik, edebimizle ayrıldık.

ALTUNİZADE DERSANESİ’NDE KARŞILAŞMAMIZ VE BERABER RESMİMİZ: 1998

1998’de Mustafa Sungur ağabey ile İstanbul/Altunizade’deki bir dersanede karşılaştık. “Hoşgeldiniz ağabey!” dedim. Eline sarıldım, fakat hızlı çektiği için öpemedim, sadece musafaha ve muanaka yaptık. Pekçok insan, Sungur ağabeye teveccüh ediyordu. Herkesle bir-iki dakika da olsa konuşmaya özen gösteriyordu. Kimseyi geri çevirmiyordu. Araya mesafe koymuyordu. Üsttenci davranmıyordu. Kendisini özel bir konumda tutmuyordu. Etrafında koruma çemberi taşımıyordu. Sanki öz ağabeyinizmiş gibi size içten, samimi ve mesafesiz bir yakınlık sergiliyordu. Kelimenin tam manasıyla “ağabey” gibi davranıyordu, onun yanında kendinizi “kardeş” olarak hissediyordunuz. Hele ki size “Kardeş, kardeşim” diye seslendiğinde, “Abi, mahşerde de bana kardeşim diye seslenir misin, orda da bana sahip çıkar mısın” diyesiniz geliyordu. Böyle 15-20 dakikalık musahabeden sonra oradaki müştakları olarak hep beraber Mustafa Sungur ağabeyi aramıza aldık ve birlikte bir resim çektirdik. Mustafa Sungur ağabeyle ilk ve son, yani tek fotoğrafımız bu oldu. Ne zaman bu resme baksam, “Allah, mahşerde beni o ve onun gibi iman ve Kur’an yolunun hizmetkârlarıyla bir ve beraber haşreylesin” ümidi, dileği ve duası içimden geçer.

Resimde Sungur ağabeyle aramızda görünen şahsiyet Horasan’lı merhum Vahdet Yılmaz ağabeydir (1945-2020) ve coronadan vefat etmiştir. Allah rahmetiyle muamele eylesin. 1952’de daha 7 yaşındayken Risalelerle tanışan bu Anadolu delikanlısı, Erzurum’da Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’nin rahle-i tedrisinde bir dava adamı olarak yetişmiş. 1982’de Kırkıncı Hoca’nın talebiyle İstanbul’a Nur hizmetlerine gönderilmiş ve orada Mustafa Sungur ve Mehmet Fırıncı ağabeylerle yakın irtibat halinde bir vakıf ağabey olarak binlerce insanın imanına hizmet etmiş. Müslümanların birliğini bölen o en sağdan fitne operasyonlarına ve şok edici beddualara karşı çıkmış, kalben ve lisânen reddetmiş, dik durmuş ve istikametini kaybetmemiştir. Şahitlerinin ifadesiyle o, tam anlamıyla yüreği insanlığın iman derdiyle muzdarip, ümmetin ittihad mefkuresiyle dopdolu, hakiki, ihlaslı, hamiyetli, gayretli, fedakâr, akıllı, dürüst, hakperest ve ufuklu bir Risale-i Nur talebesiydi, nurlu bir ağabeydi. Rahmetullahi aleyh.

8.ULUSLARARASI BEDİÜZZAMAN SEMPOZYUMU: 2007

Bediüzzaman’la 13 sene imana-Kur’an’a hizmet eden M. Sungur, onun vefatından sonra da Risale-i Nur’un basılması, neşredilmesi, anlatılması, yayılması için yurt içinde ve yurt dışında çok yoğun olarak çalıştı, Nur Medreseleri açtı, bazı derneklerin, vakıfların kurulmasına vesile oldu. 1.si 1991 yılında başlayan Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumları’nın kurucularından ve onur konuklarından birisi de Mustafa Sungur ağabeydi. Bu sempozyumlardan birkaç tanesine katılmak ve yakından onu ve Üstad’ın diğer talebelerini görmek nasip olmuştu. Hem o sempozyumları dinlerken/izlerken, hem de gazetelerde haberlerini okurken, içim içime sığmıyordu. Manevî bir bayram havası esiyordu.

18-20 Kasım 2007’de İstanbul’da düzenlenen 8. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu, “İnsanlık Onuruna Layık Bir Dünya İçin Adalet” konuluydu. Birkaç arkadaşım ve talebemle muhteşem bir kutlamaya koşar gibi katılmıştık. Hatta daha özel ve manevî bir hisle, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin ruhaniyetinin de orada bulunacağına inanıyorduk. Programa katılan Üstad’ın talebelerinde, Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Mehmet Nuri Güleç (Fırıncı), Said Özdemir, Mehmet Kırkıncı ağabeylerde gördüğümüz o gayet derecede edepli duruşu, sanki Üstad’ın ruhaniyeti karşısında ayne’l-yakin bir müşahede altında takınılan bir tavır gibi düşünüyordum.

Dünyanın dört bir tarafından gelmiş konuşmacıları dinlerken, cebren sürgün edildiği ve risaleleri yeni yazmaya başladığı Barla köyünde, 1927-29’larda ilk kâtiplerinden Şamlı Hafız Tevfik’in ‘‘Üstadım, bize uzun uzun cümlelerle bu eserleri yazdırıyorsun. Bunları kim okuyacak?’’ diye sorduğunda ‘‘Ben bu eserleri dünyaya okutacağım!’’ diyen Bediüzzaman’a hitaben “Sadakte ve bil hakkı natakte. Doğru söyledin ve hakikati haber verdin ey Üstad!” diye ruhum haykırıyordu.

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur, Mehmet Fırıncı gibi ağabeylerin İİKV ismi altında 1991’lerde başlattığı sözkonusu sempozyumlar silsilesinde, işbu fakir de üç kez tebliğ sundu. İlk iki tanesi, Ulusal Bediüzzaman Sezyumu idi: “Bediüzzaman ve Tecdit Sempozyumu” (Şanlıurfa, 2013), “Risale-i Nur Perspektifinden Dünya Ahiret Dengesi” Sempozyumu (Diyarbakır, 2014), “Fert ve Toplum Hayatında İman” konulu 12. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu (İstanbul, 2021).

SUNGUR AĞABEYİ ÜSKÜDARDAKİ DERSHANESİNDE SON ZİYARETİMİZ: 2008

Ertesi yıl, 2008’de Mustafa Sungur ağabeyin Risale Dersine son kez katılmak nasip oldu. Üsküdar’daki Bedii Dershanesi’ne eşimle beraber gitmiştik. O üst kata çıktı. Sungur abinin eşi Emine Sungur annemizle tanışmışlar. Daha başka bayanlar da varmış. Tabii aradan 10 sene geçmişti. Sungur ağabeyin çehresi, yaşlandıkça nuranîliği artmış gibiydi. Hangi risaleden, nereyi okuduğunu şu an maalesef hatırlamıyorum. Her zamanki gibi ruha inşirah veren bir atmosferi vardı. Birkaç saatlik o sürenin nasıl geçtiğini hiç bilmiyorum.


İ. CANAN HOCA’NIN CENAZESİNDE SUNGUR AĞABEYLE BERABERDİK: 2009

Üstad Bediüzzaman’ın “İkinci bir Zübeyr (Gündüzalp)” kabul ettiği talebelerinden Prof. Dr. İbrahim Canan Hocanın, 15 Ekim 2009’da Bağlarbaşı’ndaki Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii’nde kılınan cenaze namazına Mustafa Sungur ağabey de iştirak etmişti, yanında oğlu Muhammed Nur Sungur ağabey ile beraber. Ben de o gün orada idim. Sungur ağabeyle dünyada son buluşmamız Canan Hocanın cenaze namazı olmuştu. Bu görüş, onu dünya gözüyle son görüşümdü. Böylece hayatımda 6 kere Mustafa Sungur ağabeyle birlikte olmuş oldum. Gönlüm “Keşke daha fazla, defalarca, onlarca, yüzlerce kez dersine iştirak etseydim” diye hayıflanıyor, ama aklım, “Buna da hamdolsun.” diyor. Bundan sonraki buluşmamız ise kendi cenaze namazında olacaktı… Dilerim ve dilenirim Rabbimden ki, mahşerde de bizleri buluşturur ve Üstadımız’la, Peygamber Efendimiz’le beraber ve cennette ebedî komşular oluruz.

ANADOLU AĞABEYLERİNDEN MUSTAFA SUNGUR BELGESELİ

Risale Akademi “Anadolu Ağabeyleri” panellerinde Mustafa Sungur ağabey için de belgesel hazırlamıştır. Vefatından kısa bir süre önce yayınlanan belgeselde Abdullah Yeğin, Mehmet Fırıncı, Abdülkadir Badıllı, Mehmet Kırkıncı, Eyüp Ekmekçi, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Muhammed Nur Sungur, Ahmet Sungur ve Hasan Celal Güzel konuşmuşlar. Abdülkadir Badıllı, “Veli bir zat, Sungur abi. Kalbi açık.” derken, Mehmet Kırkıncı da “Manevî derecesini bilemem ama, Risale-i Nur’a onun kadar hizmet eden olmadı, onu aşan olmadı. Türkiye’yi 2-3 defa beraber gezdik. Dünyada her yeri gezdi, dolaştı.” demiştir. Hasan Celal Güzel de: “İnsanlara kendisini sevdiren, sevgi dağıtan ve hayatıyla herkese emsal teşkil etmiş, mübarek bir zattır. Gerçekten bunlar Anadolu’nun ağabeyleridir.” demiştir.²⁰

M. SUNGUR VE ÜSTADIN DİĞER TALEBELERİNİN YAZDIĞI MEKTUP: 2012

(Resimdekiler soldan sağa: Mustafa Sungur, Salih Özcan, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Hüsnü Bayram, Ahmed Aytimur ve Mehmet Fırıncı.)

Mustafa Sungur ağabey, vefat edeceği 2012 yılında Bediüzzaman’ın hayattaki bazı talebelerini Bedii dersanesine davet ediyor, orada bir toplantı yapıyorlar. Konu: Risalelerin sadeleştirilmesi meselesinin durdurulması. Bunun için bir mektup yazıyorlar, ilk imzayı da Mustafa Sungur atıyor. Mektubu gönderiyorlar, fakat hiçbir cevab-ı savâb alamıyorlar. Mektupla aralarından birini, Üstad’ın vâris ve vekil talebelerinden Said Özdemir ağabeyi elçi olarak göndermek istiyorlar, o da reddediliyor. “Yeniler dünyayı fethetseler de; eskileri tanımıyor, onları arayıp hürmet ve istişare etmiyorlarsa nakıs kalır. Eskilere hürmet, edep ve saygıda kusur edilmemelidir.”²¹ diyen Mustafa Sungur’a bu sözü dedirten elbette bir takım kişiler ve olaylar olmuştu.

RİSALELERİN SADELEŞTİRİLMESİNE KARŞI DURUŞU VE KIRGIN VEFATI

Yakınındaki isimlerin ifadesiyle Sungur ağabey bu meseleden dolayı daha şiddetli hastalanmış ve kırgın olarak vefat etmişti. Ümit Şimşek’in ifadeleriyle: “Ömrünün son senesinde maruz kaldığı bir ihanet, Sungur Ağabeyin tahammül edeceği cinsten bir şey değildi. Çünkü bu defa hedefte kendi şahsı değil, Üstadının emaneti olan Risale-i Nur vardı. Müellifinin ve vârislerinin herkesçe bilinen muhalefetine rağmen, “sadeleştirme” adı altında başlatılan kapsamlı bir tahrifat faaliyeti, Sungur Ağabey’in bütün hayatı boyunca yaşadığı acıların en büyüğü oldu. Âhirete intikaliyle sonuçlanan hastalığına kadar bu ıztırap içinde yaşadı; ıztırabını da her fırsatta en şiddetli tabirlerle dile getirmekten hiçbir zaman geri durmadı.”²²

Benim de bildiğime göre: Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi meselesine Bediüzzaman’ın bütün talebeleri gibi, hatta en başta o karşı çıktı, net tavrını ortaya koydu. Sadeleştirenleri ve onlara fikren ve fiilen müzahir olanları asla tasvip etmedi, hatta onlarla kalbî bağını kopardı attı. Fatih Gür, 07 Mayıs 2014 Çarşamba günü şöyle bir şahitliğini kaydetmiştir: “Sadeleştirme olayı ortaya çıktıktan sonra Abdullah Yeğin ağabeyle Sungur ağabeyimiz telefonda konuşurken, Sungur ağabey F. Hoca hakkında dedi ki: ‘Ben artık onunla kalben alakamı kestim.”²³

Sadeleştirme konusunda Mustafa Sungur’un evlatları Şerife Sungur, Ahmet Sungur, Saide Nur Sungur, Nurullah Sungur, Cihannur Sungur bir araya gelerek ortak basın açıklaması yapmışlar ve Sungur ağabeyin: “Bu olay beni çok yıprattı. Değil şimdi, ta kıyamete kadar buna sebep olanları affetmeyeceğiz. Ben kalben bağımı kesiyorum.” dediğini, 2012’de (The) Cemaat’e karşı tavır aldığını belirtmişlerdir.²⁴

M. SUNGUR’UN VEFATI VE CENAZE NAMAZINA İŞTİRAKİM: 01-2 Aralık 2012

Nihayet tarihler 1 Aralık 2012 tarihini gösterdiğinde, insanlık ağacından bir insan güzeli de yaprak gibi dalından kopacak ve geldiği toprağa düşecekti. 83 yaşında vefat eden Mustafa Sungur’un, bin geceden (83 yıl + 4 aydan) hayırlı olan Kadir gecesi sırrını taşıyan bir ömrü bedenî/dünyevî olarak nihayet buldu ve fakat manevî olarak adeta sonsuzluğa açıldı.

Mahşerî bir kalabalığa sahne olan Fatih Camii’ndeki cenaze namazına, Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram, Mehmet Fırıncı, Salih Özcan, Mehmet Kırkıncı ve Abdülkadir Badıllı da katıldılar. O tarihlerde İstanbul’da olduğum için, bize de cenazesinde yer almak, namazını kılmak, hüsn-ü şehadette bulunmak nasib ü müyesser oldu. Cenaze namazını Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez Hoca kıldırdı. Sungur ağabeyin vefatına duyduğum hüznü yazmaya karşı kalbim ketûm davranıyor, yazamıyorum; geçiyorum.

VEFATI SONRASI SUNGUR AĞABEYİN BEDİ’ DERSANESİNDEKİ MAKAMI

Bedeninin makamı Eyüp mezarlığında olan Mustafa Sungur ağabeyin ruhaniyetinin makamı ise onu tanıyan ve seven bütün gönüllerdeydi. 1 Aralık 2012’de vefatını müteakip 13 Aralık Perşembe akşamı (yani Cuma gecesi) Abdurrahman İraz, Mustafa Sungur ağabeyin son 20 yıldır ders yaptığı Bedii Dershanesinde mu’tad Risale Dersine katıldığını, daha öncekinden çok daha kalabalık olduğunu, Sungur ağabeyin ders yaparken oturduğu yere kimsenin oturmadığını, (adeta manevî bir makam gibi) boş tutulduğunu ve adeta o, ruhaniyetiyle odadaymış ve orada oturuyormuş gibi herkesin hürmetle davrandığına şahit oluğunu yazmıştır.²⁵ İşte bu hürmet, onun velayetine ve velayet makamını temsil eden yere bir tazimin ifadesinden başka bir şey değildi.

Bunu okuyunca aklıma Eşrefoğlu Rumî’nin Müzekki’n-Nüfûs isimli eserinde geçen, tâ İlahiyat yıllarında okuduğum bir evliya tasnifi geldi. Bir açıdan dört çeşit evliya vardır, diyordu: 1.Evliya olduğunu kendi bilir, halk da bilir. 2. Kendi bilir, halk bilmez. 3. Halk bilir, kendi bilmez. 4. Ne halk bilir, ne kendi bilir. Sungur ağabey hayattayken de, vefat ettikten sonra da çevresi tarafından veli kabul edilen bir zât idi. Söylemlerinden ve davranışlarından, onun kendisini bir evliya gibi bildiği/gördüğü hususunda elimizde hiçbir veri yok. Demek ki diyorum ben, Mustafa Sungur ağabey, evliya olduğunu kendisi bilmese de, halkın bildiği velilerdendi.

Onu yakından tanıyan pek çoklarının ortak kanaat ve şehadetiyle Mustafa Sungur Ağabey, velayet-i kübrâ sırrına erdirilmişlerden bir ehlullah idi. Manevî rütbesi yüksek bir şahsiyetti, gizli bir hazineydi, arkasındaki takipçilerine bir çeşit rol modeldi. Nasıl ki Üstad’ın talebelerinden Hafız Ali fedakarlıkta- hasbîlikte zirvedir. Tahir ağabey bir çeşit İmam-ı Geylânî gibi, Mehmet Feyzi Efendi İmam-ı Rabbanî gibidir. Ahmed Feyzi, aşk ü iştiyakta Mevlana gibidir. Hulusi Yahyagil ihlas’ta-samimiyette bir kutuptur. Öyle de, Mustafa Sungur da, azimde-gayrette bir kutuptur. Kendisinin evliya olduğunu bilmeyen, ama çevresinde evliya olduğu farkedilmiş olan ehl-i hizmet bir erbâb-ı hâldir.

ÜÇ SAİD VE ÜÇ MEŞREP NUR TALEBELERİ: MUSTAFA SUNGUR’UN MEŞREBİ

Risale-i Nur’da iç içe geçen üç kavram var: Daire, meslek ve meşreb. Eşleştirmek gerekirse: Risale-i Nur dairesi, Nur Mesleği ve Bediüzzaman’ın şahsî meşrebi şeklinde kategorize edebiliriz. Bu açıdan Üstadın vârisleri/talebeleri de sınıf sınıftır: bazısı Nur mesleklidir, bazısı kısmen Bediüzzaman meşrepli, bazısı Eski Said, bazısı Yeni Said, bazısı da Üçüncü Said meşreplidir. Örnek vermek gerekirse; Hulusi Yahyagil ve Tahirî Mutlu, Nur Mesleklidir. Abdülmecid Nursî, Mehmed Kayalar ve biraz da Said Özdemir’in Eski Said’e yakın bir meşrepleri vardır. Hüsrev Altınbaşak, Hafız Ali ve Âtıf Ural, tamamen Yeni Said meşreplidirler. Zübeyr Gündüzalp, Mustafa Sungur, Ceylân Çalışkan, Hüsnü Bayram, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin, Ahmed Aytimur da ağırlıklı olarak Üçüncü Said meşreplidirler. Elbette bunlar bakış açılarına göre değişkenlik arz eden yorumlardan ibarettir.

Bediüzzaman’ın şahsiyetinde toplanan “Eski, Yeni ve Üçüncü Said”e karakter ve gidişat olarak benzeyen Nur Talebeleri gibi, Nur Câmiasındaki bazı nur cemaatleri de kimisi Eski Said’in, kimisi Yeni Said’in, kimisi de Üçüncü Said’in izinden gitmektedirler veya daha belirgin olarak o yönleriyle tebarüz ve temayüz etmektedirler. Kördoğlu Grubu daha ziyade Eski Said’e yakın iken, Hüsrev Altınbaşak’ı izleyen Yazıcılar grubu Yeni Said’in, Meşveret ve Yeni Asya Grupları da Üçüncü Said’in izinden gitmektedirler. Bu, diğerlerini dışladıkları anlamına gelmiyor, sadece üzerlerinden akseden belirgin renk dışarıya böyle görünüyor.

EHL-İ MEKTEPTEN BİR MUALLİM-İ HAKİKAT: SOFİ FİLOZOF

Mektep, Medrese ve Tekye’yi mahiyetinde birleştirmiş olan Risale-i Nur’un talebeleri de, meşrebi itibariyle bazısı ehl-i medrese, bazısı ehl-i tekye ve bazısı ehl-i mektep idi. Mustafa Sungur, fıtratı ve mesleği itibariyle ehl-i mektep olan talebelerindendi ve muallimdi, öğretmendi, ilme, hikmete, hakikate müştâk idi. Risale-i Nur’a giren ilk mektuplarında ve Bediüzzaman’ın nazarında o, “Muallim Mustafa Sungur”dur,²⁶ yani ehl-i mekteptir. Kendisi birgün Bediüzzaman’dan şöyle bir hatıra nakleder: “Üstad, Zübeyir Ağabey, Ceylan ve ben gidiyorduk. Üstad: ‘Zübeyir ile Ceylan şehittir’ dedi. Ben de, ‘Ne olur Üstad’ım, dua ediniz ben de şehid olayım’ dedim. Üstad da: ‘Talebe-i ulûm olarak ölen de şehittir’ dedi.” Bediüzzaman’ın bir hadis-i şerife  dayanan bu sözü ve öngörüsüne binaen, inşallah, Mustafa Sungur ağabeyin şehiden vefat etmiştir diye hüsnüzan edebiliriz.

Mektep akla, medrese kalbe, tekye vicdana bakar. Bediüzzaman, hem aklı, hem kalbi iyi çalıştığı için Mustafa Sungur’a ‘sofi filozof’ demiştir. Akıl ve kalp bütünlüğü itibariyle hem Nur Mesleğini hem de Bediüzzaman’ın meşrebini taşıyabilecek bir mahiyet ve kabiliyeti hâiz idi. Üstad’dan nasıl ders aldıysa, o prensiplerle hizmetini aynen sürdürdü. “Anarşi: Sebep ve Çareleri” isimli kitabının ön kapağına “Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin!” diye yazdırarak yayınlatan Mustafa Sungur hakkında rahatlıkla diyebiliriz ki: Türkiye’nin kalbine ihlas ve ihlaslı hikmet pompalayan maneviyat merkezlerinden birisiydi.

Mustafa Sungur ağabeyin bütün Nur Talebeleri’ne, hatta bütün dinî cemaatlere açık bir gönlü ve ufku vardı. Birgün, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî’nin başlarındaki Mehdi’nin üç vazifesiyle alâkalı mektup okunurken Sungur Ağabey şöyle der: “Diğer bütün cemaatler Mehdiyet şahs-ı mânevîsine dâhildir. Risale-i Nur öncüdür. Bütün Kur’anî ve İslâmî hizmette bulunan cemaatler bu manaya dâhildir. Sonradan gelecek Zat meselesi ise Mehdiyet’in devamıdır.”²⁷

Üstad Bediüzzaman’ın onlarca, yüzlerce hususî hâlini ve kâlini, Risale-i Nur’la ilgili çok özel bilgileri bize aktarmıştır. Mesela Üstad’ın “Nur Talebelerine dua ettiğim vakit, onlardan gelecek nesillerini, çocuklarını ve torunlarını da niyet ediyorum” dediğini nakletmesi, bizim gibi sonradan gelen bütün Nur Nesilleri’ne farklı bir bereket ve nisbet kazanma vesilesi olmuştur. Bunun yanı sıra Sungur ağabeyin zamanın ruhuna uygun bazı kendi yorumları da olurdu. Mesela, Lahikalarda geçen ‘haslar, erkânlar, nâşirler’ gibi dairelerin bugünkü karşılıklarının ne olabileceği sorulduğu zaman: “Onların artık hükmü kalmadı, mesele umumiyet kesbetti” diye cevap vermiştir.²⁸

ÜSTADIN TALEBELERİ ADINA ELÇİLİK VAZİFESİ TEVDİİ: 2012

Mustafa Sungur ağabeyin vefatından 20 gün sonra, İstanbul’da 20 Aralık 2012 Perşembe günü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz bir toplantı düzenledi ve arşiv belgeleri ışığında Bediüzzaman’ın seceresini/soyağacını ortaya koydu. O toplantıya Üstad’ın hayattaki talebelerinden Abdülkadir Badıllı, Seyyid Salih Özcan ve Hüsnü Bayram ağabeyler de katılmışlardı. Ben de, Üstad’ın talebelerinden Ceylan Çalışkan’ın yeğeni Ali Said Çalışkan ağabeyin davetine icabeten iştirak etmiştim. O programda konuşmacılardan birisi de, Akgündüz’ün en çok istifade ettiğini söylediği Mufassal Tarihçe-i Hayat’ın müellifi Abdülkadir Badıllı ağabeydi. Konuşmasının sonuna doğru gözlerinden yaş süzülerek ağladı ve dedi ki: “Yok mu birisi, çıksın da bu Risale-i Nur’ları sadeleştirme işini gitsin, konuşsun, durdursun.” Daha bazı şeyler daha söyledi. Video kaydı elimde olsa, bütün cümleleri net olarak yazıya aktarmak isterdim.

Program bitimi, Ceylan Çalışkan’ın yeğeni Ali Said Çalışkan ağabey hızlıca bana doğru geldi, kolumdan tuttu ve beni Abdülkadir Badıllı ve Hüsnü Bayram ağabeylerle tanıştırdı, birkaç cümleyle tanıttıktan sonra: “Musa Hub Hoca, Ankara İlahiyat Fakültesinde, tasavvuf dalında doktora yapıyor. Doktora tez konusu: Bediüzzaman’a Göre Seyr ü Süluk. Kendisi yakın zamanda Amerika’ya gidecek. Eğer uygun görürseniz, sadeleştirme işinin durdurulması için sizler (Üstad’ın talebelerinin) adına görüşebilir, konuşabilir. Yazdığınız mektubunuzu bizzat adresine ulaştırabilir. Bu işten râzı olmadığınızı iletebilir. Hayırlısıyla mevzu kapanır inşallah.” Bu mealde sözler sarfetti. Daha önce böyle bir hususta hiç konuşmadığımız ve hiç beklemediğim bu sözler karşısında, emr-i vâki ile sırtıma bir mes’ûliyetin yüklendiğini farkettim. Ne var ki bu konuşma orada öylece kaldı. Ne bana herhangi bir mektup teslim edildi, ne de ben bir daha ABD’ye gittim. Çünkü o eski defteri ben 2011’de umrede, huzur-u Nebî’de çoktan kapatmıştım.

Sözkonusu programda Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, arşiv belgeleri ışığında Bediüzzaman’ın seceresini/soyağacını, yani mübârek nesebinin seyyid ve şerif silsilesinden geldiğini şema’lar üzerinde göstererek açıkladı. Mustafa Sungur ağabey 20 gün önce vefat ettiği için, bedenen orada bulunamıyordu. Akgündüz, daha sonra yapılan itirazlara karşı verdiği beyanatta, Üstadın bütün talebelerinin, onun seyyid olduğunu tasdiklerini, hatta Mustafa Sungur’un da tasdik ettiğini yazdı.²⁹ Akgündüz’ün 6 kalın ve büyük boy ciltten oluşan “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursî ve İlmi Kişiliği” isimli dev ansiklopedisinin 1. cildine, Üstad’ın 6 talebesi; Hüsnü Bayram, Salih Özcan, Said Özdemir, Abdullah Yeğin, Ahmed Aytimur ve Abdülkadir Badıllı, ortak bir Önsöz yazmışlar ve en son merhum Mustafa Sungur’un da tasvip ettiğini ifade etmişlerdir: “Prof. Dr. Ahmed Akgündüz kardeşimize merhum Mustafa Sungur Ağabeyin, cemaatin huzurunda ve şifâhî olarak yaptığı teşvik ve tasvibi, biz de bu takriz ile yazılı olarak yapmayı vazife addediyoruz. Kendisine hayırlı ömür niyaz ederek geriye kalan ciltleri tamamlamasını Yüce Allah’dan niyaz eyliyoruz. İstanbul – 30 Haziran 2013.”³⁰

MUSTAFA SUNGUR ABİYLE RÜYADA BULUŞMAK: 2013

Duygu Düşünce Günlüğüm’den Mustafa Sungur ismini tarayınca karşıma çıkan notlardan birisi de şu oldu. Osmanlı Araştırmaları Vakfı’nda görevli Said Nohut Bey, 22 Mart 2013 Cuma gecesi şöyle bir rüya görmüş, bana yazmış, ben de not etmişim:

“Rüyamda bir kütüphanedeyim. Bir kitap var, üzerinde Musa Hub yazıyor. Kitabın adı: ‘Peygamberler ve Sahabeler.’ Bu kitap bende yok diyorum… Sonra elime başka bir kitap alıyorum, inceliyorum. Kitabın bazı sayfaları yarım çıkmış, belgeler filan tam gözükmüyor. Kitabı karıştırıyorum. Kimi sayfalarına dokununca birden canlanıyor, dokunmatik ekranlı telefonlar gibi, içindeki resimler canlı hale geliyor. Bir karede Mustafa Sungur ve Abdülkadir Badıllı ağabeyler oturmuş meyve yiyorlar. Canlı TV izler gibi izliyorum. O sırada içeri F. G. geliyor, üzerinde kısa kollu bir kıyafet var. Mustafa Sungur ağabey, birden celallendi ve onu fırçaladı, ‘Niye böyle giyiniyorsun?’ diye. Bu rüyadan sonra ertesi gün vakfa (Osmanlı Araştırmaları Vakfı’na) gittim. Hazırladığım kitabın bazı sayfaları baskıda yarım çıkmıştı, hayret ettim, tıpkı rüyamdaki gibiydi…”³¹

Duygu-Düşünce Günlüğüm’de şöyle bir bilgi daha buldum: 16 Haziran 1995 Cuma günü, İstanbul’da birinden dinlemiştim: Bir Nur talebesi çay hakkında dermiş ki: “Ekallü’ş-şâyi selâsün. Velâ hadde ekseruhâ. Hâzâ hadîsün. Ravâhu Müslim.” Yine çayla ilgili bir başka hatırada: Bir telgrafçı Mustafa Sungur ağabeye demiş ki: “Ben inanıyorum ki, bu millet dirilecek!” O da “Nerden biliyorsun?” diye sormuş. Demiş ki: “Baksana, millet artık çok çay içiyor. Çok çay içen, İslam’a çabuk ısınır.” O adam kendisi de çok çay içerdi. Öyle zannediyor ki, çay imanı ziyadeleştirir, öyle inanmış. Belki de çay insanı diri tuttuğu için, kalbin etrafındaki yağları eritiyor olabilir, kalp uyanık kalıyordur. Allahu a’lem. Ben de bir başka nur talebesinden duymuştum, şöyle nükteli bir sözü, hadis (söz) olarak naklediyordu: “Eş-şâyü yezîdü’l-imân. Çay imanı ziyadeleştiririr, artırır.” Çay etrafında toplanıp demlenen Nur Talebelerinin latifeleriydi bunlar.

MUSTAFA SUNGUR’UN OĞLU MUHAMMED NUR SUNGUR’UN DAVETİ 2013/14

Biz İstanbul Ümraniye’de ikamet ederken, 2013/14 yılları olması lazım, bir yerde karşılaştığımız, kısa bir ayaküstü sohbet ettiğimiz Muhammed Nur Sungur ağabey (Mustafa Sungur ağabeyin oğlu) bizi ailecek kendi evine davet etti. Eşi ablamız da eşimi tv’lerden tanıyor, seyrediyormuş. Ne var ki hep “bugün gidelim, yarın gidelim, haftaya gidelim, öbür ay gidelim” derken, bir türlü vâki’ bir davete icabet etmeyi başaramadık. Fakat Twitter’da karşılıklı takipleştiğimiz için, en azından paylaşımlarını görüyor, okuyor, istifade ediyoruz. Birkaç defa da DM’den, Üstad’ın meçhul kalmış bir talebesi üzerine ve muhterem pederleri hakkında bilgi alış-verişinde bulunduk. Babalarına layık bu sâlih evlatları tebrik etmenin ötesinde, örnek almak gerektiğini düşünüyorum.

Vefat yıldönümünde, 1 Aralık 2021’de twitter’dan şöyle yazmıştım: “Allah Teala, Üstad Bediüzzaman’ın varis talebelerinden merhum Mustafa Sungur ağabeye rahmetiyle muamele buyursun ve buyurmuştur inşallah diye inanıyorum. Kendisinin birkaç dersine katılmış, imzalı bir Cevşen hediyesini ve duasını almış, ve bir şekilde mübarek elini öpmüştüm. Bediüzzaman Said Nursi gibi üstadı olana ne mutlu! Mustafa Sungur gibi babası olana ne mutlu! Muhammed Nur Sungur gibi evladı olana ne mutlu! Böyle salih insanlara arkadaş olana ne mutlu! Ne mutlu hakiki müslüman olana, hakiki insan olana!

M. SUNGUR SONRASI BEDİÜZZAMAN’IN MANEVÎ HAYATININ YENİ DÖNEMİ

Üstad Bediüzzaman’ın tuğla tuğla inşa ettiği ustalık dönemi eserlerinden olan Mustafa Sungur, bir insanlık heykeliydi. Risaleleri kitap olarak yazan Bediüzzaman, risalelerle Mustafa Sungur ve nicelerini de birer insan olarak yazmıştır, yetiştirmiştir. Risaleler içinde Âyetü’l-Kübrâ’nın yeri gibi, Mustafa Sungur da Risale-i Nur’un mücessem bir âyetiydi, mübedden bir şâhidiydi. Allah Teala, Üstad Bediüzzaman’ın varis talebelerinden merhum Mustafa Sungur ağabeye rahmetiyle muamele buyursun ve buyurmuştur inşallah diye inanıyorum.

Bediüzzaman Hazretleri, Mustafa Sungur ağabeye “Hayatım hayatınla devam edecek” müjdesini vermişti. Erbab-ı kalemden ve ehl-i nurdan Ümit Şimşek’in ifadesiyle: “Yarım asırdan fazla bir zaman boyunca Bediüzzaman onun cesedinde yaşadı. Himmeti ve hizmeti vatan sathıyla sınırlı kalmadı. Dünyanın dört bir yanında insanların önüne, ebedî saadet yurdunun kapılarını, Allah, onun ve etrafında kenetlenenlerin eliyle açtı.”³² Çünkü Mustafa Sungur’un okuduğu/okuttuğu Risale-i Nur’du, anlattığı/yaydığı Risale-i Nur’du, ideali/mefkûresi Risale-i Nur’du… Bilemiyoruz, M. Sungur’un vefatından sonra Üstad Hazretleri, bu yeni dönem hayatını nasıl sürdürecek, veya sürdürüyor; hangi gönle/eve misafir veya mukim olarak yerleşecek de temsil ettiği hakikatlerle yaşamaya devam edecek veya ediyor?

Ümit Şimşek, Risalelerin Diyanet İşleri Başkanlığı’nca basılması için bazı görüşmeler yapmış olmasından ve vefat edeceği gün Diyanet Başkanı Prof. Mehmet Görmez’in bir rüya üzerine kendisini hasta yatağında ziyaret etmesinden hareketle, Mustafa Sungur’un hayatıyla taşıdığı emanetin/hakikatin vefatı sonrası Diyanet eliyle daha geniş kesimlere ve nihayet asıl sahibine ulaşacağını düşünmektedir.³³

Âilecek âbâ-emced Risale-i Nur’un sâdık hizmetkârı olan Sungur ailesinde, Mustafa Sungur’un annesi Cemile Hanım (ö.1998) da o kadar değerliydi ki, Mustafa Beşok’un naklettiğine göre Bayram Yüksel ağabey: ‘Benim annem vefat etse, o anda da Sungur ağabeyin annesi vefat etse, ben Sungur ağabeyin annesinin cenazesine giderim, çok mübarektir’ demişti.” Öyle de, Mustafa Sungur, kendisini tamamen Üstad’ın hizmetine vakfettiği için, 1948’den itibaren 7 çocuğunu tek başına binbir fedakarlıkla büyütmüş olan muhtereme eşi, Emine Sungur annemiz de çok mübarek bir İslam hanımefendisiydi. Üstad Hazretleri: “Sungur! Haremin (eşin), senin hizmetlerine şeriktir (ortaktır)!” demişti. Bu güzide annemiz hâlen hayattadır ve 15 aydır da yatağa bağlı vaziyette imrâr-ı ömür etmektedir. Allah eş-Şâfî ismiyle şifayâb eylesin inşallah.

Hemen bütün fertleriyle fenâ fi’n-nur olmuş bu âile-i Sungur’u muhabbetle, hürmetle, minnet ve şükran duygularıyla yâd ediyoruz, gelecek nesillerin de yâd-ı cemîl olarak anacaklarını diliyor ve intizar ediyoruz. Hayatı imana-Kur’an’a hizmetle, mahkemelerle, hapislerle geçmiş olan Mustafa Sungur ağabey ve anne-babası başta olmak üzere, bu milletin maneviyatına çalışmış bütün ehl-i hizmet şahsiyetlerin ve tabii ki Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin ruh-u azîzleri için el-Fâtiha!

KAYNAKLAR:


¹ Nursî, Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 186 – s.1784
² Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 3 – s.1810.
³ Nursî, Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 168 – s.1776.
⁴ Nursî, Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 186 – s.1784.
⁵ Nursî, Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 145 – s.1761.
⁶ Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 3 – s.1809.
⁷ Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 23 – s.1818.
⁸ Nursî, Şualar / 14. Şua – s.1098, 1106-1108.
⁹ Nursî, Tiryak – s.2356.
¹⁰ “Hem fedakâr evlâdın çok fevkinde sadakatle şimdiye kadar hizmetleriyle herbiri birer genç Said olarak beş-on Abdurrahmanlarım hükmünde Sungur, Ceylân, Salih, Abdullah, Ahmed, Ziya gibi genç ve çalışkan Saidleri senin yanına hem benim vekilim, hem senin talebelerin olarak benim bedelime o küçücük medrese-i Nuriyeye nezaret ve bir nevi dershane olarak reyinize bırakıyorum.” Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 39 – s.1826.
¹¹ “Ben kendim zehir hastalığıyla şiddetli hasta olduğumdan ve kendi hukukumu müdafaa edemediğimden, Sungur’u kendime vekil ediyorum. Eski hükûmetin bana karşı yirmi senelik işkenceyle bu tahribatın kaldırılmasını adaletperver yeni hükûmetin bakanlarından bekliyorum. Kardeşlerimden Mustafa Sungur’u tevkil ediyorum. Nur şakirtleri namına Said Nursî.” Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 18 – s.1817.
¹² Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 37 – s.1825.
¹³Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 47, 117 – s.1829, 1891.
¹⁴ Mesela: Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 27, 35 – s.1821, 1823.
¹⁵ Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 38 – s.1826.
¹⁶ Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 136 – s.1901.
¹⁷ “Üstadın hizmetinde bulunan kusurlu Sungur, Zübeyir, Ziya.” (Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 20 – s.1817.) “Kardeşleriniz Tâhirî, Zübeyir, Ceylân, Sungur”. Nursî, ¹⁸ Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 146 – s.1909. “Nur talebelerinden Mehmet Kaya, Hüsrev, Tâhirî, Sungur, Zübeyir, Ceylân, Bayram” Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 135 – s.1901. “Nur talebeleri ve Nurcu Üniversite gençliği namına Sadık, Sungur, Ziya”. Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 18 – s.1817.
¹⁹ Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 98, 144 – s.1879, 1908.
“Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur’un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur’un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayınını alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını vermek kat’î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım. Said Nursî” Nursî, Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 144 – s.1908.
²⁰ https://www.youtube.com/watch?v=rz0GQxfA8xc
²¹ Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, c.1, s.
²² Ümit Şimşek, “Bediüzzaman’ın Sungur Abi’ye Müjdesi” (Makale), Son Devir Dergisi, Aralık 2012. Bkz. https://irfandunyamiz.com/umit-simsek-yazar-ustadin-mustafa-sungur-abiye-mujdesi-irfandunyamiz/
²³ Bkz. Risale Haber: https://www.risalehaber.com/babamiz-mustafa-sunguru-rahat-birakin-209523h.htm
²⁴ Sözkonusu basın açıklamasında şöyle demişlerdir: “Babamız (Mustafa Sungur) hakkında uydurulan en son ve en vicdansızca yalan, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi karşısında onun gösterdiği canhıraş infiali, kendisinin sağlık durumuna bağlama teşebbüsü olmuştur. Buna karşı, babamızın son anına kadar yakınında bulunan biz evlatları, yine onun yakınında bulunan Nur talebesi kardeşlerimizi de şahit tutmak suretiyle açıkça bildiriyoruz ki, babamız son nefesini verinceye kadar daima aklıselim ile düşünmüş, konuşmuş ve hareket etmiştir. Sadeleştirme adı altında girişilen tahrif teşebbüsünün babamızı nasıl yaraladığını bizzat gördük ve bu yaranın ıstırabını onunla birlikte yaşadık… Cemaat 2012 yılında sadeleştirme çalışmalarına tekrar başladığında, babamızın Bediüzzaman’ın diğer talebelerini ortak bildiri hazırlamak için topladığına bizzat şahit olduk. Hatta Gülen’e yazılan mektuba ilk imzayı kendisi koydu. O andan itibaren de sürekli olarak bu teşebbüsü durdurmaya çalıştı. Mektubuna cevap bile verilmedi. Aksine kulak asmaksızın tahrif faaliyetlerine hız verildi. Babamız 2012’de (the) cemaate tavır almıştır. Hakkında yalan uyduruyorlar…” Risale Haber, 07 Mayıs 2014, https://www.risalehaber.com/babamiz-mustafa-sunguru-rahat-birakin-209523h.htm ; Habername, 29 Mart 2014: https://www.habername.com/haber-mustafa-sungurun-cocuklarindan-cemaat-medyasina-tepki-97724.htm
²⁵ “Gerçeği gizlemeye hiç gerek yok, ben Sungur Ağabeyin vefatından sonra Bedi’de böyle bir kalabalığın olabileceğini hiç düşünememiştim. Ama daha içeriye girer girmez şaşkınlığımı gizleyemedim ve kapıda gördüğüm ilk arkadaşa “ne oldu bir şey mi var” diye sordum. O da benim şaşkınlığıma şaşırmış olacak ki “yooook” diye cevap verdi.
Namaz kılınmış tesbihat yapılıyordu. Fırıncı ağabeyin de yeni geldiği belli oluyordu zira arkalarda bir yere oturmuştu. Ben de yanına oturdum. Tesbihat bittikten sonra Muhammed Sungur, Fırıncı ağabeyi baş köşeye çağırdı ve onu babasının yerine oturtmak istedi, ama Fırıncı ağabey Sungur abinin yerine oturmadı. Muhammed Sungur’un bütün ısrarlarına rağmen o nezaket ve zerafet abidesini Sungur ağabeyin yerine oturtamadı.
Gerçekten o kocaman salonda bir kişinin bile oturacak yeri yoktu. Sadece Sungur ağabeyin makamı boş duruyordu. Ders başladı ve bir zaman sonra İhsan Atasoy içeri girdi ve boş gördüğü tek yere oturdu. Artık Sungur ağabeyin gelmeyeceği kesinleşmişti. Ben 2005’ten itibaren muntazam olarak oraya derse gidiyorum. Oraya hiç kimsenin oturduğuna şahit olmamıştım. Sungur ağabey yurt dışında veya yurt içinde bir gezide olabilir, yani İstanbul’da değildir, ama hiç kimse Sungur ağabeyin makamına oturmazdı.
Evet Sungur ağabey cismani olarak belki orada değildi fakat Necmi Eroğlu’nun dediği gibi “Eskiden Sungur ağabey bazan yurt dışına çıkıyor, bazan yurt içinde dolaşıyordu ama artık Sungur ağabey hep burada Bedi’den dışarıya hiç çıkmayacak ve biz ona göre tevrımızı takınalım.” Zaten akşamki manzara onu anlatıyordu her bir kişinin Sungur ağabeyin karşısında oturuyormuş gibi adeta bir hal içre olduğu görünüyordu.” Abdurrahman İraz, “Sungur Abiden Sonra Bedi”, Risale Haber, 14 Aralık 2012. Bkz. https://www.risalehaber.com/sungur-abiden-sonra-bedi-14151yy.htm
²⁶ Nursî, Şuâlar / On DördüncüŞuâ – s.1057.
²⁷ Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, c.1, s.
²⁸ Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, c.1, s.
²⁹ 31 Mart 2013, Risale Haber, bkz. https://www.risalehaber.com/akgunduzden-said-nursi-seceresine-gelen-itirazlara-cevap-175395h.htm
³⁰ Bkz. Akgündüz, Bediüzzaman Said Nursî, c.1, s. 5-7.
³¹ Musa Hub, Duygu-Düşünce Günlüğü, Özel Arşiv.
³² Ümit Şimşek, “Bediüzzaman’ın Sungur Abi’ye Müjdesi” (Makale), Son Devir Dergisi, Aralık 2012. Bkz. https://irfandunyamiz.com/umit-simsek-yazar-ustadin-mustafa-sungur-abiye-mujdesi-irfandunyamiz/
³³ “Bir rüya: Sungur Ağabeyin hayatı bizim dünyamızın ölçüleriyle açıklanabilecek bir hayat değildi; ölümü de hayatına münasip şekilde tecellî etti. Gayb âlemlerinde nerelerin cereyan ettiğini bilemiyoruz; fakat bu olup bitenlerin bizim âlemimize yansıması, Diyanet İşleri Başkanımızın gördüğü bir rüya şeklinde tezahür etti.
Sayın Başkan, rüya âleminde Sungur Ağabeyin babası tarafından aldığı davete uyarak onu ziyarete geldiğinde, hayli zamandır şuuru kapalı vaziyette yatan Sungur Ağabeyin gözlerini açarak onun selâmını aldığına şahit oldu. Birkaç dakika sonra ise Sungur Ağabey bu âlemi geride bırakarak Rabbine kavuşmuştu.
Bu manzaranın ifade ettiği mânâyı okumak gerekirse, Sungur Ağabeyin, “Hayatım hayatınla devam edecek” diyen Üstadından aldığı emaneti, son nefesinde Diyanet İşlerine tevdi ettiğini söylemek herhalde hatâ olmayacaktır. Nitekim Risale-i Nur’ların Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmesi, Bediüzzaman Hazretlerinin hayatında ısrarla takip ettiği gayelerden birisi idi ve onun talimatıyla Sungur Ağabey de o zaman bu konuda bazı temaslarda bulunmuştu. Bugün gelinen noktada ise, görmezden gelinemeyecek apaçık bir gerçek ortada duruyor:
İki asırdır beklenen kelâm ilmindeki tecdid, Risale-i Nur tarafından gerçekleştirilmiş ve Risale-i Nur, zamanımızda ilm-i kelâmı kendi sahası olarak ilân etmiştir. En muğlâk kelâmî meseleleri dahi her sınıf halkın seviyesinde açıklaması, talebelerini sağlam bir itikat sahibi yapması, bu itikadı yaşanan bir hayata dönüştürmesi, geniş kitleler üzerindeki tesirini gittikçe artan bir seviyede bütün dünyada göstermesi, bu hakikatin apaçık delilleridir. En önemli görevi halkın inanç konusundaki ihtiyaçlarını karşılamak olan Diyanet İşleri Başkanlığı böylesine emin ve zengin bir kaynağa karşı herhalde bigâne kalmayacaktır. (Kalmadı ve risaleler Diyanet tarafından basıldı.)
Anlaşılan, yarım asırdan fazla bir zaman Sungur Ağabeyde yaşayan bir hakikat, bundan böyle, hayatiyetini daha yaygın bir şekilde devam ettirecek. Başka bir deyişle, emanet sahibini bulmuş olacak.” Ümit Şimşek, “Bediüzzaman’ın Sungur Abi’ye Müjdesi” (Makale), Son Devir Dergisi, Aralık 2012. Bkz. https://irfandunyamiz.com/umit-simsek-yazar-ustadin-mustafa-sungur-abiye-mujdesi-irfandunyamiz/
³⁴ Muhammed Nur Sungur, “Bayram Ağabeyi 24. Vefat Yıldönümünde Anarken…”, Asya Gazetesi, 21 Kasım 2021, Pazar.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment