Kur’an bir bütün olarak değil, tedrici metotla nazil olmasına rağmen hedefi yönüyle o başından sonuna kadar bir bütündür. Kaynağı itibariyle de yine onun bütün ayet ve sureleri bir bütünü oluşturmaktadır ki, bazı ayetleri ve sureleri diğerlerinden ayrı tutulamaz. Hepside aynı hedefi göstermektedir.
Yaklaşık yirmiüç sene gibi bir zaman zarfında muhatapların gerek ihtiyaç ve gerekse sorunlarına cevap olarak ayet ayet, sure sure indirilen kur’an bu gün bizim önümüzde bir bütün olarak durmaktadır. Acısıyla, tatlısıyla, problemi ve çözümüyle bir hayatın tamamını ihtiva eden Kuran’da bir insan ömrünün yaratan ve yaratılanlar bağlamında her karesinin en doğru değerlendirilmesi vardır. Bu resmi oluşturan karelerden biri ikisi eksik olduğu zaman, o resme anlam vermek zorlaşacak belki de alakasız tanımlamalarda yanlış teşhis ve tespitte bulunacaktır.
Bu bakımdan insan hayatını, bütün ilişkileriyle birlikte bir bütün olarak ele alan Kur’an da elbette bütüncül bir yaklaşımla okunmalı ve anlaşılmalıdır. “Onlar bu Kur’an’ı hiç anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o, Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda mutlaka birçok (tutarsızlık) çelişkiler bulurlardı”(Nisa 4/82) ayetiyle de Kur’an ı anlamaya davet edilen insanlara, onun ilişkinin bulunmadığı vasfı ortaya konmuş ve bu özelliği onun ancak Allah kelamı olduğuna delil olarak kaydedilmiştir. Nitekim Kur’anın yirmiüç yıl gibi bir sürede tedrici olarak nazil omuş bulunmasına rağmen her türlü çelişkiden uzak olduğu gerçeği Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından te’lif edilmiş olmadığını, tam aksine insanüstü bir kaynaktan gelen ilahi bir bildiri olduğunu ispat eder ki bu da hem Hz. Peygamber (s.a.s)’in dönemindeki hem de daha sonraki münkirlerin ona karşı suçlamalarında yanıldıkları yolunda ikna edici bir delildir.
“İmdi hakkı inkâra şartlanmış olan kimseler: “Kur’an ona bir bütün olarak bir kerede indirilseydi ya!” diyorlar. Oysa biz onu (sana) böyle tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde belli bir düzen içinde ağır ağır vahyediyoruz ki onunla senin kalbini pekiştirelim.” (Furkan 25/32) ayetinde bildirilen, münkirlerin bu isteği onda tutarsızlık bulamayan fakat bu bütünlüğü hazmedemeyip, bu sefer onun indirilişinde bir bütünlük olmasına istemeleri onların art niyetlerini oldukça açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Yine Allah (cc)’ın, bütün öğretilerin en güzelini, kendi içinde tutarlı, (gerçeğin) her türlü ifadesini çeşitli biçimlerde tekrarlayan, Rablerinden korkanların ondan tüylerinin ürperip sonunda Allah’ı(n rahmetini) hatırlayınca kalpleri ve tenlerinin yumuşayıp sakinleştiği bir ilahi kelam şeklinde indirdiğinin ve Allah’ın rehberliğinin isteyeni doğru yola eriştirip O’nun, saptırdığı kişininse hiç bir yol gösterici bulamayacağının belirtildiği61 ayette Kur’an’da ki tutarlılığı ve bunun yansımaları güzel bir üslupla ortaya konmuştur.
Yukarıda zikrettiğimiz; müşriklerin Kur’an’ı bir kerede toplu olarak indirilmesini istedikleri oysa onun Hz. Peygamber (s.a.s)’e tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde, belli bir düzen içinde, O’nun kalbine iyice yerleşmesi ağır ağır vahyedildiğinin belirtildiği ayette geçen ‘Rattelnahu tertilen’ ifadesine Muhammed Esed iki paralel anlam verir ve şöyle der: ‘Rattelnahu tertilen’ şeklindeki özlü ifade “(bir şeyin) parçalarını, bütününü meydana getirecek şekilde bir araya getirip, onlara uygun bir düzen vermek” ve bir de “bütüne iç tutarlılık sağlamak” gibi paralel anlamlar ihtiva etmektedir. Hz.Peygamber (s.a.s)’in yaşadığı, hareket ve olaylarla dolu 23 yıllık bir hayata yayılan mesajın her türlü çelişkiden uzak ve her bakımdan tutarlı oluşu onun Allah (cc) tarafından vahyedilmiş olduğunu açıkça ortaya koyduğuna göre, bunu düşünen her mü’minin imanını güçlendiren bir keyfiyet olması gerekir; Kur’ân’ın kendisine göre de, onun zaman içinde tedricen vahyedilmesinin sebebi bu keyfiyette aranmalıdır. [(Müzzemmil 73/4)’de olduğu gibi, Kur’an’ın okunması anlamında kullanıldığı zaman tertil terimi, onun kolaylaşabilecek ve üzerinde düşünülebilecek şekilde açık ve ölçülü bir tarzda telaffuz edilmesi anlamına gelmektedir.]”62 Görüldüğü üzere Kur’an daha indirilişinde bir tutarlılık arzetmiş ve çelişkilerden uzak kalmıştır. Bu da onun ilahi kaynaktan geldiğinin en önemli delilidir. Küçücük bir kitap, ciddi olarak tetkik edildiğinde, içinde birçok tutarsızlık ve çelişkileri barındırabildiği, hatadan hali olmadığı görülürken, Kur’an gibi büyük ve zamana yayılarak inzal edilen bir kitapta en küçük bir hatanın olmaması onun kaynağının kudsiyeti ve ondaki bütünlüğü ortaya koyan en büyük bir hüccettir.
İşte bir bütünlük arzeden, kare kare insanın hayatını nakşeden Kur’an yine “bütünlük” içinde okunmalı, parçacı bir yaklaşımdan şiddetle kaçınılmalıdır. Ayetlerin hepsi başlı başına anlamlı ifadeler olmalarına rağmen onlar birbirinden müstakil değildirler. Onlar hep birlikte Kur’an’ı oluşturmakta, insan hayatının bütününü içine alan bir anlam ifade etmektedirler. Kur’an’ın hedefine, ancak onu bir bütün olarak ele almakla ulaşılır. Aksi takdirde Kur’an’ın bütünlüğünden feragat etmek Kur’an’ın hedefine değil, niyetlenilen başka başka hedeflere ışık tutacaktır ki bu gayret de akim kalmaya mahkûmdur. Zira bir kapıyı ancak ona uygun dişlere sahip bir anahtar açabilir. Kur’an’a bütüncül yaklaşmamak onu tanımamak demektir. Bu çabalar, fili hiç görmemiş insanların kapalı gözlerle filden dokunabildikleri kadarını anlayıp onu bir hortum veya bir sütun şeklinde tarif etmelerine benzer ki bu, asıl tanımdan ne kadar da uzaktır.
Kur’an’ı bir bütün olarak okuma ondan yararlanmada çıtayı yükselteceği gibi yukarıda münkirlerin iddia ettikleri gibi bir hataya mümin olarak düşmenin de önüne geçecektir. Zira Kur’an’ın bir kısmını seçerek bazı bölümlerini, hatta tamamını dahi olsa bilinçsizce üstün körü okuyan bir kimse Kur’an’ı doğru anlayamayacak bunun da ötesinde sanki onda bir çelişki varmış gibi bir zanna kapılabilecektir. Çünkü okuduğu ayetin başındaki ve sonundaki bölümlerle olan irtibatı (sebep-sonuç ilişkisi v.b.) kavrayamayabileceğinden ona bazı ayetler ve bunlardaki kavramlar kapalı kalacaktır. Böyle bir hata da ancak Kur’an’ın kendi bütünlüğü içinde onun anlatım stilinin bilincinde olarak okuma ile izale edilebilecektir. Çalışmamızın Giriş bölümünde “Kur’an” kelimesinin etimolojisini incelerken görüldüğü üzere Kur’an’ın “karain” kökünden geldiğini savunanlar da vardı ki; bunun “ayetlerin birbirine yakın olması, uyum içinde olması” anlamına geldiğini ifade etmiştik. Bu anlamlar dikkate alınması durumunda da Kur’an ayetlerinin birbiriyle uyumlu olduğunu ve birbirini açıkladıklarını görmekteyiz.
Kur’an’ı hakkıyla okumak ve doğru olarak anlamak onun bütününü dikkate alarak okuma ile doğru orantılıdır. Böyle bir okuma ile ne kadar çok okursak, o kadar Kur’an’ın mantığını anlamış oluruz. İnsan hayatın her safhasında nasıl yine insansa hyatının parçaları birbirinden ayrı düşünülemediği gibi Kur’an’ın da düşünce sisteminin anlaşılması onu oluşturan parçaları (ayet ve sureleri) onun bütünlüğünden koparmadan okumaya ve öyle değerlendirmeye bağlıdır. Çünkü Kur’an ayetleri birbirini açıklayıp tefsir eden, birbirine sebep sonuç ilişkisiyle sıkı sıkıya bağlı olan çok hassas bir bütünlüğe ve ince bir semantiğe sahiptir. Kur’an üzerinde yaptığı semantik çalışmalarıyla ünlü Toshihiko İzutsu, Kur’an’daki bu semantik yapıyı kısaca şöyle değerlendirir: “ Kur’an’da kelimeler arası ilişki de son derece ilgi çekicidir. Mesela; Allah, selam, nebi, iman v.s. gibi çok önemli Kur’an sölerini toplayıp Kur’an’da ne anlam verildiklerine bakmakla mananın kavranabileceği zannedilir. Fakat hakikatte mesele öyle sanıldığı kadar basit değildir. Çünkü bu kelimeler, Kur’an’da birbirinden ayrı, yalın halde bulunmazlar. Herbirinin ötekiyle yakın bir ilişkisi vardır. Bu kelimeler, müşahhas anlamlarını, birbirleriyle olan bu ilişki sisteminden alırlar. Diğer bir ifade ile bunlar kendi aralarında büyük-küçük çeşitli gruplar teşkil ederler ve birbirlerine muhtelif yollarla bağlanırlar. Bu suretle, sonunda gayet düzenli bir bütün, son derece karışık kavramsal bir münasebet ağı kurarlar. İşte önemli olan husus, bu anlam sistemini yakalamaktır.”63 İzutsu’nun değerlendirmesinde de görüldüğü gibi ayetler arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bundan dolayı da bir kelime veya sadece bir parça müstakil ele alındığı zaman bizzat Kur’an’ın hedeflediği mananın, mesajın çok uzaklarında kalınacağı ortadadır. Birbirlerine çeşitli yönlerden bağlanan bu parçalar hem son derece ahenkli bir bütün hem de girift ve son derece ciddi bir tetkikle derinliği ancak anlaşılabilen bir bütünlük oluşturur.
Halis Albayrak da bu mevzuda, Kur’an’ın parçalarının yerine göre birbirini tamamlayan, yerine göre birbirini açıklayan nitelikleriyle ayrılmaz bir bütün oluşturdukları, çünkü bir yerde kapalı olan ifadenin başka bir yerde açık, bir yerde muhtasar olan fikrin, diğer tarafta tafsilatlı, bir yerde mutlak olanın, bir başka yerde kayıtlanmış, bir yerde genel ifadeli bir hususun, diğer yerde tahsis edilmiş şekliyle geçebileceği yine buna ilaveten, aynı kökten türeyen kelimelerin, değişik ortamlarda farklı anlamlar kazandığı gibi, kök itibariyle büsbütün farklı olan kelimelerinde birçok yerde aynı anlamı vurgulayabildiğini belirtir. 64 İşte Kur’an bu anlayışla okunduğu zaman, bir bütün olarak ele alınmış ve hem doğru okunmuş hem de doğru anlaşılmış olacaktır. Nitekim bu bilinçte olan Sahabe ve onların yolundakiler de Kur’an’ı böyle okumuş ve değerlendirmelerini, tefsirlerini bu çerçevede yapmışlardır. Çünkü aralarında bir bütünlük olan bu ayetleri ancak siyak ve sibak çerçevesi içinde değerlendirirsek doğru bir anlama gerçekleşmiş olacaktır.
Kur’an’ın yine Kur’an’la tefsir edilmesi görüşünde olan İbn Teymiye şöyle der: “Biri çıkıp, ‘Kur’an’ın en güzel tefsir yolu nedir?’ diye sorsa, cevap olarak şunu söyleriz: ‘Kur’an’ın yine Kur’an’la tefsir edilmesidir. Zira bir yerde anlamı kapalı (mücmel) olarak beyan olunan bir ayet, bir başka yerde tefsir edilmiştir; bir yerde kısaltılmış olan (muhtasar) husus, bir başka yerde etraflıca anlatılmıştır.” 65 Gerçekten de Kur’an tefsirinin en güzeli Kur’an’ın yine Kur’an’la tefsir edilmesidir. Çünkü baştan sona müthiş bir sistem ağı bulunan Kur’an’da, her kapalı kelimenin bir başka ayetlerde bir açıklaması mevcuttur.
Aralarında yaptıkları savaşlar ve müşriklerle ittifaklar kurarak birbirlerini öldüren Yahudileri kınayan ayette: “…böyle yaparak ilahi kelamın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını da inkâr mı ediyorsunuz?” Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bu dünya hayatında zilleten ve Kıyamet günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” 66 buyurularak ilahi emirlerin bir kısmının gözardı edilmesinin çirkinliği vurgulanmaktadır. Nitekim İslam’dan önceki dönemde Medine’nin iki arap kabilesi Evs ve Hazrer sürekli birbiriyle savaş halindeydiler ve orada yaşayan Yahudi kabilelerinden Beni Kaynuka ile Beni Nadir, Hacrec kabilesinin; Beni Kurayza da Evs’in müttefiki idiler. Böylece Yahudiler müşriklerle itttifak yaparak birbirlerini öldürüyorlardı. Oysa bu durum Hz. Musa (a.s)’nın şeriatına göre iki misli ağır suç idi. Ancak yine de o kurala uyarak birbirlerinden aldıkları esirleri sonradan fidye karşılığı serbest bırakıyorlardı. İşte ayette ifade edilen tutarsızlık bu idi. 66 Çünkü bu ayetlerin bir kısmına iman edip bir kısmını da inkâr anlamına geliyordu.
Ömer Ubeyd Hasene; “ Korkarım ki, -en azından bakış açımızda- eski milletlerin hastalığı bize intikal etmiştir. Biz Kur’an’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmiyoruz. Ancak Kur’an’a parçacı bakışımız, nedeniyle sure ve ayetlerin bazı gayelerini dikkate alıp geri kalanını teberrük ve tilavet ile göz ardı ediyoruz. Bundan dolayı ki biz de yukarıdaki ayette belirtilen kötü duruma fiilen düşmüş bulunuyoruz. Bana göre Kur’an’a bakış açısından olmasa bile, onun emirlerini yerine getirme bakımından biz şu anda bir takım emirlerin yapıldığı, diğer kısmının terk edildiği bir ayrım dönemi yaşıyoruz.” 68 Diyerek bu konudaki haklı endişesini dile getirmektedir.
Kur’an’ı bir bütün olarak değil bir kısmını ele alıp diğer bir kısmını terk eden cüzi/parçalı bir bakışla ele almak imkânsızdır. Aynen alyuvarlar akyuvarlar ve diğer bazı madeni unsurlardan oluşan kanı yalnızca alyuvarlar ya da akyuvarlar olarak kabul etmemiz mümkün olmadığı gibi. Kur’an’ın sadece –işimize gelen- bir yönünü alıp diğer yönünü ihmal ve terk kesinlikle mümkün değildir. Çünkü hepsi birbirini tamamlamakta ve içiçe ahenkli bir yapı içinde bulunmaktadırlar. Doğru olanda Kur’an’ı kapsamlı/bütüncül bir bakışta ele almaktır. Çünkü hepsi birbiriyle irtibatlıdır. Örneğin, Alak Suresi’nde okuma emredilmektedir. Ve burada okunan Besmele ile olması belirtilmektedir. Bu ayetlerde okuma fiili, insanın kan pıhtısından yaratılmasıyla irtibatlandırılmıştır. Ayette devamlı “oku ve öğren İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbim kerem sahibidir. (Cömerttir). “Gerçek şu ki, insan (ilim ve malda) zengin olduğunu görüce azar.” görüldüğü gibi Kur’an ekonomik ve sosyal bir meseleyi aynı anda ele alır. İnsanın aşırı derecede mala ve mülke kavuştuğunda azdığını ve onunla kibirlendiğini de belirtir. Görünüşte bir birinden ve unsurlarından oluşan bir sofra gibidir. 69
Kur’an’ı kendi bütünlüğü içinde okumanın bir gereği olan, ayetleri siyak ve siyakından koparmam da daha çok önemlidir. Bu bağlamlarında parçacı bakış açısına birkaç örnek verelim. 70
Hz. İbrahim’den bahseden ayette: “ O “siz” dedi, kendi ellerimizle yonttuklarımıza mı tapıyorsunuz? Oysa sizi de, sizin taptıklarınızı da yaratan Allah’tır.” (es-Sâffat 37/95–96) buyurulmaktadır. Bu ayetleri siyak ve sibakından koparıp sadece “sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı.” Ayeti yalın olarak düşünüp başıyla sonu arındaki irtibatı ve oradaki anlatılan hadise ve olguyu dikkate almazsak puta tapanların, kötülük işleyenlerin sorumlu olmadığı gibi bir anlam dahi çıkarabiliriz.
Yine Tevbe suresi (9/36) inde “müşriklere karşı topyekün savaşın ayeti mustakiller orada vurgulanmak istenen değildir. Kötü niyetli kimseler bu ayetle islamın saldırı dini olduğunu ispat etmeye çalışmışlardır. Oysaki bu insanlar ayeti okumaya devam etselerdi “…sizinle topyekün savaştıkları gibi…” sözünü görürlerdi. Çünkü ayet “…ve onlar sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa, sizde Allah’tan başkalarına ilahlık yakıştıranlarla öyle topyekün savaşın ve bilin ki Allah, kendisine karşı sorumluluk bilincine sahip olanlarla beraberdir.” Görülmektedir ki İslam’da keyfi bir sivil saldırı yoktur aksine müdafaa (saldırı) vardır. Güven ve emniyet telkin eden bir dinin saldırıyı öngörmesi zaten akıl ve mantık dışıdır.
Bu konuda verilebilecek birçok örneklerden biriside Tevbe 9/6. ayettir. Burada “ ve Allah’tan başkalarına ilahlık yakıştıranlardan biri senin korunmana başvurursa, onu koruma altına al, olurki (senden) Allah’ın sözünü işitip anlayabilir ve sonra onu, kedini güvenlik içinde hissedebileceği bir yere ulaşır; bu (davranışın), onların (belkide yalnızca) (Hakk’ı) bilmedikleri için (günah işleyen) kimselerden olmaları ihtimalinden dolayıdır.” Buyurulur ki ayet gayet açıktır. İslam emniyet dinidir, aman dileyene dokunulmaz. İman etmeyen bir kimse dahi bir müslümanın korumasına başvurursa, müslüman onu himaye eder, onu İslam’a davet eder. Çünkü o belkide inadından değil de Hakkı bilmediğinden iman etmemiş olabilir. Belki o müslümanın sözü ona te’sir ederde o da kurtulur. Yine müslüman onu kendini güvende hissedebileceği bir mekâna ulaştırmakla görevli olup kesinlikle maddi ve manevi baskıda bulunmayacak. İşte bu ayet evvelindeki ve sonundaki ayetlerle birlikte ele alınmayıp müstakil olarak bu ayetin başındakini veya sonundakini göz önünde bulundurursanız ayetin anlamı ve maksadı bütünüyle değişecek ve adeta İslam’ın saldırı dini olduğu zannedilecekti. Oysa ayetler bir bütün olarak okunduğunda meselenin hiçte öyle zannedildiği gibi olmadığı apaçık ortaya çıkıverecektir.
Kur’an okurken bir kısım yerleri gizlemekle Kur’an’ın bütünlüğüne bir saldırı ve çok ağır bir vebaldir. Nitekim bakara suresi 174. ayette: “Allah’ın indirdiği vahiyden bazı kısımları gizleyenler ve bunu az bir kazanç karşılığı değiştirenler gelince; onlar karınlarını ateşle doldururlar. Ve kıyamet günü Allah onlarla ne konuşacak ne de günahlarından arındıracaktır; şiddetli azap onları beklemektedir.” buyurularak Allah’ın indirdiği vahiyden bir kısmını gizleyip az bir kazanç karşılığı değiştirenler ağır bir şekilde yerilmiş ve onların günahlardan arındırılmayacağı ve şiddetli azabın onları beklediği ifade edilmiştir. Razi’nin naklettiğine göre İbn Abbas, bu ayetin yahudilerin, Ka’b b. El-eşref, Ka’b b. El-esed, Malik b. Sayf, Hüyey b. Ahtab ve Ebu Yasir b. Ahtab gibi ileri gelenleri hakkında nazil olduğunu belirtmiştir ki bunlar kendilerine tabi olan yahudilerden birtakım hediyeler alırlardı. Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamber olarak gönderilince, bu menfaatlerinin sona ereceğinden endişelenerek, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve onun şeriati hakkında Tevrat’ta bulunan haberleri gizlediler. Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur. 71 Yine Razi’nin Mefatih-ul Gayb’da “gizleme” olayını Kadi’nin kendisine ihtiyaç duyulup, onu ortaya koymaya vesileside bulunduğu halde birşeyi ortaya koymayıp saklamak olduğu çünkü böyle olmadığı zaman o işin, ketmetme ve gizleme sayılmayacağı şeklinde tanımladığını bildirir ki72 âlimler bu gizlemenin mahiyetinde de ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas’tan, gizleyenlerin Tevrat ve İncil’i tahrif eden kimseler olduğu rivayet edilirken Kelamcılar da böyle bir rivayetin doğruluğuna pek sıcak bakmamışlardır. Çünkü onlara göre Tevrat ve İncil, üzerlerinde tahrif yapılamayacak kadar şöhret ve tevatür derecesine ulaşmış iki kitaptır. Aksine onlar, Tevrat ve İncil’in gerçek tefsir ve te’vilini gizliyorlardı.73 Onlar herkesin bildiği Tevrat ve İncil ifadelerini değil de onun yorumunu bilinçli olarak yanlış yapıyorlardı.
“Allah kendilerine geçmişte vahiy getirenlerden sağlam bir taahhüt almıştı: ‘onu insanlara açıklayın ve hiçbir şey gizlemeyin!’ Ama onlar bu taahhütlerini kulak arkasına attılar ve küçük bir kazançla değiştirdiler: ne kötü bir alışveriştir bu.” ayeti hakkında Muhammed Esed de; Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gelişinin hem eski Ahid’de, hem de yeni Ahid’de önceden haber verildiği ve Kitabı Mukaddes’e tabi olanlardan da bu haberi, fiilen yaptıkları gibi örtbas etmeleri değil, onu etrafa yaymalarının istendiği74şeklinde bir yorum yapar ki yukarıdaki görüşlerle de paralellik arzetmektedir.
“Kim bildiği bir bilgiyi gizlerse kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem vurulmuş olarak gelir.” 75Hadisi de hele hele ilahi vahiyden bir şey gizlemenin elim sonucunu bütün yakıcılığıyla tasvir eder.
Sonuç olarak Kuran’ın bütünlüğü konusunda Muhammed Kutup, “Bu kitap birbirine bağlı bir bütünlük ifade eden bir harikadır. Şekli tamamen dolduran, sahayı bütünüyle kuşatan… Şümullü ve bir tek harika. Siz onun bir tek parçasını koparamıyorsunuz…76 Derken Şatıbi de “Kur’an’ın bir kısmını anlamak, şu ya da bu şekilde diğer kısımlarını anlamaya bağlıdır. Çünkü Kur’an kendi kendisini tefsir eder. Hatta Kur’an-ı Kerim’de öyle konular vardır ki, eğer bir başka yerinde açıklanmayacak olsa onları gerçek anlamda anlamak imkânsızdır. Çünkü Kur’an’ı Kerim’de bizzat ele alınan, mesela zaruriyattan olan bir konu, bir başka yerde haciyat ile kayıtlıdır. Durum böyle olunca Kur’an’ın bir kısmını anlayabilmek, diğer kısımlarını anlamaya bağlıdır.”77 Demiş ve Kur’an’ın doğru anlaşmasının ancak bir bütün olarak okunup değerlendirilmesi ile olacağına işaret etmiştir.
İbn Abbas’ın, Ensardan bir grubun Yahudilerden bir topluluğa Tevrat’tan Hz. Peygamber (s.a.s) in sıfatları ve bazı hükümler hakkında soru sormaları karşısında, onların bunu söylemeyip gizlendiklerini ve bunun üzerine inandığı78 söylediği: “Bakın katımızdan indirdiğimiz hakikatın ve rehberliğin delilini ilahi kelam racılığı ile insanlığın önüne koyduktan sonra onu gizleyip ört bas edenlere gelince; işte onlardır yargılama yeteneğine sahip herkesin de lanet yağdıracağı,”79 ayetinden hemen sonra gelen ayette de “ancak tevbe edenler, kendilerini düzeltenler ve (tebliğ edilen) hakikati duyuranlar bunun dışındadır; onların tevbesini kabül edeceğim, zira yanlız benim tevbelerimi kabül eden, rahmet dağıtan buyurularak bir önceki ayette geçen hakikatin ve rehberliğin delilini gizlemenin cezasından adeta ancak tevbe edenlerin kendilerini düzeltmelerinin ve hakikati duyranların affedileceği ifade edilmektedir. Kanatimizce imkân nisbetinde hakkı duyurmamak da bir hakikati gizleme ameliyesi olmuş oluyor ki, ayette adeta bunun kefaretinin de tevbe etmek, kendini düzeltmek ve gerçeği duyurmak olduğu ifade ediliyor.
Burhan Küpeli