DüşünceEkim '22Kevser Sabâ Alkaya

“DERİN BİR YARANIZ MI VAR, O BİR KAPIDIR”

Kevser Sâba ALKAYA

Clarissa Pinkola Estes’in: ”Çok derin bir yaranız mı var, o bir kapıdır.” sözüne takıldı kalbim. Bir yara nasıl kapı olabilir insana, o kapıdan neyi görebilir insan? Kapı hayli derin bir metafor; hem açılmayı hem kapanmayı ifâde eder; hem içeriyi hem dışarıyı. Kapı sınırdır, kapı açmaktır ya da kapamak, kapı açılmaktır, girmek ya da dışarda kalmak, kapı güvendir, kapı limandır, kapı sığınmanın girizgâhıdır; bazen de dışarda bırakılmanın ızdırabı. Kapılar ya açılır yüzümüze ya kapanır. Kapı bazen dış güç tarafından açılıp kapansa da çoğu kez kapıyı açıp kapatanın biz olduğunu bilemeyiz; iyi ama nasıl? Sözlerimiz, niyetlerimiz, zihnimiz, bilinçaltımız davetiyedir hayat yolunda karşımıza çıkan kapılara. ”Anahtar da benim, kilit de benim.” diye okumuştum bir yerlerde; bundan mülhem açan da benim açılan da; tıpkı Simurg hikayesinde Zümrüd-ü Anka kuşunu aramaya çıkanların yolun sonunda kendileri ile karşılaşmaları gibi.

Gelelim Estes’in kalbime değen bu sözüne. ”Derin bir yaranız mı var o bir kapıdır.” Yara nasıl kapı olur insana? Yıllar önce medrese tahsili alırken İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin Mektûbat adlı eserinde şöyle bir söz okumuştum: ”Tat acıda, huzur huzursuzlukta, merhem yarada:” Okur okumaz kalbimi titretti, sarstı, sendeletti; henüz 17-18 yaşlarındayım; bunu dil ile ifade edecek bir tecrübe ve olgunlukta değilim, akıl ile izahını tam yapamasam da kalbim sözü anladı. Şerhini bana hayatın yapacağını nereden bilecektim? Zahiri olarak, tat acıda işte canım, yemeğe bile acı yakışıyor, her şey zıddıyla kâim gibi sözlerle açıklayabiliriz; nitekim doğrudur da.

İyi ama ”tat acıda, merhem yarada.” ne demek? Psikolojiye ilgi duyan biri olarak okuduğum psikoloji kitaplarında da benzer sözlerin olduğunu farkettim. Sûfilerin sözlerine benzer tespitleri olan psikanalist Jung: ”Bilinç, acı olmadan doğmaz.” diyor ve şöyle devam ediyor: ”Yarası olmayan şifacı iyileştirici olamaz; çünkü gerçek iyileştirici güç, yaranın kendisinden gelir.” İmam-ı Rabbanî Hz’lerinin: ”Tat acıda, merhem yarada, huzur huzursuzlukta.” sözüne ne kadar yakın değil mi? Şüphesiz, edebiyat, psikoloji, tasavvuf alanlarında bu minvalde söylenmiş çok daha fazlasını söylemek mümkün; lakin ben bu yazımda Estes ile açılan ‘kapı’nın mahzenine inmek istiyorum. Şifâ, merhem, kapı yarada ise acıya, yaraya, ızdıraba yeni bir gözle bakmanın zamanı gelmiş demektir.

Estes’in, Jung’un, İmam-ı Rabbanî Hz’lerinin sözlerinden umut rayihası çarptı yüzüme. İnsanı hafifleten, insana güç veren, daha ileriye taşıyan bir umut. Yarana bakıp durma, yarana takılma; yaranı farket, sana vermek istediği mesajı al ve yola revan ol.

Bedenimizdeki acılar nasıl ki yolunda gitmeyen bir şeyin sinyali ise kalbimizdeki acılar da keza yolunda gitmeyen şeylerin sinyalleri; nitekim beden ve ruh bir bütün, iç içe girmiş ve birbiriyle irtibatlı haldeler. Son yıllarda sık sık bel problemleri yaşadım. Belimde işlerin yolunda gitmediğinin mesajını bana belime giren ağrı ve acılar verdi. Belime giren acıyı hissetmeseydim, belimdeki problemi farkedemeyecek belki de sorun çok daha ileriye gidececekti; ama orada o acı bana bir şey anlatmak istiyordu. ”Bana kulak ver, beni dinle, sana bir şeyler söylemek istiyorum.” diyordu. Bedenimdeki o acı bana şifalanmam için bir kapı oldu; aslında bedenimiz her zerresinde hayat bulunan, her bir hücrenin birbiriyle irtibatlı olduğu ihtişamlı, mucizevi bir yapı ve bizimle sürekli konuşuyor. Kendimize yabancılaştırılarak ”eğitildiğimiz” için en çok kendimize sağır, en çok kendimize körüz. Bedenin bu gizemli dilini Alice Miller, Hayat Yolları kitabında şöyle anlatıyor: ”Bedenimin, ben duygularımın farkına henüz varamamışken, kendini duyurması beni hep şaşırtıyor. çocukken sık sık hasta olurdum. Bu çaresizliğimi ifade etmenin bir yoluydu.” Yani aktarılamayan duygular, sevdiklerimizle kuramadığımız sahih ilişkiler sadece kalpte değil bedende de kalıcı izler bırakıyor. Yıllarca ulaşmaya çalışıp da bulamadığım ”sevdiklerimin/yakınlarımın” bende bıraktığı hatıra da titreme, anksiyete ve depresyon. Yine Alice Miller’in dediği gibi beden asla yalan söylemiyor. ”Beden yaşadığı her şeyin hatırasını tamamıyla bünyesinde saklayan bir organizmadır.” diye ilave ediyor Miller.

Son yıllarda Psikosomatik alanında yapılan araştırmalar da beden ve ruh arasındaki bağlantıyı çok daha detaylı bir şekilde ele alıyor. Eski Yunanca’da ‘ruh’ anlamına gelen ”psyche” ile beden anlamına gelen ”soma” kelimelerinden oluşan Psikosomatik, psikolojik kökenli fiziksel hastalıklar için kullanılan bir adlandırma. Farklı ekollerde ‘psişe’ için; zihin, bilinçaltı, bilinçdışı, ruh gibi farklı tanımlar yapılmış. Sûfiler, rûhun hasta olmadığını, hasta olanın nefis olduğunu söylerler; nitekim Psikolojinin Arapça karşılığı ”ilmü’n nefs’ yani nefis ilmi. ‘nefs, nefes,nüfus’ kelimelerinin de aynı kökten ‘nfs’ geldiğini gözönünde bulundurursak bu kelimenin hayli derin anlamları hâiz olduğunu görebiliriz; tabii şimdilik bu deryaya girmeyeceğim, inşallah bir sonraki yazımızda bu deryanın gizlerine seyahat edeceğiz. Şimdiden dalış teçhizatlarınızı hazırlayın derim. 🙂

Şimdi kaldığımız yerden devam edelim. Sûfiler, asıl vatanından gurbete düşen, beden zindanına -geçici de olsa- hapsedilen rûhun bu dünyada ızdırap çekeceğini söylerler; yani acının kökeni ontolojik. Bu acının rayihasını edebiyatımızda da sıklıkla görüyoruz. Necip Fâzıl birçok şiirinde buna işaret eder. Hâlim şiirinde: ”Bilmem hangi âlemden bu toprağa düşeli, yataklara serildim cam kırığı döşeli.” derken insanın ızdırabının bütünden kopuş, ana kaynağa hasret olduğunu terennüm eder. yine Kamış şiirinde: ”Ben gurbet rüzgarının üflediği kamışım, bir su başında yapayalnız kalmışım.”diyerek aynı ontolojik ızdıraba işaret eder.

Aynı his Mehmet Âkif’in pek bilinmeyen Gece şiirinde de vardır. Âkif;

”Nasıl dursun benim bîçare gölgem senden ayrılmış?

Güneşlerden değil Yâ Rabb, senin sinenden ayrılmış.” iniltisiyle insanın acısının kökenine iner. Âkif’in bu dizelerinde kaynağından uzaklaşan suyun, coşkuyla aka aka kaynağına ulaşma aşkını hissediyoruz.

Mevlânâ Hz’lerinin Mesnevisinin ilk beytinin de bunu anlatması hayli manidar.

”Bişnev in ney çün hikâyet mîkûned,

Ez cüdayiha şikâyet mîkûned.”

(Dinle, bu ney neler hikâyet eder, ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.)

”Kez, neyistan tâ merâ bübrîdeend,

Ez, nefirem merd ü zen nâlideend”

(Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan

Erkek kadın müteessir olmakta ve inlemektedir.)

Mevlânâ Hz’lerinin Mesnevisine ‘dinle’ diye başlaması bana çok çarpıcı gelir; birçok anlamı olmakla beraber ‘kendini dinle, içini dinle; o ızdırabı sende duyacaksın diyor sanki. Ney sesinin bu kadar yanık olmasının sebebi asıl vatanından gurbete düşmesinden. Tıpkı Necip Fâzıl’ın: ”Bilmem hangi âlemden bu toprağa düşeli dediği gibi; ya da Âkif’in: ”Güneşlerden değil senin sinenden ayrılmış.” dediği gibi. Sûfiler bu yaranın/acının/ızdırabın ontolojik olduğunu ve yaranın vuslatla kapanacağına işâret eder.

Edebiyat eserlerine baktığımızda ise farklı acılardan neşet ediyor gibi gözükse de -en derinde- bu acıdan gelen ızdırabın kokusunu hissedebilirsiniz; fakat burada psikolojinin; özellikle psikanalistlerin insanın yarasının onun için bir yol işareti olduğu görüşünü de yadsımıyorum; özellikle kendimi Jung ekölüne yakın gören biri olarak Jung’un: ”Gerçek iyileştirici güç yaranın kendisinden gelir.” sözünün şiflandırıcı bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Niyâzî Mısrî’nin: ”Derman arardım derdime derdim bana dermanmış.” sözündeki irfân ile Jung’un sözü hakikat yolunda bir yerlerde kesişiyor; yalnız psikoloji, bu acıyı dünyevî nedenlerle sınırlı tutarken tasavvuf bizi namütenahi bir yolculuğa çıkarıyor. Hakikat seyyahları ile sözüm kime değerse bu seyahata kelimelerin rûhuna edeple dokunarak devam edeceğiz. S/özümün değdiği herkese selamlar.

1 Yorum

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment