Dr. Musa HûbEkim '22Söyleşi

Üstad Bediüzzaman’ın Talebelerinden
PROF.DR. İBRAHİM CANAN İLE NURLU HATIRALAR
“İkinci Zübeyir ”

Dr. Musa HÛB

İnsan yaşlandıkça, hatıraları hafızasında silikleşmeye başlıyor. “Asla unutmam” denilen nice önemli hadiseler unutulabiliyor. O sebeple hayatımda çok özel yeri ve değeri olan Üstadım Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (1878-1960) talebeleriyle olan Nurlu Hatıralar’ımı daha fazla geciktirmeden kaleme almaya karar verdim. Menâkıb veya Tabakât kitaplarının bir türü olan otobiyografik hâtırât, okuyuculara bizzat yaşayanın ağzından güzel şeyler hatırlatır ve hâtıralarda bir yâd-ı cemil kalır. Güzellere peyrev olan elbet güzel olur. Necmettin Şahiner’in Son Şahitler (6 cilt) ve Ömer Özcan’ın Ağabeyler Anlatıyor (8 cilt) serileri, bu zatlar hakkında kıymetli bilgiler veriyor. Ben ise hususî manada kendileriyle nerede, ne zaman, nasıl tanıştığımı, yaşadığımız olayları, müşahedelerimi, bizzat dinlediklerimi ve haklarındaki izlenimlerimi paylaşacağım. “Bediüzzaman Said Nursî’ye Göre Seyr ü Sülûk” konulu doktora çalışmam üzerine 4 tanesiyle; Said Özdemir, Mehmet Fırıncı, Halil Yürür ve Hasan Okur ağabeylerle saatler süren söyleşilerimiz, sohbetlerimiz olmuştu ki bu vesileyle mülakatlarımızın ses kayıtlarını da deşifre edip neşretmiş olacağım. Yüzyüze görmek/görüşmek ve tanışmakla müşerref olduğum ve her biri manevî birer dinamik olan değerli güzide ağabeyler, 6’sı Üstad’ımızın vâris talebelerinden olmak üzere, toplamda 19 Nur Talebesidir:


01. Siirt/Tillo’lu Seyyid Said Özdemir Hoca (1938-2016),
02. Urfa’lı Seyyid Salih Özcan (1929-2015),
03. Kastamonu/Eflani’li Mustafa Sungur (1929-2012),
04. Afyon/Bolvadin/Çoğollu Bayram Yüksel (1931-1997),
05. Kastamonu/Araç’lı Abdullah Yeğin (1924-2016),
06. Safranbolu’lu Hüsnü Bayramoğlu (1935-2021),
07. Bursa/İnegöl’lü Mehmet Fırıncı (1928-2020),
08. Erzurum’lu Mehmet Kırkıncı Hoca (1928-2016),
09. Erzurum’lu Osman Demirci Hoca (1927-2004),
10. Urfa’lı Dr. Abdülkadir Badıllı (1936-2016),
11. Safranbolu’lu Dr. Ramazanoğlu Mustafa Oruç (1926-2009),
12. Eskişehir’li Abdülvahid Tabakçı (1927-2019),
13. Eskişehir’de Antalya’lı Halil Yürür (1930-2020),
14. Erzincan’lı Hekimoğlu İsmail (1932-2022),
15. Konya/Ermenek’li Prof. Dr. İbrahim Canan (1940-2009),
16. Kastamonu/Araç’lı Prof. Dr. Günay Tümer (1938-1995),
17. Safranbolu’lu Hacı Emin Tekinalp Hoca (1914-2004),
18. Safranbolu’lu Yılmaz Bayram (1937- ),
19. Nevşehir’li Hasan Okur (1933- ).
Bir de Üstad’ı çocukken gören ve duasını alan bahtiyarlardan Eskişehir’li Ali Said Çalışkan (Ceylan Çalışkan’ın yeğeni) var. Ayrıca bulunduğum Medrese-i Nuriyelerde ve Risale-i Nur meclislerinde kim olduğunu bilmeden gör(üş)düğüm ve/veya dinlediğim Üstadın başka talebeleri olduğunu da düşünüyorum. Vefat ettikleri aylara göre her ay bir tanesini Körpe Kalemler’de yazmaya çalışacağım bu insan güzellerinden İslamiyet ve insaniyet hesabına nice güzellikleri kendimizde çiçek açtırabilmek dileği ve duası ile, ilk olarak Prof. Dr. İbrahim Canan Hocamdan başlamak istiyorum. Bu arada belirtmeliyim ki, kendisi Prof. Dr. Sinan Canan’ın dedesinin amcaoğludur, yani dedesinin kuzenidir.


Bu yazı serisine “Nurlu Hatıralar” deyişimin sebebi, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’an envârından mülhem yazdığı Risale-i Nur’ları okuya okuya, Nur Mesleği üzere yaşaya yaşaya adeta içleri-dışları nurla dolmuş ve birer insan-ı nuranî olmuş gibi olan bu Nur Dairesindeki mezkur ağabeylerle irtibatımın Risale-i Nur Talebeliği cihetiyle olmuş olmasındandır… Evet, insan yaşlandıkça, hatıralarına sığınıyor, çünkü “sığınılası hatıralar” bunlar diye inanıyor.

Bugün 14 Ekim 2022 Cuma. Bediüzzaman’ın talebelerinden Prof. Dr. İbrahim Canan’ın vefatının 13. yıldönümü. 14 Ekim 2009 Çarşamba günü bir trafik kazasında âhirete irtihal etmişti. Zaman ne kadar da çabuk geçiyor. Dile kolay, ülkemizin yetiştirdiği büyük hadis âlimi Prof. Dr. İbrahim Canan Hocam vefat edeli tam 13 sene olmuş. Onun kadar kalemi velûd ve hadisleri hayata, hususiyle aile hayatına ve aile içi eğitime taşıyan ikinci bir hadis âlimi hala çıkmış değil, benim bildiğim. Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî’yi hayattayken ziyaret etmiş, görmüş, tanı(ş)mış, duasını almış, Zübeyr Gündüzalp gibi (1920-1971) Ermenek’li olması hasebiyle Üstad tarafından “İkinci bir Zübeyir” olarak talebeliğe kabul edilmişti.*¹ Nitekim kendisi lisedeyken, Zübeyir Gündüzalp’in teşvikiyle Üstad’ı ve Risaleleri tanımış. 6 Ocak 1960 günü Ankara’da Beyrut Palas Otel’inden Konya’ya gitmek üzere ayrılırken otel çıkışında çektiği fotoğraf*² , Tarihçe-i Hayat’a da konulmuştu.

İbrahim Canan, hayatı boyunca Risale-i Nur’daki hakikatleri hayata taşımak için nice makaleler/kitaplar yazmış, yüzlerce sohbet/konferans vermiş, manevî yol olarak da Risale-i Nur Mesleği üzere sadakat ve ihlasla yaşamış, gerçekten ama gerçekten çok mübarek bir insandı. Risale-i Nur Külliyatı, onun ilmî, manevî, amelî ve terbiyevî ana kaynaklarının başlarında geliyordu. Kur’an şâkirdi olmanın mümeyyiz vasıflarına sahip âlim bir nur talebesiydi. Öyle inanıyorum ki ona “Sen nur talebesi olmayı mı, yoksa profesör olmayı mı tercih edersin?” diye bir yol ayrımı sorusu sorsalardı, gözü kapalı “Nur talebesi!” cevabını verirdi. Bununla beraber Canan Hoca, cemaat âidiyeti ve meşrebî rengiyle ilmini/hareketini sınırlamamış, ister akademisyenler, isterse muhtelif meslek ve meşrepler tarafından müşterek kabûle mazhar olmuş, ehl-i ilim ve irfan bir şahsiyetti.


İLK GIYABÎ TANIMAM


Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin talebelerinden Prof. Dr. İbrahim Canan Hoca’yı ilk kitapları üzerinden tanıdım. Özellikle 18 ciltlik Kütüb-i Sitte Tercümesi (Hadis Ansiklopedisi) ve Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye başta olmak üzere, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Tıp, Hadis Usûlü ve Târihi, Vakti En İyi Değerlendirme, Sahabe Dünyası, Hz. İbrahim’in Mesajı, Peygamber Yıldızları: Sahabe Dünyası, Peygamberimizin Tebliğ Metotları, İslam’da Zaman Tanzimi, Aile Reisi ve Baba Olarak Hz. Peygamber, Allah’ın Çocuklara Bahşettiği Haklar, Rasulullah’a Göre Ailede ve Okulda Çocuk Terbiyesi, Kur’an’da Çocuk, Aile İçi Eğitim… Türkiye’de çocuk eğitimi üzerine kalem oynatan hiçbir ilâhiyatçı/yazar, onun “Hz. Peygamber’in Sünnet’inde Terbiye” isimli eserinden bîgâne kalamaz. Hatta diyebilirim ki, sağ câmiada –bana göre- çocuk ve aile eğitimi üzerine ilk büyük çığırı açan “ilâhiyatçı-eğitimci” odur!.. Rasulullah’a Göre Ailede ve Okulda Çocuk Terbiyesi eseriyle 1979’da Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü’nü almış olması da bunun en açık belgesidir.


İlk oğlum Mühenna Selman Efendi dünyaya geleceği zaman (2001), doğu ve batı dünyasında çocuk eğitimiyle alakalı kırk küsur kitap satın almış ve altını çize çize okumuştum ki onlardan biri de Canan Hoca’nın mezkur kitabıydı. Bence başyapıt bir eserdi. Hadis kaynakları itibariyle Canan Hoca’nın eseri bir hazineydi. Sözkonusu kitapları okurken, çağın gençliğinin en büyük yarası olan ahlak eğitimi içindeki ‘iffet eğitimi’ bahislerinin çok sığ geçilmiş olduğunu farkettim. Bunun üzerine “İslamî Ölçüler Işığında İffetli Nesiller Yetiştirme ve Aileye Düşen Ödevler” konulu konferanslar vermeye başladım. Hatırladığım kadarıyla ilkini Londra’da (2001), sonra Coventry (2004) ve Northampton şehirlerinde vermiştim. Her konferansta gelişen bu notlar, nihayet 450’şer sayfadan iki ciltlik bir kitap çalışmasına dönüşmüştü: Çocuğun Haya Eğitimi ve Gencin İffet Eğitimi. Bu İffet Eğitimi kitabımı, tashihât ve tekmilat için İbrahim Canan Hocaya teslim ettim ve bir takdim yazısı rica etmeye niyetlendim.


İLK VİCAHÎ TANIŞMAMIZ: 25 Mayıs 2005


Şahsen İbrahim Canan hocamızla yüz yüze tanışmam ve sohbetini/konferansını dinlemek İngiltere’de, Leicester ilinde nasip oldu. Bir dizi seminer vermek üzere ailesiyle birlikte gelmişlerdi. Hatta onu ve muhtereme zevcesi hacı annemizi Leicester’da 25 Mayıs 2005 Çarşamba akşamı kendi evimizde biz misafir etmiştik, bizde kalmışlardı. Karşılıklı ailecek yakından tanışmış, kaynaşmış ve birbirimizi fillah sevip “aile dostu” (kardeş aile gibi) olmuştuk. Organizemiz çerçevesinde Leicester’da da “aile içi eğitim” üzerine konferans vermiş ve bana da “Aile Reisi Olarak Hz. Peygamber” kitabını imzalayıp hediye etmişti. Sabah kahvaltısına gittiğimiz M.B. isimli bir esnaf arkadaşımızın, kütüphanesinde bulunan Hz. Peygamber’in Sünnet’inde Terbiye kitabının müellifi’ni evinde ağırlarken yaşadığı sevinç görülmeye değerdi. Canan Hocayı, akşam yemeği için H.Ç. Beyin evinde ağırladık. Öğlen yemeklerini yemiyordu. 1970’li yıllardan beridir günde iki öğün yediğini öğrendik. Ne kadar ısrar ettikse de bunu üç’e çıkaramadık, öğlen yerse, akşam yemiyordu. Gençti, dinçti, canlı-kanlıydı. Yediğine-içtiğine çok dikkat ediyordu, muhteviyatında şüpheli şeyler bulunan zamane yiyeceklerine ve özellikle de abur-cuburlara asla el uzatmıyordu. Zaten yemek iştahı da pek yoktu. Mütevazıydı, el öptürmezdi, ama bir âlime, hele ki Bediüzzaman’ın talebesi bir zata âzâmî hürmet duyuyordum; o sebeple bir şekilde elini öptüm. O ise ne yapacağını bilemeyerek beni tutup bağrına bastı.

İbrahim Canan Hoca, asr-ı saadet ve hadis-i şerifler ile güncel hayatın ilişkisini iyi kurmuş bir âlimdi. Nitekim, o yıllarda İslam âleminde yeni yeni yayılmaya başlayan bir tanışma çalışmaları vardı. İngiltere’de de bu çerçevede pek çok yerde ve hatta kiliselerde hristiyan cemaatine “Kur’an’da İsa, Meryem veya Hristiyanlık” gibi konularda konferanslar veriliyordu, iki din müntesipleri arasında köprüler kuruluyordu; bilvesile kalpler İslam’a ısınsın isteniyordu. Bu güzel gelişmelerle beraber içten içe beni düşündüren bir soru vardı. Şimdi bu hristiyan rahipler/papazlar çıkıp da müslümanlara: “Ne güzel, gelip bizim kiliselerimizde İslamî konferans veriyorsunuz, sesli Kur’an tilavet ediyorsunuz. Biz de sizin Camilerinizde bunun benzerini yapmak istiyoruz.” derlerse, ya da “Bir İslam ülkesinde bir pazar günü ibadet için kilise bulamadığımız vakit bir camiyi kullanabilir miyiz?” diye sorarlarsa, müslümanlar ne yaparlar diye düşünüyordum. Soru olarak kendisine yönelttiğimde Canan hoca, asr-ı saadet Medine’sinde Necran hristiyanlarının Rasulullah’ı (s.a.v) ziyarete geldiklerini ve o Pazar günü ibadet için yer talep ettiklerini, Rasulullah’ın da Mescid-i Nebevî’yi gösterdiğini haber verdi ki, bu bilgi ve şer’î çözüm, çok değerliydi. Şahsen kafamda cevap adına sıraladığım bütün aklî-mantıkî kurgular birden kenara çekildi ve mesele dinî kökünden halledilmiş oldu. Bu konuda “Allah Dostları” başlığıyla müstakil bir makale kaleme almıştım ve bir internet sitesinde neşredilmişti.


Daha sonra 26 Mayıs’ta Canan Hoca ve ailesiyle Birmingham’a beraber gittik, orada da gün boyu programlarımız ve görüşmelerimiz oldu. İngiltere’deki İslamî hizmetlerin giderek daha geliştiği üzerine konuşurken bir aralık dedim ki: “Hocam, buralarda dualar daha ziyade kabul olur, malum; İngiltere çok yağışlı bir ülke…” dedim. “Niye? Yağmurla duanın kabul edilmesinin ne bağı var?” dedi. Ben de: “Hadis-i şerif var ya hocam, siz daha iyi bilirsiniz: ‘Yağmur vaktinde yapılan dua reddolunmaz.” “Yağmur yağdığı vakitlerde dualarınıza (taraf-ı ilahîden) icabet edilmesine talip olun!” buyruluyor.” dedim. “Ben bu hadis-i şerifleri sanki hiç okumamışım, ilk defa duyuyorum. Sayenizde bir hadis öğrendim, Allah razı olsun…” dedi. Çok hakperestti, mütevâzıydı. Ben de: “Hocam biz sizden o kadar çok şeyi ilk defa okuduk öğrendik ki, bu zaten sizin ilk defa duyduğunuz değil, belki de unuttuklarınız arasındadır…” dedim. Tebessüm etti. Latife olsun veya kuru bir medih için diye değil, inanarak öyle söyledim; çünkü o bir hadis profesörüydü, mutlaka yaşlılığa bağlı olarak o anda aklına gelmemişti. Veda vakti geldiğinde, karşılıklı birbirimizin telefonlarını aldık. Türkiye’ye yazın geldiğimizde ziyaretine beklediğini söyledi.


EVİNDE İLK ZİYARETİM: 18 Mart 2007


Nasipte olan oluyor. Ruhlar âleminde tanışanlar, dünyada dost oluyorlar. Kaderin bir cilvesi olarak, bu ilk yüzyüze tanışmamız ve birlikteliğimizden bir sene sonra 01 Ekim 2006’da biz de ailecek İngiltere’den Türkiye’ye geri dönüş yaptık, İstanbul’a, hem de Canan hocamızla aynı ilçeye, Üsküdar’a yerleştik. O Bağlarbaşı’nda, biz Emniyet Mahallesi’ndeydik. İlk defa 18 Mart 2007 tarihinde birkaç arkadaşla evinde ziyaret ettik. Hatta hatıra resim bile çektirdik.Resimlerde de görüldüğü üzere, Canan hocanın evi, gayet derecede sade, yalın, orta düzeyde bir eşyalar içeriyordu. Üstü bezle örtümüş ikili çekyat türü koltuklar, klasik sehpa, masa üstünde bir tüplü tv ve küçük bir akvaryum. Sevâd-ı âzâmdan bir mübarek hâneydi.

Daha sonra ailecek de birkaç defa Canan hocanın evine ziyarete gittik. Yemekler yedik, çaylar içtik, ister ailevî, isterse dinî pekçok konuda karşılıklı düşünce teâtîmiz oldu. Ailesi ve çocuklarıyla konuşurkenki o nezaketini, letafetini ve ince insanlığını unutamıyorum.


FAKÜLTEDE ZİYARETİM ve KİTABIMI TAKDİMİM: Nisan 2007


Prof. Dr. İbrahim Canan’ı birkaç defa Marmara İlahiyat Fakültesindeki öğretim üyesi odasında kendisini ziyaret ettim. Başbaşa iki saat kadar ilmî meseleler üzerine sohbet ettik. Üstad’dan, Risale-i Nur’dan, günümüzde dine hizmetten bahsettik. Benimle ortak Aile Okulu Projesi’nde çalışmayı teklif etti. Bana bir kitap verdi okumam için, vefat ettiğinde o emanet kitabı hala kütüphanemdeydi.


2007 İlkbaharıydı. Nisan ayı diye hatırlıyorum. Fakültedeki odasında ona “Çocuğun İffet Eğitimi” isimli kitap çalışmamdan bahsettim, fotokopisini verdim; kendisinin tashihât, tağyîrât, tekmilât, ihrâcâtına arz ettim ve eğer layık görürlerse bir de takdim rica ettim. Kitap kalındı. “Genel çocuk eğitimi” içindeki “ahlak eğitimi” sahasında, sadece “iffet”i esas alarak, bu modern çağın en büyük hastalığı olan “hayasızlık, iffetsizlik problemi”ne aileler eliyle Kur’an ve Sünnet’ten bir çözüm arayışı ortaya koymaya çalışmıştım. Eseri şöyle bir inceledikten sonra gözleri parladı, sevinçli ve takdirkar bir ses tonuyla bana “Musa bey! Sen çok bâkir bir sahada yepyeni bir yol açmışsın. Günümüzde iffetli nesiller yetiştirme hususunda ihtiyaç duyulan bir konuyu böyle derinlemesine ele almışsın. Mâşallah, bârekallah…” dedi.


TELEFONLA ARADI: “HAYALLERİMİN KİTABINI SEN YAZMIŞSIN!”


Kitabı teslimden birkaç hafta sonra Çamlıca’daki işyerimde kitap üzerine çalışırken, bir telefon geldi, açtım, “Ben İbrahim Canan. Musa Hûb beyle mi görüşüyorum?” dedi. “Evet, hocam buyurun…” dedim. “Ya Musa bey, sizin bu Çocuğun İffet Eğitimi kitabını okuyorum da, o sebeple seni tebrik için bir arayayım dedim. Kardeşim sen ne güzel bir eser yazmışsın böyle… Kur’an ve Sünnet kaynaklarına inmişsin, doğulu-batılı eserlere müracaat etmişsin. Üslûbun çok güzel. Hem ilmî, hem de edebî bir üslûb, kendisini okutuyor. Gönlü kendisine çeken bir edân var. Çocukları öyle sevdirmişsin ki, bu eseri okuyanlar, evlenmek ister, evlenenler çocuk sahibi olmak ister, çocuğu olmayanlar da giderler çocuk yuvalarından çocuk edinirler… Benim hayatım boyunca yazmak istediğim hayallerimin kitabını sen yazmışsın kardeşim. Seni tebrik ediyorum. Maşallah, bârekallah…” dedi. Bu sözler karşısında utancımdan yerin dibine girdim, onun gibi bir İslâm âliminden, ârifinden, âkilinden böyle bir takdiri duymuş olmak beni elbette ki çok sevindirdi, dua makamında “âminlerle” karşıladım, “inşallah, hayırlara vesile olur Hocam, dualarınızı bekliyorum.” dedim…


Bir dizi program için Azerbaycan’a gidecekti. Geldikten sonra dönüşte takdim yazısını yazacaktı, fakat yayınevi beni sıkıştırdığı için ben de ona gitmeden yazma konusunda biraz ısrarcı oldum. Yayıncının beni sıkıştırmalarını kendisine yansıttığımda, “Musa Hoca, ben sana söyleyeyim, onlar kitabı alma aşamasında sıkıştırırlar, ama basma aşamasında sıraya koyar, bazen yıllarca bekletirler; sen rahat ol, beni zorlama, şöyle güzel bir önsöz yazayım…” dediyse de, G. Yayınları’nın kitabı yaz dönemine yetiştirme planı sebebiyle çaresiz ‘aceleye getirilmiş’ bir Takdim yazısı yazma lutfunda bulunmuştu. Hatta kendisi Çamlıca’daki işyerime geldi, yazısını getirdi. İffet Eğitimi’ne yazdığı “takdim”i aceleye getirdiğimi, aceleden dolayı gönlünün istediği şekilde layıkıyla yazamadığını ifade ederek bana, adeta i’tizar duygusu içinde teslim etti. Fakat haklı çıktı, basımı heyetçe kabul edilmiş olan kitap, gizli bir talimatla eften-püften gerekçelerle senelerce yayınlanmak için beklemede tutuldu. (Sonuçta basmadılar. Kitabın içinden seçme bazı hikayeleri, ilaveleriyle beraber İffet Kahramanları adıyla yayınladılar, halbuki hiç öyle bir kitap yazmak niyetim yoktu, isteksizce oldu.)


ÇOCUĞUN İFFET EĞİTİMİ’NE ÖNSÖZ’Ü


İbrahim Canan Hoca, Çocuğun İffet Eğitimi’ne yazdığı Takdim’inde konunun önemine şöyle dikkat çekmişti:
“Dünya çapında hayâsızlık ve fuhuş salgınına karşı şiddetle ihtiyaç duyulan ve artık içtimaî bir zaruret halini almış böyle bâkir bir sahada “nesillerin iffet eğitimi” bağlamında kaleme alınmış –bilebildiğimiz kadarıyla belki de- en kapsamlı ilk eserdir denilebilir. Müellif, başta Yüce Rehberimiz Kur’an-ı Kerim olmak üzere, Kütüb-i Sitte ve onun dışında kalan önemli hadis kaynaklarından derlediği malzemeyi, eski ve yeni, Doğulu ve Batılı pek çok eğitimci yazarların görüşlerinden de istifade ederek maddeler halinde hizmete sunmuştur… Ben nakd-ı edebî mütehassısı değilim ama, Türkçe ifadesinin mükemmelliğine, kelimelerin yerli yerinde kullanılışındaki başarıya da temas etmek isterim… İfadede yakalanan şiirimsi üslup, uzunca görünen paragraf ve bahislerde bile okuyanı, zerre kadar usandırmadan, alıp götürür, daha uzamasını temenni ettirir. Yapılan tahlillerde muhatap, en az akıllar kadar ruhlar, gönüller ve vicdanlardır…


Musa Hûb Bey, yazdığı kitabına verdiği “Çocuğun İffet Eğitimi ve Gencin İffet Eğitimi” ismiyle, “iffet”le sınırlı bir muhteva ilan etse de, kitapta ele alınan meseleler ondan çok daha zengin: Evlenmeye verilen karardan, hamilelik, doğum, ilk yaşlar, terbiye, anne-baba sorumlulukları.. gibi pek çok meseleler aynı ilmî/edebî metodla ve akıcı bir üslûbla güzelce işlenmiş. Doğum öncesinden evlendirilmesine kadar çocuğun iffet eğitimi merkezli olarak, hem cinsel eğitimi, hem de ahlak ve din eğitimi bakımından muhtaç olduğu hemen her hususa değinilmiş. Bu kitabın, benim için, daha farklı bir hususiyeti de, sağlam kaynaklardan beslenerek yetişmekte ve aheste adımlarla sessizce –hem de üniversite dışından- gelmekte olan yepyeni bir ilim neslinin habercisi ve müjdecisi olmasıdır; bu yönüyle de mâni-i her kemâl olan ye’si öldürmekte, umutlarımıza umut katmaktadır. Bundan hareketle diyebiliriz ki, önümüzdeki yakın gelecekte milletimizin irfan hayatına kendi değerlerinden tâviz vermeyen ufuk açıcı nice orijinal eserler sunulacaktır.” (Haziran 2007).


Prof. Dr. İbrahim Canan ağabeyimizin “mingayri haddin” bile diyemeyeceğim, deyip de yarı tevazu halinde bir yarı sahiplenmeyi dahi kendime çok gördüğüm bu beyanları ancak dua makamından “âmin”lerle karşılayabilirdim ve öyle de yaptım… Kitabımın Giriş’inde Canan Hoca’ya bir paragrafta şöyle atıfta bulunmuştum: “Elinizdeki bu kitap, İslam’da çocuk ve aile eğitimi üzerine yazdığı başucu kitapları ile meşhur hadisçimiz, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden, Prof. Dr. İbrahim Canan Hocamızın da birtakım tevcîhât ve tashihâtı ile ve hepsinin bir sonuç değerlendirmesi olarak “Takdim” yazısıyla taçlandı. Nihayet, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ruhî Yavuz Beyin de görüşlerine sunuldu ve değerli yönlendirmeleriyle son rutuşları yapıldı ve lutfettikleri “Takriz” yazısı ile de eser, sosyal hayata başka bir menfezden arz edilmiş oldu.”


AİLE OKULU PROJESİ VE BİRLİKTE ÇALIŞMA TEKLİFİ


İbrahim Canan Hoca, sözkonusu kitap çalışmamın da verdiği hüsn-ü zanla şu iman ve amel fakiri kardeşine karşı tebessümlü iltifatlarını hiç esirgemezdi, sevgisini derinden derine hep hissettirirdi. Ondandır ki bazı özel okulların eğitim rehberlerine verdiği ve bir-kaç yıl devam eden haftalık “eğitim seminerleri”ne mükerrer defalar beni de davet etti ve “Geleceğiniz hafta bize haber verirseniz, o hafta siz konuşursunuz, arkadaşlar dinlerler. Gelirken yanınızda bunların notlarını da getirirsiniz, fotokopiyle çoğaltılıp herkese dağıtılır…” dedi, derdi. Ne var ki, “Bu hafta, öbür hafta, sonraki ay…” derken hiç katılmak nasip olmadı. İçimde bir ukdedir…


Esasen çocuk ve aile eğitimi üzerine Türkiye’yi dolaşmış ve dünyada onlarca ülkede konferanslar vermiş bir “İslâm âlimi ve eğitimcisi”ne karşı gereğince alâkadâr olamadığımı itiraf etmeliyim. Ama o, hep bir ümitle ve heyecanla bana belli bir vakıf veya şirket ünvanı altında açılmasını arzuladığı “Aile Okulu” projesini anlatırdı, belki kendini eğitime vakfetmiş yetkililere bir de bu kanaldan bir mesaj gider de işe sahip çıkarlar kabîlinden paylaşırdı, derdini, projesini. Evlilik öncesi veya evlilere yönelik olacak olan bu aile okulu (kursları), onun çocuk ve aile eğitimi üzerine kitap kitap yazdıklarının, sosyal hayatta müesseseleşmiş, pratiğe dönüşmüş şekli olacaktı bir bakıma. Sadece onun mu? Şahsî bir hedef değildi elbet, ictimâî ve küllî bir ihtiyaca hitap ediyordu, çok büyük bir boşluğu dolduracaktı. Fakat bu hayatının hayalini gerçekleştiremeden vefat etti!


Gözlerimiz, ister sivil, ister resmî olarak idealist eğitimcilerin bu bütün müslümanlık ve insanlık çapındaki projeyi de bir birim halinde ele alıp ülkemizde ve belki bazı ülkelerde yüzlerce şubesi olan müesseselere dönüştürmelerini gözlemektedir. İnşallah böylece, evleneceklerin evlilik öncesi bir ‘hazırlık kursu’ndan geçirilip sertifikayla evlenmelerine, evlenmişlerin de eşiyle alakalı geçim veya çocuğuyla alakalı eğitim problemlerini buralarda çözmelerine imkan sağlanmış olacaktır. Boşanma oranları azalacak, çoluk-çocuklar annesiz veya babasız kalmayacaktır; mutlu, huzurlu, dengeli bir ailede yetişeceklerdir. Canan Hocanın bu projesini duyan herkes, “Çok büyük ihtiyaç, çokkk!” diyor ve bir an önce hayata geçirilmesini bekliyordu. İnşallah bu toplumsal beklenti bir karşılık bulur diyelim. Diyelim ve ekleyelim: Bu müstakbel aile okulunu hayata geçirecek olanlar, fikir babası İbrahim Canan Hocamızı, sadece hayırla anmaka kalmayıp ‘anlama toplantıları’yla da ruhunu şâd etmeyi bileceklerdir.

EVİNDE SON ZİYARETİMİZ/GÖRÜŞMEMİZ: AĞUSTOS 2009


Canan Hocamızı en son, Ağustos 2009’da, bir Ramazan akşamı evinde ziyaret etmiştik, Z. Koçak ve M.K. Erol beylerle. Bize kendi elleriyle çay getirdi, meyve ikram etti, genç ruhlu koca adam. Yine “Aile Okulu” projesini gündeme getirdi, hatta benimle birlikte çalışmak istediğine dair beyanlarda bulundu. Kendisine fakirin yıllardır üzerinde çalıştığı “Kandil Serisi”nden bahsettim. Sedefteki İnci (Reğâib-i Saadet), İlk Nur’un Doğuşu (Mevlid-i Saadet), Sultanlar Zirvesi (Kadir-i Saadet), Arş’a Çıkan Aşk (Mi’râc-ı Saadet) ve Rabbânî Tenezzül (Berâet-i Saadet) kitaplarını kısaca tanıttım. Bu mübarek gecelerin dindeki yerine dair bu kadar geniş ve ilmî bir çalışmaya artık eskisinden daha çok ihtiyaç bulunduğunu söyledi, sevinçle karşıladı. Serinin ikinci cildi “İlk Nûr’un Doğuşu”nu kendisine hediye ettim. Eline aldı, şöyle bir baktı ve “İmzalamamışsınız?..” dedi. Ben de utana-sıkıla oracıkta kendisinden dua talebiyle imzaladım verdim. Mübarek geceleri değerlendirmenin meşrûiyetinin dinî temelleri ve tarihçesi üzerine bu kadar geniş çapta eserler olmadığını söyledi, takdir etti ve okuyacağını belirtti. Ne ki kendisine sözkonusu kandil gecelerinden Berâet Gecesi’ne dair “Rabbânî Tenezzül” kitabına “önsöz” yazmasını teklif bile edemedim, çünkü Önsöz’ünü yazdığı “Çocuğun İffet Eğitimi” kitabım bile hala basılmamıştı, yayıncıda bekletilmekteydi.
İbrahim Canan Hocam bizi evinin kapısında karşıladı, kapıdan uğurladı ve bu onu son görüşüm, onunla son konuşmam oldu!


CANAN’IN CANLAR CANI’NA UÇUŞU: 14 Ekim 2009


Prof. Dr. İbrahim Canan hocamız, Yalova’dan bir konferans dönüşü 14 Ekim 2009 Çarşamba gece yarısı 01:00 sularında Sancaktepe’de elîm bir trafik kazası sonucu, 69 yaşında dâr-ı bekâya irtihal etti… Vefat haberini o gün öğleye doğru Mehtap Tv’deki Günışığı Programı’na konuşmacı olarak giderken yolda öğrendim… İçime birden tarifsiz bir acı çöreklendi, oturdu kaldı. Bütün duygu-düşünce dünyam alt-üst oldu… Programı iptal edip bulunduğu hastaneye gitmeye kalkışsam, program yönetmeni Sabire Saka Dayı hanımefendiye ayıp olurdu. Çârnâçâr katıldım ve sunucu Nuriye Özen Toraman hanımın bana ilk gözleri nemli sorusu, İbrahim Canan hocamızın vefatıyla alakalı duygu-düşüncelerim oldu. Benden önceki konuk Prof. Dr. İhsan Karaman’la konuşurken de, babası Prof. Dr. Hayrettin Karaman’a bağlanmışlar, vefatıyla alakalı değerlendirmelerini almışlar.


Canlı yayında Canan hocamızla alakalı kalbime gelen ilk duygu-düşünceleri seyircilerle, perişan beyan urbaları içinde paylaşmaya çalıştım. Süremizin yarısı böyle hüzünle geçti. Ne manidar bir tevafuktu ki, üzerinde konuşacağım husus, esasen İbrahim Canan hocamızın ülkemizde başını çektiği çocuk ve aile eğitimi konusu üzerine idi: Çocuğun İffet Eğitimi. “Keşke” dedim, “böyle bir konuda, bu konunun ülkemizdeki ilmî üstadı olan ve aynı zamanda ak saçlı ve ak alınlı Canan hocamız anlatsaydı da burada, biz sadece ona sorular sorsaydık, o cevap verseydi, ne kadar isabetli olurdu…” el-Hak öyle olurdu! Ânî vefatıyla içimden bir değil, birkaç bağ birden koptu. Canlı yayında, gıyaben onun ruhuna seslenerek: “Çocuğun İffet Eğitimi üzerine önsöz’ünü yazdığın kitap basılınca inşallah kabrine getirim Canan hocam…” dedim, ama onun dediği çıkmıştı, iki yıl geçtiği halde kitap basılmamıştı, ben de kitabı alıp kabrinin başına gidememiştim, dualarımı hep uzaktan göndermiştim.
O tv programında bu çalışmamla alakalı bir hatıramı da paylaşmıştım. Kendisine “Hocam, ben bu kitabı kendi adıma değil de, müstear bir isimle çıkarsam diyorum…” demiştim. O da “Niye?” dedi. Ben de: “Şimdi şeytan yeryüzünü ahlaksızlıkla doldurdu. Bu eser anne-babalara çocuklarını iffetli biçimde yetiştirme ve koruma yollarını gösteriyor. Benim de çoluk-çocuğum var, korkuyorum insî-cinnî şeytanları üzerime saldırtır diye…” dedim. “Musa hoca! Sen hiç korkma! Allah kerîmdir, rahîmdir! Çocuklarımızın esas sahibi O’dur! Muhafaza eder inşallah… Sen eserlerini kendi adınla yaz ve yayınla.” dedi. Bu cevabı karşısında öyle rahatladım, öyle ferahladım ki, gerçekten endişelendiğim bir husustaki bu sözleri mana âlemlerinden gelmiş bir inayet ve selamet işareti olarak aldım, huzur buldum. Zaten Canan hocamızın, insana inşirah veren bir huzuru vardı, yanındakileri sıkmayan, incitmeyen, bilakis su gibi dinlendiren, kitap gibi bilgilendiren. Sorunu rahatça sorarsın, cevabını da güzelce alırsın. Önüne profesörlüğün resmiyet duvarlarını dikmezdi. Âlimdi ama kardeşti, iman kardeşi, dava ağabeyi.


İnsânî ilişkilerinde çok saydam, çok berrak, çok açık ve nezih bir duruşu olan Canan hocamızın bu güzel ahlakı, konferans, seminer ve sohbetlerinde de yaşanırdı, “İlmî mahfiller” hâriç, diğer bütün konuşmalarında ferden minennâs olarak, bir insan kıyafetiyle arz-ı endam eder, resmî ve soğuk akademisyen ağzıyla konuşmaz, dinleyicilere üst perdeden hitap etmez, kimi edebiyatçı veya felsefeciler gibi kulağı uzun yoldan göstermez, mevzua direkt kalbinden girer, lafazanlık yapmaz, konunun özünü süzer, dinleyicilere tertemiz süt içirirdi. İster kendi tecrübelerim, isterse onu dinleyenlerden aldığım değerlendirmeler hep bu istikamette oldu. Âlimliğin çömezlik dönemi olan kaynakçılık (referansçılık) dönemini geçmiş, âlimliğini âriflikle taçlandırmış bir zât-ı muhteremdi İbrahim Canan hocamız.


Ve derken vakt-i merhûnu geldi… İbrahim Canan, Canlar Canı Hz. Cân’a uçtu. Bir Can daha Cânân’ına kavuştu. Yüreğimden bir parçayı da beraberinde aldı götürdü… İnanamadım, bir an sanki yüreğim yerinden koptu sandım. Âni ölümüyle içimde bir yerlere ateş düştü… Aklıma geldikçe hala yanıyor, yandırıyor… Niye bu kadar etkilendiğime gelince: Bu katiyen ikili bir kardeşliğin, hatta aile kardeşliğinin ötesinde bir manadan dolayı olduğunu sanıyorum. Canan Hoca, fikrî projesini fiilî realiteye dönüştüremeden göçtü gitti. Yarım kalan hayaller… Yatsı namazını eşiyle-çocuklarıyla cemaat halinde kılamadan biten bir hayat… İnşallah hakkında böylesin hayırlı olmuştur diye inanıyoruz. Yarım kalan hayalleriyle göçtü gitti bu âlemden. Allah niyetine bağışlasın, niyetinin üstünde ona lütufta bulunsun.


Vefat ettiği gün eşim Hümeyra Hub hanım da arkadaşlarıyla beraber Canan ailesinin evine taziye ziyaretine gittiler ve akşama kadar da beraber kaldılar. Dönüşte Hanım anlattı ki:


“İbrahim Canan hocanın eşi Zarife abla ve çocukları ağlıyordu, ama asla feryâd ü figân etmiyorlardı. Eşinin çok üzülmesinin sebebi vefatın âniden olmasıymış, ‘vefatı öncesi bana bir-iki cümlelik bir vasiyet söyleyebilseydi, son sözlerini alabilseydim…’ diye iç çekiyordu. Canan ağabeyin yatak odasına girdik, baktım yatağının üzeri bir sürü bilgi fişiyle dolu, küçük kağıt parçalarına muhtelif notlar alınmış. Muhtemelen ya bir kitap veya bir makale çalışması için öyle dizmiş onları… Eşi yanındaki kızlara demiş ki: “Şunları kaldırın, toplayın. Artık kim anlar bunları, kim onun adına toparlar…”


Bu sözle birlikte eşim de ben de gözyaşlarımızı tutamadık, ağladık, ağlaştık. Doğru söylüyordu, artık kim yazacaktı İbrahim Canan hocanın yarım kalan o kitaplarını, makalelerini. Kim konuşacaktı onun gibi, o salon senin, bu şehir benim, o ülke onun, İkinci Zübeyir ağabey gibi…

CENAZE NAMAZI: HÜSN-Ü ŞEHADET


Ailesinin isteği üzerine İbrahim Canan’ın cenaze namazını Prof. Dr. Suat Yıldırım kıldırdı. Bediüzzaman’ın talebelerinden Mehmet Kırkıncı, Mustafa Sungur ve oğlu Muhammed Nur Sungur da oradaydı. Yine Nur’un kalemlerinden Ahmet Şahin ve İhsan Kasım Salihi de hazır bulunmuştu. Cenazesi Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedildi. Eşi Zarife Canan hanım diyor ki: “(İbrahim Canan hoca ile) konuştuğumuzda “Eyüp Sultan’da Zübeyir Ağabeyin yanında yatmak isterim” derdi. Allah da nasip etti, isteği yerine geldi.”

Biz de cenaze namazında hazır bulunduk, hüsn-ü şehadetimizi ifade ettik. Buradan bir kere daha yazılı olarak onun hakkındaki şahitliğimi kayda geçirmek isterim, ona olmasa da bana, Hûb ailesine ötede faydası olur ve olsun inşallah.


Evet, biz İbrahim Canan hocamızı Allah için çok sevdik, seviyorduk. Bu ak saçlı, ak alınlı, nur yüzlü, nur kalpli ihtiyar delikanlıya imrenerek bakıyorduk. O hiç gıybetini duymadığımız dilinden ve hep hakkı yazan elinden daha çok konuşmalar ve kitaplar dinleyip okuyacağımızı ümit ediyorduk. Hatta ortak bazı projeleri gerçekleştirmeyi umuyorduk. Fakat kader, bütün hayatı boyunca dinin hayata hayat olması için koşturan bu hayat adamını ahiret hayatına davet etti. Bu davete icabet istisnasız herkes için vâcip ve vâki’ idi. Mübarek bedeni Eyüpsultan mezarlığına defnedilirken aziz ruhu da Hakk’a urûç eyledi. Esasen onun mezarı toprakta olsa da, makamı, onu sevenlerin gönüllerindeydi.


Yaşadığımız sürece ve büyük mahşer mahkemesinde de diyeceğiz ki: “Allah’ım! Sen İbrahim Canan kulunu bizden daha iyi biliyor, daha iyi tanıyorsun ama madem ki bizim de şahitliğimizi talep ediyorsun… Bizler bu Canan kulunu, sâlih bir kul tanıdık, gördük, bildik ve can ü gönülden sevdik. Çok sevilesi ve sayılası bir güzel müslümandı. Hiçbir kötülüğünü de bilmiyoruz. Biz ona haklarımızı bütünüyle helal ediyoruz. Biz ondan râzıydık, sen de razı ol. Kabrini nurla doldur, taksiratını affeyle, cennetteki derecesini âlî eyle, onu ve ailesini hayatı boyunca adını ağzından düşürmediği Hz. Rasulullah’a –sallallâhü aleyhi ve sellem- komşu eyle… Cemâl-i bâkemâlinle şerefyâb ve serfirâz eyle…”

KÖRPE KALEMLER’DE İKİ CANAN YAZISI


Prof. Dr. İbrahim Canan, 14 Ekim 2009 Çarşamba günü bir trafik kazası sonucu âhirete irtihal etmişti. Vefatından 3 hafta sonra İstanbul Büyük Çamlıca’da 06 Kasım 2009 Cuma günü onu hayırla yâd etmek için, gelecek nesillere bir yâd-ı cemil kalsın diye “Canan Hoca’nın Hazret-i Cân’a Urûcu: Bir Can Daha Cânân’ına Uçtu” başlıklı bir yazı yazmıştım. Körpe Kalemler İnternet Dergisi’nde yayınlanmıştı. Kader, sürprizleri sever derler. Birkaç yıllık zaman aralığından sonra yayın hayatına daha olgunlaşmış olarak yeniden dönen Körpe Kalemler’de (Ekim 2022) ilk yazım bir doğum değil, bir ölüm yazısı olacakmış ya, ne gâm, bütün hakiki doğumlar, bir ölümle başlar; ölmeden diriliş olmaz.


Sözkonusu yazımda taziyemi şu sözlerle dillendirmiştim:


“Merhum İbrahim Canan hocam-ağabeyimin aramızdan geçici olarak ayrılması münasebetiyle, Canan ailesinin saygıdeğer şahsiyetlerine, kıymetli zevcesi Zarife annemize ve her biri diğerinden daha sevgili ve saygılı evlatlarına, gelin ve damatlarına, dahi torunlarına Hûb Ailesi olarak başsağlığı diliyor, hepsine her türlü mevzuda can ü gönülden vefa sözü vererek muhabbet ve hürmetlerimizi bildiriyorum, bildiriyoruz…”


Şahsen İbrahim Canan Hoca deyince aklıma yazımı bitirilememiş kitaplar, yarım kalmış makaleler, gerçekleşememiş bir aile okulu projesi, vefat ettiğinde yatağının üzeri dizilmiş “bilgi fişleri” ile dolu bir araştırmacı ilim adamı ve sevgili-sevimli bir gönül insanı geliyor. Bu yazıyı da tam demini alacağı sırada kazârâ dökülen bir çaydanlık kardeşlik çayının hikayesi addediyor ve çayımızı, “Çay koy keçeli!” diyen Üstadımızla beraber Cennet’te yakın komşular ve can dostlar olarak içeceğimizi intizar ediyorum.
Yine 09 Ekim 2022’de kaleme aldığım Bediüzzaman’ın Talebelerinden Prof. Dr. İbrahim Canan ile Nurlu Hatırlar yazımın, kendisinden doğrudan veya eserleriyle ettiğim bütün ilmî ve manevî istifadelerime -karşılık olmasa da- bir minik teşekkürnâme, bir küçücük vefâ-nâme kabul edilmesini diliyorum. Bilvesile kendisinin değerli ailesine, çocuklarına, torunlarına, akrabalarına, tüm sevenlerine, sevecek olanlarına ve tanımak isteyenlere armağan ediyorum.


İbrahim Canan hocanın cana yakınlığı sebebiyle kendimi sanki onun kırk yıllık ahiret kardeşiymiş gibi yakın hissetmiştim, onu bir ‘hoca’ olmaktan ziyade bir ‘öz ağabey’ gibi benimsemiştim. Bu yazıyı da huzur-u ilahîde Bir Aile Kardeşliği’ne dolaylı bir dua telakki edilmesini rahmetinden niyaz ediyorum.


Çok çalışkan ve velûd bir kalemi olan İbrahim Canan, Nur Câmiasına kalbî âidiyeti olmakla beraber, aklını/kalemini kimseye teslim etmemişti ve o sebeple bütün cemaatlere ve fertlere açık bir duruşu, söylemi, kalemi ve kelamı vardı. Bediüzzaman’ın talebeleri içinden çıkıp da sadece Nur Câmiasında bir hoca olmanın ötesinde, millet ve ümmet çapında bir hoca/âlim olmayı başarmıştı. Üstad Bediüzzaman’ı gören gözlere, seven özlere ayrı bir muhabbetimiz ve hürmetimiz vardır. Talebeleri içinden en çok beraber olduğum İbrahim Canan hocam olmuştu.


Vasiyetine uygun olarak Eyüp Sultan Mezarlığında, nur vesilesi Zübeyir Gündüzalp ağabeyin yakınında, Tahirî Mutlu, Bekir Berk, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Mehmet Fırıncı gibi Bediüzzaman’ın diğer talebelerinin hizasından biraz ileride bulunan kabri pürnur olsun, nurlarla dolsun, taksirâtı affolunsun, makam-ı âli olsun.. daha ne diyelim…

SON SÖZ

14 Ekim 2009’da insanlık ağacından bir yaprak daha düştü ve yaprağın üzerinde bir yazı vardı:
İbrahim Canan rahmetullâhi aleyh (1940-2009)…
Allah ganiy ganiy rahmet eylesin.

Kaynaklar:

¹*Eşi Zarife Canan mülakatında şöyle anlatmıştır: “Üstad Hazretleri ona (İbrahim Canan’a) “Zübeyir’in yerine koydum” diye kendisine haber göndermiş. Belki o yüzden de daha bağlandı Zübeyir Ağabeye. Risâleleri onun sayesinde tanımış. Zaten talebeliği de Risâle-i Nur’ları teksir etmekle geçmiş. O yüzden birkaç günlük mahkûmiyeti var. Kızılcahamam’da on gün kadar yatmış. Risâle-i Nurları teksir etmekten dolayı değil, Risâle-i Nur Talebesi olmaktan. Bir gün öğrenci evini aramışlar. Evde Risâle-i Nur’ları bulunca “bu kimin?” demişler. Arkadaşları da o evde yok diye “İbrahim’in” demişler. Bundan dolayı bir on gün kadar Kızılcahamam’da yatmış. Hatta “Niye yattığımı da anlamadım” derdi… İhsan Atasoy’un ‘Nurun Büyük Kumandanı’ kitabında (İbrahim Canan’ın) Zübeyir Gündüzalp ile olan hatıratını almışlar. Hangi konuda karar vermekte sıkıntı çekerse direkt Zübeyir Ağabeye gider sorarmış. Her şeyi onun yönlendirmesiyle yapmış. Bir ara okulu bırakmayı düşünmüş, onun yönlendirmesiyle devam etmiş. Yurt dışında doktora imkânı çıktığında gidip gitmeme hususunda kararsız kalmış yine Zübeyir Ağabeye danışmış. Onun yönlendirmesinin her zaman hakkında hayırlara vesile olduğunu düşünürdü.” (Yeni Asya Gazetesi, 13 Kasım 2009).


²*Prof. Dr. İbrahim Canan, 5 Haziran 2009 tarihinde resimdekilerin isimlerini Ömer Özcan’a söylemiştir:
“Fotoğraftakileri şöyle tanıtayım: Bediüzzaman Said Nursi; Said Özdemir; elinde sepet olan hizmet minibüsünün şoförü Hulusi Ok; arkasındaki Astsubay Hasan Okur; Üstad’ın arkasındaki uzun boylu olan Mehmet Günay Tümer, Kastamonulu, beraber kalmıştık, Profesör oldu, trafik kazasında vefat etti, şehid oldu. Üstad’ın arkasındaki kısa boylu Ali Rıza Öztürk hoca, şimdi Eskişehir’de. Arkada sadece başı görünen irtica masası şefi sivil polis Abdülkadir Denizlioğlu’dur; aslında çok da menfi bir adam değildi, ama bizi bir zaman sabaha kadar Emniyet Müdürlüğünde bekletmişti. Onun yanında başı öne eğik olan Emirdağlı Nureddin. (Başının sadece yarısı görünen diğer ağabey ise, müezzin Mehmed Mandal hocadır.-Ö.Ö.) https://www.risalehaber.com/prof-dr-ibrahim-canan-said-nursinin-fotografini-nasil-cektigini-anlatiyor-566v.htm https://www.risalehaber.com/said-nursinin-bu-fotografina-sizan-irtica-masasi-sefi-363365h.htm

³*Ebu Davud, Cihad, 41 (2542); Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 6/135 (5756); Hatîb Tebrizî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 1/212 (672); Beyhakî, Ma’rifetü’s-Süneni ve’l-Âsâr, 3/106 (2024); Hakim, Müstedrek, 2/124 (2534). Hâkim “Sahihtir” demiştir.

⁴*Beyhakî, Ma’rifetü’s-Süneni ve’l-Âsâr, 3/105 (2024); eş-Şâfiî, el-Ümm, 1/253; İbn-i Kudâme, el-Muğnî, 2/154; Nevevî, el-Mecmû’, 5/88; el-Müttekî, Kenzü’l-Ummâl, 2/45 (3339).

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment