DüşünceKevser Sabâ AlkayaOcak '23down angle photography of red clouds and blue sky

Epiktetos: ‘’Kendinin efendisi olmayan hiç kimse, özgür değildir.’’ der. İrvin Yalom ise onu tasdikler mahiyette: ‘’Bize gereken duygudaşlık değil, kendi duygularımıza hükmedecek gücü tekrar kazanmaktır.’’ diyerek aynı hakikate temas eder.

Sûfiler, insanın içinde üç önemli kuvve var der. Geçen yazımızda bu kuvvelerle giriş yapmıştık insan âleminin gizlerine. Bunlar; şehvet, gadap ve akıl idi. Mucizevi bir şekilde yaratılan insanın içine bu üç kuvve elbette boşuna verilmedi. Öfke, sınırlarımızı koruyan mühim bir kuvve. İhlal edildiğimiz an devreye girer, bize yolunda gitmeyen şeylerin olduğunu haber verir. Bebeklerin ihtiyaçları için dürüstçe öfkelenip tepki göstermeleri işbu yüzden. Travma üzerine önemli çalışmaları olan Gabor Mate: ‘’Bir bebek rahatsız veya mutsuz olduğunda ağlar, üzüntüsünü gösterir. Acıyı ya da üzüntüyü saklamak için yaptığımız her şey öğrenilmiş bir tepkidir.’’ der. O halde kişinin sınırları ihlal edildiğinde öfke hissetmesi, acısını saklamaması fıtratından uzaklaşmadığının bir işareti. Bebeğin doğal tepkisini yok saymak, görmezden gelmek öfkenin rayından çıkmasının ilk dönemi. Öfkelenirsem sevilmem mesajını alan bebek, kendine bakım verenin onayını almak için kendi özüne ihanet eder. Kendine İhanet kitabında Arno Gruen şu harika tespitte bulunuyor: ‘’En iyi uyum sağlayanlar aynı zamanda kendi duygularına en uzak olanlardır. Bu çelişkili yöntemle başarı, bastırılmış bir duygu dünyasını örtbas etmektedir. ‘’sevgilerine’’ bağımlı olduğumuz insanların isteklerine taviz vermeyi çok küçük yaşlarda öğrendik.’’ Sevgi, onay, kabul görebilmek için kendine ihanet eden insana ise önce rûhu sonra bedeni mutlaka ‘’dur ya da hayır’’ deme yolu bulur. Hastalıkların birçoğu kendine ihanet eden insanın bedeninin isyanı; bunu bana öğreten de kendi hastalığım oldu. Uzun süre depresyon tedavisi gören biri olarak nedenlerini araştırdığımda birçok sonuca vardım. Bunlardan bazıları kendimi sabote etmem, duygularımın itidalinden sapması idi. Aslında bedenimin uzun zamandır verdiği sinyalleri, merkezimden uzaklaştığım için, göremeyip, duyamamıştım; üstelik tüm bunlar muhafazakar bir ortamda, yoğun bir dini eğitim altında olmama rağmen oluyordu. Aldığım eğitimlerin beni bana yaklaştırmaktan ziyade beni benden uzaklaştırdığını acı tecrübelerle öğrenmiş oldum. Şâhit olduğum dini oluşumların hemen hepsinde bireyin ‘’BEN’’liğini yok sayan, sağlıklı bir ‘’BEN’’ inşâ etmek yerine fertlerin ‘’BEN’’ini, kendi benlerini güçlendirmek için, örselediklerini müşahade ettim. Oysa ‘’BİZ’’ olabilmenin yolu, sağlıklı ‘’BEN’’den geçiyordu. Hayır diyemeyen, öfkesinin kaynağına inemeyen, onu ifade etmekten menedilen kişi, zamanla; tıpkı benim gibi öfkesinin ibresini kendine çevirip kendini sabote ediyordu. Kimileri benim gibi içe yansıtırken kimileri de öfkeyi, kendinden daha güçsüze, örtülü ya da açık bir şiddet yoluyla, dışarı yansıtıyordu. Nasıl ki başkasına zarar vermemek adına kendime verdiğim bu zarar ‘’erdem’’ değil; bilakis kendi kul hakkıma girerek kendime zulmetmekse, aynı şekilde dışarıya yansıtılan da zulümdü. Kendine ya da başkasına zulmetmeyi ‘’dindarlık’’ sanmak ise büyük bir yanılsama idi. Bunun yanılsama olduğunu bu tecrübelere sahip olan herkes bilir. Yarım yanlış anlaşılan ve dikte edilen bir din algısı şifâlandırmak yerine hasta ediyordu. Hastalanan kişiyi iman zayıflığı ile itham etmek de zulmün başka bir rengiydi. Hem hasta et, hem de hasta oldu diye itham et. Jung: ‘’Bana normal birini getirin asıl onu tedavi edeyim.’’ derken böylesi hasta bir topluma uyum sağlayamamanın sıhhat işareti olduğuna temas eder. Nitekim özüne yabancılaşmış bir toplumda asıl sağlıklı olanlar ‘’hasta’’ olanlardır. Bir anlamda kişinin bedeni bozuk olan sistemi hastalık ile protesto eder. Sistem ise hastalığın köküne inip şifâlandırmak yerine, ‘’hasta’’ olanı itham edip bu kısır döngüyü devam ettirerek bundan nemalanır. Bu kısır döngüden ise ancak farkındalıkla çıkılabilir.

Sûfilerin kuvvelerin itidale gelmesinden kastı, onları yok saymak, bastırmak değil, önce onları kabul edip anlamak olmalı. Nitekim Freud bastırılan duyguların kaybolmadığını, şiddetli bir şekilde geri döneceğini söyler. Duyguları yok saymak, bastırmak bir terbiye yöntemi değildir; bu şekilde ‘’terbiye’’ edilen kimsenin şifalandığına da şahit olmadım. Uzun yıllardır gözlemlediğim ise duygularını bastırmış, kendinden fersah fersah uzaklaşmış kişilerin uyum sağlamak adına kendilerine ihanet ettiğiydi. Bize bakım verenlerin görmezden geldiği duygusal ihtiyaçlarımızın bize zarar verdiği artık bir sır değil, amacım burada ebeveyn ithamı değil, amacım ortada bir yanlış varsa buna yanlış deme cesaretini gösterebilme yürekliliği. Ebeveynle başlayan bu süreç diğer ‘’eğitim’’ kurumları ile de devam ediyorsa buna dur demenin vakti gelmiş ve geçiyor demektir. Kimse bize, gerek dini gerek dünyevi olsun, ‘’eğitim’’ adı altında zarar vermemeli. Bunun için duygularımıza hayatî önem vermeli; zira görmezden gelinen duyguların intikamı acı olur.

Tasavvufta sıklıkla bahsedilen ‘’Kendini bilen Rabb’ini bilir.’’ Hadis-i Şerifi dikkatle teemmül edildiğinde gerçek eğitimin kendini bilme/tanıma ile başladığını anlayabiliriz. Madem kendini bilmek bu denli mühim; neden özellikle dini eğitim verilen kurumlarda kişinin duygularının kökeni ihmal ediliyor, duyguları tanımak yerine duygular bastırılıyor?

Neden ‘’terbiye’’ adı altında kişinin kendini ifade etmesi engelleniyor?

Kendini ifade edemeyen, gereksiz susmayı erdem sanan, duygularına yabancılaştırılarak ‘’eğitilen’’ kişi maalesef sağlıklı bir fert olamıyor.

Sanırım Epiktetos: ‘’Kendinin efendisi olmayan hiç kimse özgür değildir.’’ derken tam da bu hakikate işaret ediyor. Nedir kendinin efendisi olmak? Önce kendini tam anlamıyla bilmek, fıtratına dercedilen her şeyi bir kâşif gibi çözebilmek, kendi âleminin dehlizine, Yâ Nûr feneriyle cesurca girebilmek, gadabını, şehvetini, aklını tanıyabilmek, tüm karanlıklarına yürekli bir şekilde bakabilmek, onları kabul edebilmek, kendini tüm yönleriyle tanıyabilmek, tetiklendiği yerleri farkedip şifâlandırabilmek, her şeyin kendinden başladığını sezebilmek, kuvvelerinin neyin hizmetinde olduğunu görebilmek. Kuvvelerin neyin hizmetinde olduğu da mühim bir mesele. Bunu en iyi Hz. Ali sırrında görürüz; hani çoğumuzun bildiği savaşta tam hasmını öldüreceği esnada, yüzüne tüküren düşmanını affetmesinde. Kendinin efendisi olması işte tam olarak bu. Yüzüme tükürmeden önce Allah için savaşıyordum seninle, tükürdükten sonra devreye nefsim girdi, işbu yüzden seni âzâd ediyorum. Nefs-i emmaresine boyun eğmemenin adıdır kendinin efendisi olmak. Yaptığı eylemin kaynağına inip kendine hâkim olabilmektir. Özgür olmanın yolu bu efendilikten geçiyor işte. Efendiliği de yanlış anlamışız ya hadi neyse. Efendi olmak ile efendilik taslamak arasındaki fark, olmak ile ‘’mış’’gibi davranmak arasındaki fark kadardır; zira olanın taslamaya ihtiyacı olmaz.

Epiktetos’un kendinin efendisi olmak dediği ile İmâm-ı Rabbani Hazretlerinin kuvvelerin itidale gelmesi hakikatte aynı anlama geliyor. Her ikisine ulaşmanın yolu ise, ‘’Men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû.’’ (Kendini bilen Rabb’ini bilir.) Hadis-i Şerifini idrâk etmekten…

Yunus Emre’nin: ‘’İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.’’ dizeleri bu hakikatin kokusunu taşır içinde.

Kendini bilmenin yolu, kendini sevmekten geçer; zira sadece seven tanır. Kendini sevmeyi öğrenemeden kendini ‘’bilenler/bildirenlerin’’in verdiği zarar görene aşikar. Bu zararı, toplumun her kesimine sirayet eden nefret dilinde görmek mümkün.

Nefretin kökeninde öfke, öfkenin kökeninde ise sevgisizlik var. Kendini sevemeyen, kendini tanıyamaz; kendini sevemeyen başkasını sevemez.

Bize kendimizi unutturdular, bize kendimizi bilmeyi unutturdular, bize kendimizi sevmeyi unutturdular, bize içimize bakmayı unutturdular. Oysa nefrete değil sevgiye; öfkeye değil şefkate; hınca değil rahmete ihtiyacımız var.

Yeniden, yeni bir nazarla, yeni bir kalple, kendimizle ve insanlarla, tanışmanın vakti gelmedi mi?

Kuvvelerden diğer ikisini sonraki yazılarımda tefekkür etmeye devam edeceğiz. S/özümün değdiği herkese sonsuz sevgiler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment