“Bazı yollar vardır; gökyüzünde de devam etsin istersiniz. Bazı yollarda yürümek içinizden gelmez. Bazen doğayı insandan koruyabilmenin yolunun ‘yol açmamak’ olduğunu farkedersiniz. Yol, zannettiğimizden daha mühim. En mühimi de sırat-ı müstakîm (dosdoğru yol). Yolunuz açık olsun…”
5 Eylül 2020 Cumartesi günü twitter’dan bu güzel sözleri paylaşan kıymetli Prof. Dr. Hasan Onat Hoca, 3 hafta sonra, 63 yaşında bugün, 26 Eylül Cumartesi günü ‘corona’dan vefat etti. Twitter’dan öğrendiğim vefat haberiyle sarsıldım, tuhaflaştım, yüreğime mahiyeti meçhul bir kor düştü. Gayr-i iradî ona kendi sözüyle mukabelede bulundum, “Yolunuz açık olsun, güzel insan.” dedim, “Allah ganiy ganiy rahmet eylesin.”
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı Başkanı olan Prof. Dr. Hasan Onat hoca ile, 6 Mayıs 2019 Pazartesi (Hıdırellez) günü fakültedeki odasında karşılıklı seviyeli, samimi ve sıcak bir tanışmamız ve konuşmamız olmuştu. Bu ilk muârefemizi ve “Bediüzzaman, Nur Mesleği ve Nurculuk” üzerine bir saate yakın süren tek musâhabemizi, Nurlu Hatıralar bağlamında sırf bir yâd-ı cemîl olarak kayıt altına almalıyım diye düşünüp duruyordum, fakat hep erteliyordum. Bursa merkez İmam Hatip Lisesi’nde okurken, 1987-88’de tefsir derslerimize giren kıymetli Hidayet Karaca hocamızın tekrar ede ede beynimize nakşettiği bir sözü vardı. “Oğluuum, hayırlı işleri ertelemeyiiin! Sonra yaparım demeyin! Yarınlara atmayın. Hemen şimdi başlayın! Şimdi değilse, ya ne zamaaan!? Şimdi değilse ya ne zamaaan?!” diye sorardı, ilim öğrenme, namaz kılma ve dine hizmet etme gibi hayırlı işleri hemen şimdi, zamanında yapmamız gerektiğine dikkat çekerdi, beynimize ve kalbimize kazırdı. “Yarıncılar, erteleyenler helak oldular.” (Müsned, I/139) hadisinin de irşadıyla, hayırlı işleri ertelememe prensibi gereği, Onat Hoca ile sözkonusu mülâkâtımızı ve hatıramı daha fazla geciktirmeden yazmaya karar verdim.
Tanışmamız şöyle olmuştu. Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Dinî İlimler Anabilim Dalı, Tasavvuf Bilim Dalı’nda Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun danışmanlığında (2013-2018) yazdığım/yaptığım ve tam doktora savurmama birkaç hafta kala onun emekli olmasıyla Prof. Dr. Mustafa Aşkar Hocanın danışmanlığında ikmâl ederek bitirdiğim doktoramın ‘tez savunması’nı, nihayet 3 Mayıs 2019 Cuma günü vermiştim ve tezim oybirliği ile kabul edilmişti. Entstitü’ye tez teslimi ve gerekli bazı resmî işlemler bağlamında bir imza için (Arap Dili ve Belağatı Anabilim Dalı Başkanı -yaşça akranım- Prof. Dr. Zafer Kızıklı’ya uğradığım ve yüksek gururu ve agresif yüzüyle tanıştığım gibi,) Mezhepler Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Hasan Onat Hoca’ya da uğramış ve ilmî ve insanî olgunluğuyla müşerref olmuştum.
İlk tanıştığım çoğu insan gibi onun da önce “Hûb” soyadım dikkatini çekti, manasını sordu. Ben de dedim ki: “Soyadımız, babamın dedesi Gazi Hubbay İsmail Efendi’nin (1891-1975) ‘Hubbay’ nâmından/lakabından gelir. Bize ailecek yöremizde “Hûbbaylar” denir. (Gazi Dedeme bu nâmı, Bartın-Kumluca Medresesi’nde okurken arkadaşları vermişler. I. dünya savaşında 8 yıl savaşmış ve 4 yıl İngilizlere esir kalmış, toplam 12 sene askerlik yapmış.) Malumunuz: “Hûb”, Farsça “iyi, güzel, hoş” demektir. Hûbân, Hub-cemal, hub-eda, hub-endam gibi tabirler Divan Edebiyatı’nda çok geçer. “Bay” da, eski Türkçe’de “zengin, beyefendi adam” demektir. (Tarihte Kılıç-bay, Kutlu-bay gibi namlı zatlar vardır.) Soyadımızın anlamı ve hikayesi böyledir.”
Tanışma faslından sonra, Hasan Onat Hoca, doktoramın tasavvuf anabilim dalında ve tez konumun da “Said Nursî’ye Göre Sülûk” olduğunu önünde imzalanmayı bekleyen resmî evraktan okuyup öğrenince, çok şaşırdı ve:
“Zaman tarikat zamanı değildir” diyen Bediüzzamana göre tasavvufta doktora olur mu, sülûk olur mu?” diye sordu. Bu soruyla beraber Bediüzzaman konulu musâhabemiz başlamış oldu. Bu 1. SORU’suna kendimce cevap verdim.
Kısaca ona; tasavvufun, İslam’ın manevî boyutuna yönelik bir ilim dalı ve eğitim yolu olduğunu, ‘zühd dönemi, tasavvuf dönemi ve tarikat dönemi’ olarak üç devri bulunduğunu, hicrî 6. asırda ortaya çıkan tarikatlerden ibaret olmadığını, sülûkun da nizamî tarikat sülûku’yla sınırlı olmadığını, kendi tabirimle ‘gayr-i nizamî sülûk’ bir gerçeklik olduğunu söyledim ve tarikatlere mukabil Nur Mesleği, Bediüzzaman’ın sûfî geçmişi ve tasavvufî beslenme kaynakları ile izah ettim. Bediüzzaman’ı tasavvuf ve tarikatlerden uzak görenlerin sadece onu tanımayanlar değil, onu tanıdığını sanan bazı Nur Talebelerinin de olduğunu söyledim. Belki de bu yüzden şimdiye kadar tasavvuf anabilim dalında Bediüzzaman’la ilgili Türkiye’de ve dünyada hiçbir doktora çalışmasının yapılmadığını, bu yönüyle doktora tezimin dünyada bir ilk olduğunu belirttim (2019). Tezimin başında “Bediüzzaman’a Göre Seyr ü Sülûk”un kritiğini yaptığımı, olup olamayacağını değerlendirdiğimi de ayrıca ilave ettim.
“İyi” der gibi başını sallayan Hasan Onat hoca, bu özet bilgileri alırken sözümü hiç kesmeden pürdikkat dinledi. Hatta odaya bir arkadaşı girdi, sanki birşey diyecekti ama ‘hoşgeldin’ dedikten sonra onu oturttu, beklemeye aldı. Muhabbet henüz ilk heyecanıyla başlamıştı, sohbetimiz bitinceye kadar sözümü böldürmedi, hiç akışı boz(dur)madı.. ve manidardır beni hiç yanlışlamadı, aksine bakışıyla ve/veya başıyla hep onayladı.
Hasan Onat hoca, bu özet bilgileri verirken sözümü hiç kesmeden pürdikkat dinledi. Hatta odaya bir arkadaşı girdi, sanki birşey diyecekti ama ‘hoşgeldin’ dedikten sonra onu oturttu, beklemeye aldı. Muhabbet henüz ilk heyecanıyla başlamıştı, sohbetimiz bitinceye kadar sözümü böldürmedi, hiç akışı boz(dur)madı.. ve manidardır beni hiç yanlışlamadı, aksine bakışıyla ve/veya başıyla hep onayladı.
- SORU olarak; “Tezinde Nursî’ye eleştirel mi yaklaştın, yoksa her sözünü hikmet mi bildin?” dedi.
Ben de, tez konumun, mahiyeti itibariyle eleştirellikten ziyade araştırmacı bir yaklaşımla “Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin tasavvufî sülûka bakışını, kendi şahsî ilmî-fikrî-manevî sülûkunu ve umuma açtığı sülûk yolu olan Nur Mesleği”ni ortaya çıkarmak olduğunu anlattım, dedim ki:
“Bana bu tez konusunu Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu hocam emr-i vâki ile verdi. Verirken de “Ben biliyorum ki: Risale-i Nur’da da tarikatlerdeki gibi bir velayet yolu var. Fakat bu yol, şimdiye kadar akademik seviyede çalışılıp ortaya çıkarılmadı. Hatta (Iğdır İlahiyat’ta öğretim üyesi ve nur talebesi olan Prof. Dr.) Abdülhakim (Yüce) bile bu konuda bir tez yaptırmadı. Ben yıllarca Risale-i Nur’u ve tasavvufu bilen bir Nur Talebesini bekledim, bu tezi yaptırmak için. Demek sana nasip olacakmış. Bediüzzaman Hazretleri benim ilk üstadımdır. Ben gençliğimde sekiz sene Üstadın talebelerinden Said Özdemir ağabeyin risale derslerine devam ettim. Bir gece rüyamda Bediüzzaman Hazretleri benim elimden tuttu ve beni Şeyh Es’ad Erbilî Hazretlerine teslim etti. Ben de ondan sonra tarikate intisap ettim. Bu tez benim için ‘ilk üstadım’ olan Bediüzzaman Hz.lerine bir vefa olur, senin için de hayırlı bir çalışma olur.” dedi ve “Said Nursî’ye göre sülûk” konusunu bana kendisi re’sen tevdi’ etti. Bu tezde ben sadece Bediüzzaman’ın velayet yolunu keşfetmeye çalışan bir doktora öğrencisiydim, bir araştırmacıydım…” dedim, sözümü bitirdim. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni sâlik-i vâsılı olduğu ‘manevî sülûk’ gibi bir derin ve engin konuda kritik etmeye ve eleştirmeye yetkin olmadığımı, haddim de olmadığını ima etmiş oldum. Tasavvuf bilimdalı başkanı bir profesörün tasavvuf doktorasında bizzat Bediüzzaman’ı çalıştırması ve onu tasavvuf sahasında tarikatler gibi bir tarîk-i velayetin pîri olarak görmesi aslında yeterliydi, ona yetmeliydi diye düşündüm.
Benim bu mütevazı’ araştırmacı yaklaşımım karşısında Hasan Onat hoca, “Olur mu öyle? Sen bir doktora tezi yazmışsın. Gerekirse eleştireceksin…” mealinde bir-iki cümle sarfetti. Elbette “Allah’a eş koşmak (şirk), Allah’ın dışındaki varlıklara tanrısal güç atfetmektir.” diye düşünen ve inanan Onat Hoca esasen prensipte haksız değildi, ben de öyle inanıyorum; eğer gerekiyorsa müsbet tenkit, ilim erbabı olmanın ve hakikatperestliğin icabı idi. Fakat pratikte o işi yapabilmek için, yani seyr ü sülûk konusunda Bediüzzaman’ı eleştirebilmek için, onda önce seyr ü sülûk fikrini doğuran ve olgunlaştıran kendi şahsî fiilî seyr ü sülûkunu tarihçe-i hayatından derinlemesine araştırmak ve bunları tasavvufî perspektiften yorumlayıp değerlendirmek gerekiyordu -ki ben sırf Risale-i Nur Mesleğini pîri Üstad Bediüzzaman’ın şahsî sülûku üzerinden anlamak ve bizzat yaşadığı manevî hayatın yeniden yaşanabilirliğini esaslarıyla görmek/göstermek için tam 3 yıl araştırdım ve 3 ciltlik “Bediüzzaman’ın Manevî Tarihçe-i Hayatı’nı kaleme aldım- ve yetmez, ayrıca o yoldan geçmek, yani Risale-i Nur Mesleği üzere sülukunu tamamlayarak o yoldaki eksiklikleri ve vartaları tek tek tespit edip zamanın ve şartların değişmesine bağlı olarak tamamlayıcı irşadlarla o yolu yeni nesiller için ikmal etmek gerekirdi ki, şahsen böyle bir kemalden mahrumiyetimi bilecek kadar marifet-i nefse sahiptim. Tabii bu düşüncemi burada bilvesile yazıyorum, yoksa orada ifade etmedim.
Derken Hasan Onat Hoca bana pat diye bir soru daha sordu: “Sen nurcu musun?” Hiç beklemediğim bu 3. SORU’ya bir refleks halinde: “Eğer Bediüzzaman Hazretleri kabul ederse, talebesi olmayı cana minnet bilirim. Fakat ben kendimi nurcu olarak nitelemiyorum, çünkü nur câmiasından hiçbir nur cemaatine müntesip değilim. Hepsine muhabbetim var, o başka.” dedim.[1] Çünkü kendimi 2011 yılından beri “ehl-i sünnet ve’l-ferd” olarak niteliyordum.
Hasan Onat Hoca, Nurculuk âidiyeti üzerinden bahis açılınca, güncel bir konuya geçti. Risale-i Nur okuyan cemaatlerden ‘The Cemaat’in ve onlardan kaynaklanarak bütün ülkeye yayılan bazı büyük sorunların kökünün/nedeninin ‘cemaatçilik illeti’ olduğunu, âidiyetçiliğin insanlardaki adalet duygusunu bozduğunu anlattı. The Cemaat’in de zamanında devlette ve sosyal hayatta her yeri ele geçirme uğruna türlü türlü haksızlıklar/adaletsizlikler yaptıklarını ve bu zulümlerine karşı da vicdanlarını cemaatçilikle (dine hizmet kılıfıyla) manipüle ederek rahatlattıklarını (kendilerini kandırdıklarını) söyledi. Dinin aslının adalet olduğunu belirterek dinde ve dine hizmette adaletin önemine dikkat çekti.
Milyonlarca insanın yaşadığı mağduriyetleri ve yüzbinlerin çektiği dehşetli zulümleri doğaran fitneleri, esas sebeplerini, gerçek müsebbiplerini ve şerli sonuçlarını on yıllardır ilme’l-yakin bilen, ayne’l-yakîn görmüş ve hakka’l-yakîn yaşamış olan birisi olarak ben de bu sözleri aynen kabul ile tasdik ettim.
Sohbetin devamında Hasan Onat Hoca, 4. SORU olarak: “Bediüzzaman, ‘Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım’ diyor ama bugün nurcular siyasallaştılar. Bu konuda ne düşünüyorsun?“ dedi. Ben de hepsinin olmasa da pekçoğunun farklı derecelerde siyasallaştığını, yani bir partiye açıktan veya gizliden angaje olduklarını ve bu siyasallaşmanın, Risale-i Nurları belli bir siyasî kesime adeta hasrettiğini ve diğerlerinin istifadesine büyük ölçüde set çektiğini ifade ettim, bu meyanda birkaç eleştirimi serdetttim. Eleştirilerim; Nur Cemaatlerinin Dünya İslam Birliğine sosyal hayat planında çok ciddi katkılar sunmaları gerekirken ve sunabilecekken, aksine dışa yansıyan manzara olarak kendi aralarında bile ‘bir çeşit tefrika’ya düşmeleri, hatta birbirlerine karşı görünmez duvarlar örmeleri, iletişimsizlikleri, bazısının iplerini siyasîlerin eline vererek sivil özgünlük ve varoluşsal özgürlükten uzaklaşıp siyasal teb’alara (biat etmiş kullara) dönüşmeleri, tabir-i diğerle sivil önderlikten çıkıp siyasal reâyâlığa tenezzül etmeleri, ulusal ve uluslararası çapta ortak projeler üretememeleri/geliştirememeleri, hatta yüzlerce/binlerce nur talebesi akademisyenleri bulunmasına rağmen, hala Medresetü’z-Zehrâ’nın İlkokulu’nu bile açamamış olmaları gibi konulara yönelik hafif dokunuşlardı.[2] Herşeye rağmen Nur Câmiasının Türkiye’de ve dünyada iman kalesinin muhafızları oldukları ve Risale-i Nur’daki Kur’ânî hakikatlerle insanlığın hidayetine büyük hizmet yapmakta oldukları gerçeğini de hakperestlikle teslim etmek durumundayım.
Benim kalben hem Nur Talebesi olup hem de aklen Nur camiasına yönelik böyle net ‘eleştirilerimi’ dile getirebilmemi takdirle ve tebessümle karşılayan Prof. Hasan Onat Hoca, Bediüzzaman, Risale-i Nur ve Nurcularla ilgili kendi yaklaşımını paylaştı. Bununla beraber birkaç itirazını/eleştirisini de bana soru olarak yöneltti. “Ben” dedi, “katılmadığım görüşleri olsa da Said Nursî’yi severim. Nurcuları da severim. Hatta Risalelerin çoğunu okudum, belki hepsini okumuşumdur. Nurcular mahkemelerde yargılanırken, bana bilirkişi (ehl-i vukuf) olarak çuvallarla Risaleler gönderilirdi, “dine-kanunlara ters neler var” diye okuyup rapor sunmam için. O vesileyle okudum. Hep de olumlu raporlar verdim, yüzlerce nurcunun hapisten kurtulmasına vesile oldum, fakat onlar bunu bilmezler. Risaleleri okurken, Bediüzzaman’ın bana yanlış gelen birkaç ifadesine rast geldim. Keşke onları bir kenara not alsaydım. Çünkü o eleştirilerimi bir makale halinde yazmayı düşünüyordum. Madem sen doktoranı Bediüzzaman üzerine yaptım, bu konuda ihtisas sahibisin, o halde aklımda kalan temel birkaç soruyu sana sorayım.” dedi.
- SORU’sunu sordu: “Bediüzzaman, “Benim kitaplarımı okuyan âlim olur. Başka kitap okumasına gerek yoktur” diyor. Buna ne diyeceksin?” dedi. Cevap verdim, dikkatle dinledi, anladı, ikna oldu ve itiraz etmedi. Kısaca şöyle dedim:
“Dile getirdiğiniz iki cümle, birbirinden bağımsız iki ayrı sözdür; iki ayrı kitabında geçer. Beraber yan yana söyleyince yanlış bir mana ortaya çıkıyor. Bediüzzaman’ın “Benim kitaplarımı okuyan, âlim olur.” lafzıyla bir sözü yok. Onun tam olarak sözü şöyle: “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.” (İhlas Risalesi / 21. Lem’a). Bir sözün kime ve ne zaman söylendiği önemlidir. Bediüzzaman’ın o sözü, özel bir mektubunda geçer ve bu mektubu, Risale yazmaktan usanan bir kısım hususî kardeşlerine teşvik için kaleme almıştır. Medrese ve tekkelerin kapatıldığı dönemde, Kur’an tefsiri Risalelerle o ilim ve irfan yolunu açık tutmaya çalışmıştır.
Bediüzzaman’ın “Risale-i Nur yeter, başka kitap okumaya gerek yoktur” diye de bir sözü yoktur. Fakat kendisinin çok yakınındaki bir avuç vârisine ve hasların hası erkanlara, ‘mahrem’ bir mektubunda tahkikî imana ulaşmada Risalelerin kâfi geldiğini, başka eserlere muhtaç bırakmadığını yazmıştır. Bediüzzaman, o mektubunda, ‘hasların hası olan erkanlar’ dediği bazı talebelerinin sadece Risalelerle meşgul olmalarını salıklamıştır.[3] Yoksa, genel olarak bütün nur talebelerine ve herkese karşı, “Risaleler yeter, başka kitaba lüzum yok.” dememiştir.
Bediüzzaman’ın iki ayrı sözünün mahiyetini ve muhataplarını öğrenince, Prof. Dr. Hasan Onat Hoca, hafızasında iki ayrı sözü birleştirerek çok yanlış anlaşılan bir konsept meydana geldiğini farketti ve bu yüzden de ama’sız, fakat’sız, velakin’siz olarak cevabımı kabul etti.
Peşinden 6. SORU’su geldi: “Peki, Bediüzzaman, ‘Risaleler bana yazdırıldı, kalbime ilham edildi.’ diyor. Bu sorunlu bir ifade değil mi?” diye sordu.
Özetle dediğim şu oldu:
“Bu kabil sözler, Bediüzzaman’la başlamadı. Tasavvuf tarihi bu nevi sözler söyleyen evliyalarla dolu. (Bazıları bunlara şatahat der, bazıları hakikat.) İlham gerçeğini reddedecek olsak, tasavvuf tarihi çöker.” dedim. Güldü, “evet, aynen öyle.” dedi. Sözlerimi şöyle sürdürdüm: “Başta İbn-i Arabî olmak üzere yüzlerce zat, eserlerini, binlerce şair şiirlerini ilhamla yazdıklarını söylemişlerdir. Kur’an, Allah’ın arıya vahyettiğini (ilham ettiğini) söylüyor, kimse itiraz etmiyor. Annesinin kalbine çocuk Musa’yı nehre bırakması vahyediliyor ki bu vahiyler, ilham manasına alınıyor. Bediüzzaman da eserlerindeki hakikatlerin kendisine Allah tarafından, Kur’an’dan ilham edildiğini söylüyor, hepsi bu.
“Ben böyle düşünüyorum.. benim fikrime göre böyle” diyen bir felsefeciye -eğer mü’min ise- o doğru fikrini nasıl ürettiği sorulsa, ‘aklıma böyle geldi’ diyecektir. “Nerden/kimden geldi?” denilse, “Allah’tan” diyecektir. İşte Bediüzzaman, aynı yerde ben’i atlıyor, doğrudan O’nu gösteriyor ve “Hakikatler O’ndan!” diyor, ilk ve asıl kaynağını söylüyor. “Aklıma böyle geldi” diyen felsefeciler sorun yapılmazken, “Kalbime böyle doğdu” diyen âlimler/veliler niye sorun yapılıyor? Kur’an’da haber verildiği üzere arılara, hayvanlara, şâirlere veya bazı insanlara ilham eden Allah, niye İslam tarihinden bugüne bazı âlimlere-evliyalara ilham etmesin!
Bediüzzaman, büyük bir mahviyetle, Risalelerdeki hakikatlerin kendi aklının ürünü olmadığını söylüyor, o hakikatlere kendi adını mühür olarak vurmuyor, kalbine o hakikatleri gönderen Allah’ı adres gösteriyor. “Yanlışlar varsa bendendir ama hakikatler benim değil, Kur’an’ın malıdır, ondan ilham alarak yazdım.” diyor. Mana-yı ismîcilik yapmıyor, mana-yı harfî ile herşeye baktığı gibi, eserlerine de öyle bakıyor ve içlerindeki hakikatleri, esas sahibine teslim ediyor ve bunu da hiç lafı eğip bükmeden ‘ilham’ ile yazdığını belirtiyor. Olanı olduğu gibi dürüstçe söylüyor.”
Madem ki bütün iyilikler Allah’tandır (Nisa, 4/79), tüm hakikatler de Allah’tan gelir ve O’nun tecellisi olmayan hiçbir şey yoktur. Bediüzzaman, Risalelerin ilhamla yazıldığını söylerken, onların kendisinin değil, tefsiri olduğu Kur’anın malı olduğunu vurgulamakta, hataları kendi üzerine almaktadır. Bediüzzaman’ın bu sözü, herşeye mana-yı harfîsiyle bakan gözünden ve tevhidî özünden gelen bir sözdür…” mealinde beyanlarla cevap verdim.[4]
Cevapların netliği, dinî temeli ve makuliyeti sebebiyle olmalı ki Prof. Dr. Hasan Onat yine hiçbir red, şerh veya kayıt koymaksızın hepsini sakince ama ciddiyetle dinledi, hiç itiraz etmedi, hatta yer yer açıktan onayladı. Onun bu gerçekten alıcı gözlerle bakışı ve yapıcı tavrı, beni özlü konuşmaya sevkediyordu. Ben de bu samimi musâhabemizin karşılıklı bir münakaşaya dönüşmesine fırsat vermemek için, kelimeleri âzâmî titizlikle seçerek konuşmaya çalışıyordum.
Nihayet kendisi, yıllardır kafasında beklettiği sorular içinden –tabir-i câiz ise- ‘turpun en büyüğü’nü en son çıkardı. 7. SORU yerinde, bir gizli düşüncesini de sanki soru’ymuş gibi yöneltti:
“Said Nursî, eserlerinde kendisinin sık sık bir hastalığından bahsediyor. Küçüklüğünden beri o hastalığı var, onunla uğraşıyor, boğuşuyor. Mektuplarında sürekli o hastalığını yazıyor, dualar istiyor. Talebeleri o sözleri anlamıyorlar… Siz ne düşünüyorsunuz?” diyerek bir îmâda bulundu. Ben de îmasını açık soruya dönüştürdüm: “Bediüzzaman’ın psikolojik veya psikiyatrik bir hastalığı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yani sizce onda gizli bir delilik mi var?” dedim. “Evet” dedi Hasan Onat Hoca, “öyle bir durumu olduğunu sanıyorum.”
Ben de “Doktor teşhisiyle öyle bir hastalığını bilmiyorum. Aksine doktordan ‘aklen sağlık raporu’ olduğunu biliyoruz.[5] Fakat siz de bilirsiniz ki deli ile dâhi arasında ince bir çizgi var’dır. Eğer gerçekten bir delilik vardıysa bile, deliliğini gizleyebilen bir dâhidir, öyleyse.[6] (Nitekim Prof. Dr. Şerif Mardin “Said Nursî, ilminin çapını ihâtâ edemediğimiz bir dehadır.” der.[7]). Zaten dâhiler, biraz delidirler. Hepimizin bir deli yanı yok mu, gizlediğimiz, eğlediğimiz…” dedim. Karşılıklı gülüştük…
Bu sonuncu soruya daha farklı cevaplar vermeyi düşündüm, hatta giriş de yaptım “Hepimizin bir deli yanı yok mu gizlediğimiz” diyerek. Bediüzzaman’ın 1908’de geçici bir cinnet hâli isnadına maruz kaldığı zaman vermiş olduğu cevapta geçen:
وَكُلُّ النَّاسِ مَجْنُونٌ وَلٰكِنْ عَلٰى قَدَرِ الْهَوٰى اِخْتَلَفَ الْجُنُونُ
“Herkes delidir. Fakat heva (arzular) nisbetinde delilik derecesi farklılık arz eder.” şeklindeki söze[8] gönderme yapmıştım. “Peygamberimiz’e (s.a.v) bile mecnun/deli dendiği[9] bir dünyada Bediüzzaman gibi peygamber vârislerine de deli denmiş olması sadece bir fazilettir… Bediüzzaman’ın Muhakemât’ını okuyan birisi zaten ondaki yüksek mantık ilmi ve cümle örgüleri karşısında acze düşüp kendi akıl, mantık ve muhakeme yoksunluğunu farkeder…” diyerek sözüme devam edecektim.
Fakat süre uzadığı için, böyle teğet geçmeyi ve sözümü tadında bırakarak bağlamayı yeğledim. Çünkü Hasan Onat Hoca ile bu ilk tanışmamız ve tek konuşmamız yaklaşık bir saat kadar sürmüştü. Odada bekleyen arkadaşını daha fazla bekletmemek, hakka girmemek için kendisinden müsaade aldım ve doktora çalışmamla ilgili “hayırlı olsun” duaları ile yanından ayrıldım. Bir daha da dünya gözüyle kendisini hiç görmek nasip olmadı, sadece katıldığı tv programlarını çoğunluk beğeniyle izledim.
Son olarak, şunu da not düşmeliyim ki: Hayatımda akademik bir çalışmamı gönderdiğim ilk hakemli bilimsel dergi olan Toplum Bilimleri Dergisi’nin danışma kurulu (advisory board) üyelerinden birisi de Prof. Dr. Hasan Onat Hoca’ydı. Muhtevasında Bediüzzaman’a da referanslar verdiğim sözkonusu makalemi okuyup onay veren kurul üyelerinden birisi de o muydu, bilmiyorum ama aramızdaki bu küçük ortak detayı da kaydetmiş olayım.[10]
Yumuşak huylu, tatlı, sakin, mütebessim, bilge, hakperest ve insaflı şahsiyetiyle tanıştığım Prof. Dr. Hasan Onat Hocayı –bazı farklı görüşlerimize rağmen- Allah da biliyor ki, kalben gerçekten sevdim, aklen takdir ettim ve twitter’da yakından takip etmeye başladım, ara ara da hikmetli sözlerini paylaşıyordum. İstikbalde onunla bu ilk ve tek hatıramı ve Bediüzzaman hakkındaki sorulu-cevaplı konuşmamızı da yazmayı düşünüyordum. Meğer bu hatırayı yazmak, vefat gününe nasip olacakmış. Fakat her ölüm gibi onun ölümü de çok erken oldu. Nasibden öte yol yok, o başka. Birgün beraber birşeyler yapabileceğim bir ilim ehli, bir düşünür, bir insan güzeli olarak kalbimde yer edinen bu zatın vefat ettiği haberini alınca, bu ilk muarefe ve musahabemin hatırası içime bir kor düşürdü. Beraber bir hatıra resmimiz olmasa da, işbu yazıyı kaleme almış oldum.
Nur Davasında yüzlerce Nur Talebesinin hapisten kurtulmasına verdiği olumlu bilirkişi raporlarıyla vesile olan, Çankırı Eldivan’lı merhum Prof. Dr. Hasan Onat hoca’nın Allah taksiratını affeylesin, makamını âlî eylesin. Rahmet-i Rahman’dan onun şahsına dileğim, duam, niyazım budur. İnanıyorum ki: Akıl ve vahyin uzlaşmasına adanmış bir ömrün sonunda O, eserleriyle sevenlerinin kalbinde ve fikirleriyle düşünenlerin dillerinde yaşamaya devam edecek ve daima hayırla yâd edilecektir. Ruhunu taşıyan hakikatlı fikirlerini ve insan/birey merkezli dinî değerlendirmelerini okumayı da salık veriyorum. Çünkü mütfekkirler fikirleriyle yaşarlar, okundukça yaşamaya devam ederler.
Son olarak onun, vefat etmeden iki hafta önce twitter’da paylaştığı iki sözü ile hitam-ı misk etmek istiyorum:
“Hayatımız daha iyi olsun istiyorsak: 1. Sadece kendimizle yarışalım. 2. Kendi gündemimiz olsun. 3. Olumsuz düşünenlerin bizi etkilemesine izin vermeyelim. 4. Alışkanlıklar geleceği belirler; bilelim. 5. Kazanmadan harcamayalım, üretelim. 6. Başarısızlığa takılmayalım. 7. Dosdoğru olalım. (13 Eylül 2020).
“Maziye mahkum olmaktan kurtulabilmek için: 1. Hayatın geleceğe doğru aktığını; 2. Geçmiş’in de her daim yeniden inşa edildiğini; 3. Yaratıcı yetilerini yitiren birey toplumların geçmişi kutsallaştırdıklarını; 4. Eskilerin kavgasını sürdürmenin akıl işi olmadığını bilmek gerekir.” (15 Eylül 2020).
Merhum Hasan Onat Hoca’nın ruh-u azîzi için el-Fâtiha!
Dr. Musa Hub
26 Eylül 2020 Salı
Londra / İngiltere
DİPNOTLAR
[1] Bu cevabımla şunu demek istemiştim: İnsan, bireysel olarak da Bediüzzaman’a bağlanabilir veya ‘Risale-i Nur Talebesi’ olabilir, Nur Câmiasına dâhil olabilir. Fakat Nurcu olmak, bende bir Nur Cemaatine müntesip olmak anlamına geliyor. Nurculuk, bir topluluktur, topluluklar bütünüdür. Bu sebeple kendimi ‘Nur Talebesi’ görüyorum, ama ‘Nurcu değilim’ diyorum. Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a gönülden bir talebelik bağım var, fakat hiçbir nur cemaatine aidiyet bağım yok, sadece hepsine Allah için sevgi ve saygım var. Nur dairesinde Üstad’ın rahlesine beraber oturmuşuz. Onlar organize grup, bense birey. Bir nur cemaatine müntesip olamayacak kadar hepsini kuşatan bir sevgi ve saygıyı kalbimde buluyorum; hepsini ‘meslek kardeşim’ ve ‘dava arkadaşım’ görüyorum. Kısacası: Ben Nur câmiasına dâhil bir Nur Talebesiyim inşallah ama herhangi bir nur cemaatine mensup bir nurcu değilim.
[2] Burada bir kere daha vurgulamak istiyorum ki: Küresel çapta en büyük hayali “İslam Birliği” olan bir dinî-ictimaî lider olarak Üstad Bediüzzaman’ın arkasında toplanan milyonlarca Nur Talebelerinin ve Cemaatlerinin, millet ve ümmet arasındaki ayrılıkların giderilmesinde arabuluculuğa ve birlikteliğe öncülük yapmaları beklenirken, aksine kiminin Eski Said’i, kiminin Yeni Said’i, kiminin Üçüncü Said’i ağırlıklı olarak takip etmek suretiyle kendi aralarında onlarca kollara bölünmeleri –ki bir ulu çınarın dalları gibi olan bu durumun rahmet veçheleri mahfuz-, bu yeni kollar ile yepyeni açılımlar yapabilecekken, Nur Câmiasının çoğunluğunu oluşturan ayrı ayrı cemaatler olarak ortak mefkûrelerde birlikte hareket edememeleri, yöneticilerinin/ağaebeylerinin arasında müşterek bir üst meşveret heyetinin bulunmaması, ulusal ve uluslararası ortak organizasyonlar gerçekleştirememeleri, mesela Risale-i Nur’daki imanî ve dinî hakikatlerle Ateizm ve Deizme karşı ictimâî ve ilmî planda hem bilimsel akademik çalışmalar, hem de genç nesilleri ve halkı koruyacak irfanî faaliyetleri birlikte yapamamaları, hatta Risale-i Nur’ların aynı nüsha tıpkı basımında ittifak sağlayamamaları.. gibi hususlar, her ne kadar bazısı merkezde küçük farklar gibi gözükse de, muhit hattında büyük ayrılıklara yol açmakta, bu ‘dağınıklık görüntüsü’, yakın gelecekle ilgili ümitleri ötelemekte, beki de bazılarında millet-i ümmetin istikbal bayramı adına gizliden gizliye derin inkisarlara zemin hazırlamaktadır. Şahsen hepsinin dine-imana hizmetlerini gönülden takdir etmekle beraber, bu birbirinden istiğnalarındaki ayrı-gayrılıklarını, içten içe birbirini dışlayan/öteleyen tavırlarını, bütün ümmeti ve insaniyeti düşünen bir ümmetolog olarak Üstad Bediüzzaman’ın ardında en azından ‘ümmet bilinci’yle hareket ederek ümmeti oluşturan bütün parçaları iman kardeşliği temelinde ve İttihad-ı İslam hedefinde bir araya getirmeye çalışmaları gerekirken, ‘bütün nur talebelerini bile kuşatan bir üst akıl ve engin kalb’e sahip olup olmadıklarını sorgulatan hallerini maalesef ‘hayat dönemi’ndeki hayatî hizmetlere sınırlayıcı birer mâni görüyorum, Risale-i Nur’daki Kur’ânî hakikatlerle hayata nur-u imanı taşıma ve yeniden ihya hizmetlerini saha olarak daralttığını ve derinlik olarak da sığlaştırdığını düşünüyorum.
[3] * “Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri, ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime” diyerek yazdığı çok mahrem bir mektubunda şöyle der: “Risaletü’n-Nur çok mütenevvi hakaike dair olduğu halde, telifi zamanında, yirmi seneden beri ben (başka kitaba) muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir. Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risaletü’n-Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.” (Nursî, Kastamonu Lâhikası – Mektup No: 48 – s.1600).
[4] Bediüzzaman’ın, tefsiri Risale-i Nur’u Kur’an’dan aldığı ilhamla yazdığı mealindeki sözlerine biraz daha yakından açıklık getirmek ihtiyaç gibi gözüküyor. Şu temel gerçeği baştan bilelim. Risale-i Nur’da iki türlü bilgi vardır: 1. Hakikatler, 2. Görüşler, yani doğrular ve yanlışlar. Hakikatler ve doğrular, iki ayrı kavramdırlar. Hakikatler haktırlar ve sabittirler, görüşler/doğrular ise değişkendirler. Bediüzzaman, Risale-i Nur’daki “hakikatler”i, Kur’an’dan ilhamla yazdığını söylemektedir ki, çoğu imanî mevzulara dair olan bu hakikatler, aslında Kur’an’ın malıdır, İslam’ın malıdır. Hakikat prensibi olan bir cümlenin ilhamını Kur’an’dan almış olmayı, hiçbir akıl reddedemez.
Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’daki “kendi görüşleri” ise ona göre doğrulardır, doğru gördüğü yorumlardır ki doğrulukları zamana ve şartlara bağlıdır; zamanın ve şartların değişmesiyle bazısı yanlışa dönüşebilir. Geçmişte doğru iken bugün/yarın yanlış olabilirler ama yarın yanlış olmaları, geçmişte doğru oldukları gerçeğini değiştirmez. Bediüzzaman’ın, o dönemin sosyal ve siyasal şartlarında söylediği bazı düşünceleri, yaptığı yorumları ve tercihlerini sanki kıyamete kadar geçerli imanî hakikatler gibi kabul etmek, onu anlamamaktır. Risale-i Nur’daki hakikatler ile onun şahsî görüşlerini birbirinden ayırt edebilmek için, yeterli ilim, akıl, muhakeme, basiret, firaset ve ufka ihtiyaç var.
Bediüzzaman, kendi sözlerine ilahî bir anlam yüklememiştir, çünkü sözleri, ikiye ayrılır; doğrular ve yanlışlar. O, doğruları (hakikatleri) Allah’tan bilmiş, yanlışlarını kendi üzerine almıştır. Kaldı ki insanın ruhu, İlahî nefhadır, bütün varlık esmanın tecellisidir. Hep ilahî! Bediüzzaman’ı itham etmeden önce, onun doğrularını, yani Risale-i Nur’daki hakikatleri kendi nefsinden bilmediğini, Kur’an’dan ilham almış olduğunu, asla yanlışlarını İlahîleştirmeye kalkmadığını kabul etmelidir. İnsan önce birinin doğrularına doğru demelidir ki, sonra yanlışlarına yanlış demeye hakkı olsun. Bediüzzaman’ın doğrularını hiç konuşmayıp hemen tek-tük tartışmalı yanlışlarına odaklanmak, dürüstlükle ve hakikatperestlikle bağdaşmaz. Bediüzzaman’ın kendi görüşlerini İlahîleştirmeye kalkışmamıştır. Hak (doğru) olan bütün düşünceler, Allah’tan gelir. Batıl (yanlış) olan düşünceler de insana nefsinden veya şeytandan gelir. Bediüzzaman, Risale-i Nur’daki hakikatlerin Kur’an’dan ilham aldığını, hataların ise kendisinden olduğunu söylüyor.
Şimdi Risale-i Nur’daki “hakikatler” ile “görüşler/doğrular” konusuna ve bu iki kavrama birazcık değinelim, üzerine eğilelim.
Hakikatler ve doğrular, iki ayrı kavramdırlar. Hakikatler sabittir, doğrular değişkendirler, dedik. Peki doğru nedir? Hakikatin belirli bir zamana, mekana ve mekîne düşen ışığına ‘doğru’ denir. Doğrular, zamana, mekana ve mekîne göredir ve görecelidir. Görüşler de değişken doğrulardır ve kişilere değişir. Görüşler, hakikat karşısında doğru veya yanlış olabilir.. hatta bir zaman doğru, bir zaman sonra ise yanlış olabilir.
Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’a Kur’an’dan kalbine ilhamla yazdığı hakikatler başkadır, kendi akıl ve muhakemâtıyla yazdığı görüşleri başkadır. Bir şeyden ilham almanın en hafifi, esinlenmektir. Esin kaynağı olmak da ilham kaynağı olmaktır. Bediüzzaman’ın bazı görüşlerinde de Kur’an’dan esinlenmiş (ilham almış) olması, müfessirliğin doğası gereğidir.
Bediüzzaman, Kur’an tefsiri olarak yazdığı Risale-i Nur’daki hakikatleri Kur’an’dan ilham aldığını, varsa hataların ise kendisinden olduğunu söylüyor. Hakikatleri/doğruları Kur’an’dan ilham almak, yanlışlarını da İlahîleştirmek midir? Değildir! Böyle bir isnad, Bediüzzaman’a iftira olur. Bediüzzaman, ana ilhamını Kur’an’dan almıştır. Her insan, Kur’andan ilham alabilir. İlham haktır. İlhamla bazı hakikatleri yazdığını söylemek, kendi yanlışlarını da İlahîleştirmek değildir.
Şahsen üstadım olarak Bediüzzaman’a muhabbet bağım güçlüdür ama teslimiyet bağım, yalnız Hakk’a ve hakikatedir. Cesaretimi, hakikatleri savunmada kullanırım, gaza gelip de, hakikatlerini savunmadığım bir zatın yanlışlarını mercek altına alıp habbelerini kubbe yapmam. Risale-i Nur’da ‘şeytanî düşünce’ diyeceğim bir şey görmedim. Dinî prensip ve hakikat olarak yanlış bulduğum bir cümleye rastlamadım. Bazı yaklaşım veya ifadeleri, ben olsaydım, şöyle yazardım dediğim yerler olmuştur. Bu da onun tercihidir.
Şu da var ki: Dün ‘acaba yanlış olabilir mi’ dediğim nice şeyler var ki, daha derin araştırınca veya yıllar geçince bunların doğru olduğunu farkettim.. dün doğru kabul ettiğim bazı şeyler de bugün yanlış gibi gelebiliyor, ama yarın da onlara yanlış der miyim, bilmiyorum. Hatasız insan yok, ama İmam-ı Âzam’ların hatasını bulmak, Arapça, dinî ilimler vs. bilmeyen bir câhilin haddi değildir.
Hususiyle avam ve ilim talebesi seviyesindekiler, Bediüzzaman’ın hatalarını bulmaya çalışacaklarına, onun doğrularından istifade etmeye bakmalıdırlar. Ulemanın hiçbiri, diğerinin bütün görüşlerine aynısıyla katılmaz zaten. Çünkü görüşler, görecelidir. Doğrular, değişkendir; kişiye göredir, izafîdir; zamana ve şartlara bağlıdır. Dünki doğrular, bugün yanlış geliyor diye, ‘dün de yanlıştı’ denemez. Bediüzzaman’ın bana göre bugün yanlış gelen birkaç yaklaşımı, ona göre ve o dönemdekilere göre o gün doğrudur. Kur’an ve Sünnet’le taban tabana zıt, dinde sapıklık diyebileceğim hiçbir şey bulmadım. Bazı ifadeleri kendime göre yanlış bulmam, onların gerçekte de yanlış olduğunun delili değildir.
Bediüzzaman, eserleriyle tanıdığım en hakikatli âlim! Diğerlerinin eserlerini Risale-i Nur kadar derinlemesine okuyup içselleştirmedim, belki de beni o seviyede cezbetmediler, bilemiyorum.
[5] Üsküdar Toptaşı Akıl Hastahanesi, 1908.
[6] Merhum Hasan Onat hocayla ilk ve tek hatıramı kaydederken, bazı zihinlerde Bediüzzaman’la ilgili hakikatsiz bir vehim veya soru işareti meydana gelsin istemem. Bediüzzaman’ın üç sıraüstü kabiliyetine yönelik üç kere delilik nisbeti yapılmıştır: 1. keskin zeka, güçlü hafıza ve derin ilmine. 2. idarecilere karşı korkusuzluğuna, medenî cesaretine, yerel ve kişisel özgürlüğüne ve özgünlüğüne. 3. Dine hizmette ölüme meydan okuyan pervasızlığına ve kahramanlığına.
1.) 1891’de 13 yaşındaki küçük Molla Said’e sıra-üstü halleri itibariyle ‘deli’ iltifatında bulunan Siirt’teki hocası Molla Fethullah Siirdî, bir sene sonra, 14 yaşındayken, onun bütün medrese kitaplarını okumuş olması ve huzurunda bir sayfa arapça ağır bir metni tek seferde okuyup ezberleyerek en çetin sorularını cevaplayabilen üstün zekası, güçlü hafızası ve dehası karşısında ona “Bediüzzaman” ünvanı ve medrese icâzetnâmesi vermiştir (1892).
2.) 1908’de 30 yaşındayken, İstanbulda ehl-i siyaset ve hükumet, Bediüzzaman’ın karşıt duruşu ve söylemlerinin halk nezdindeki etkisini kırmak için onu önce hapsetmiş, sonra hapiste de durmayıp aynı şekilde mahpusları uyandırması karşısında, bu denli cesaretini akıl ile izah edemeyip deliliğinden şüphe etmiş ve bir ‘cinnet hali geçirdiği’ isnadıyla onu cebren ve hileyle tımarhaneye sevketmişlerdir ama Üsküdar Toptaşı Akıl Hastahanesi’nde Bediüzzaman’ın muayenesini yapan ve onunla konuşan doktor, “Eğer bu adam (Bediüzzaman) da deli ise, dünyada akıllı insan yoktur.” diyerek ‘sıhhat raporu’ vermiştir.
Eşref Edip Fergan’ın ifadesiyle “Halka köle nazarı ile bakan müstebit paşalar; ‘Bu kadar cesaret akıl karı değildir!..’ diyerek onu (Bediüzzaman’ı) tımarhaneye sokmaktan başka kendileri için halas ve rahat çaresi göremediler.” (Eşref Edip, “İslam Düşmanlarının Tertiplerini Ortaya Çıkarmak Vazifemizdir” makalesi, Yeni İstiklal Gazetesi, Sayı: 241, 23 Mart 1966). Bediüzzaman’ın kendindeki bir delilikle değil de, kendisine deli diyerek musallat olan akıllı görünen delilerle imtihanından bahsedebiliriz.
3.) 1944te Denizli Mahkemesi bilirkişi raporunda, Bediüzzamanı mahrem risalelerdeki bazı şiddetli tabirlerin sorumluluğundan kurtarmak için “bazen bir nevi cezbeye mağlûp olup meczubâne hareket ettiği” yorumunda bulunmuştur. Ulemaya göre O, şatahat değil, hakikat ve sahv ehli bir âlimdir. Bediüzzaman, kendisini berat ettirmek için ehl-i vukufun iyi niyetle de olsa kendisine izafe ettiği ‘bazen cezbeye gelme hâli’ni bile reddetmiştir. Velev böyle bir ârızî cezbe hâli ender-i nâdirâttan da olsa vâki olmuş ise şayet, bu hâl, Bediüzzaman’ın ehl-i irşad bir mürşid-i kâmil oluşuna bir halel getirmez.
Bediüzzaman’ın ‘deliliği’, dâhiliğinden, veliliğinden, cesaret ve fedakarlığından ileri gelir; üstün zekası, güçlü hafızası, aşkın zikr ü fikri, sıraüstü işleri, korkusuzluğu ve kahramanlığına verilmiş bir pâyedir. Osmanlı ordusunun önden giden, en ön safta ölümüne saldıran, delice savaşan fedailerine (özel kuvvetlerine) “deliler” veya “azaplar” denirdi. Bediüzzaman da, küfre karşı savaşta iman kalesinin fedailiğini yapan, insanlığın imanı için cehenneme bile razı olduğunu haykırabilen bir iman savaşçısıdır, hidayet delisidir. Sırf kendi için yaşayanlar, başkaları için ölebilecek kadar büyük fedakarlıkları delilik/aptallık olarak nitelerler. Beyin sapıyla düşünen/yaşayan sıradan akılların kendi canlarının derdine düştükleri durumlarda, kendi canını başkaları için feda edebilenler, beyin saplılarca ‘ahmaklar’ veya ‘deliler’ gibi görünürler.
“Allah’ı öyle çok zikredin ki, tâ insanlar size mecnun/deli desinler.” (Ahmed b. Hanbel, 3/68; Hâkim, el-Müstedrek, 1/499) hadis-i şerifinin sırrına ermişlerden birisi de Üstad Bediüzzamandı, çünkü ulaştığı huzur-u dâimî makamında zikr-i dâimîye ermişti. Allah’ın mecnunu idi. Allahı zikirde fena bulmuş el-fânî fillah idi. Hasan-ı Basrî’nin: “Biz öyle insanları (sahabe ve tâbiîni) gördük ki, eğer siz onları görseydiniz, ‘bunlar mecnundu’ derdiniz. Şayet onlar sizi görseydi, ‘bunlar şeytandır’ derdi.” (Gazâlî, İhya, 3/217) sözündeki gibi: Bediüzzaman, Allah’ın ve Allah davasının mecnunu idi. Tasavvufta da deli olmayınca veli olunmaz denir. Veliler, akl-ı meâştan akl-ı meâda yükselmiştir. Akl-ı meâd ile yaşayanlar, günlük akl-ı meâşla yaşayanlar tarafından, gerek söz, gerekse fiil olarak bazen doğru anlaşılamazlar ve delilik, meczupluk veya başka şeylerle itham edilirler. Halbuki halk nazarında ‘deli’, Hak katında velidirler.
Bediüzzaman’ın ‘deliliği’ taşkınlığından değil, aşkınlığındandır; çünkü büyük ulemayı, hudemâyı ve evliyayı aşkın (bedî’) bir ilmi ve a’lâ fazileti vardı ve işte bu yüzden Bediüzzaman’dı, yani çağının harikasıydı, eşsizi idi. Kendisini tanıyan yüzlerce ulema, evliya ve bütün şahidleri nezdinde Bediüzzaman, değil psikiyatrik anlamda bir deli görülmek, aksine kimi dâhilere bile delice gelen sıra-üstü işleriyle, keskin zekası ve güçlü hafızasıyla büyük bir allâme, kâmil bir mürşid ve hakiki bir üstad kabul edilmiştir. Tasavvufî evliya tasnifinde şahtahatlara giren ehl-i aşk ve cezbeden değil, şeriat hükümlerine riayette kusur etmeyen ehl-i sahv tabir edilen evliyaullahtan ve maneviyat yolunda akıl ve kalb birlikteliğin üzere Kur’an mesleğinde ilerleyen ehl-i hakikat bir muhakkık görülmüştür.
Bediüzzaman’a göre ise Allah’ı inkar etmek delilikti. “Şu sıravârî içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp, Hâlık‑ı Zülcelâl’i evsâf‑ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir; bir mecnunluk hezeyânıdır.” demişti. (Nursî, Sözler / 10. Söz – s.25). O, Allah’ı inkar etmeyi gerçek delilik (dalalet divaneliği ve mecnunluk hezeyanı) olarak nitelemiş ve dinsizliğe veya sapkınlığa bir şekilde fetva veren dönemin bazı âlimlerini-müteşeyyihlerini meczuplukla, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’a olan ulemâü’s-sû’ya taraftarlıkla itham etmiştir (Nursî, Mektubat / 26. Mektup, 9. Mesele – s.509.) Risale-i Nur’da onlarca yerde; dünyayı ahirete, fâniyi bâkiye, küfrü imana, kötülüğü iyiliğe, günahları sevaplara, bâtılı hakka-hakikate tercih edenlerin ahvâlini divanelik/delilik olarak nitelemiştir. Çünkü gerçek delilik/akılsızlık/aptallık, bu tercihlerdir.
Peygamber Efendimiz’in ‘akıllı insan’ tarifine göre Bediüzzaman, İslam tarihinin en akıllılarından, dahası ümmetin dâhilerinden birisidir: “Akıllı (keyyis) kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi de, nefsini hevâsına tabi kılan ve Allah’tan dilek(ler)de bulunup duran (bunu yeterli gören) kişidir.” (Tirmizî, Kıyame 25; İbn Mace, Zühd 31). Aklını kullanmaktan âciz olanlar, hevasına tâbi olurlar ve hevasına göre hareket etmek, deliliktir. Akıllının zıttı, akılsız, sefih ve deli’dir. Hayatı boyunca hevasının zıttına hareket eden Bediüzzaman, akl-ı mead sahibi bir dâhidir. Esas deli olanlar, dünyaya dalanlardır, kötülükler ve günahlar içinde yaşayanlardır.
[7] Bediüzzaman’ın akıl azlığı değil, fazlalığı vardı. M. Kemal ve İ. İnönü’nün yakınında bulunmuş, Ankara’da 25 sene Millî Müdafaa Vekaleti Müftüsü Nakşî Şeyhi Osman Nuri Tol (l885-l955) şöyle der: “Sizin Üstadınız Bediüzzaman’da öyle bir deha, öyle bir kabiliyet var ki, dünyadaki devletlerin siyaseti Üstada verilse hepsini idare edebilecek bir kabiliyet var. Ben öyle görüyorum ve hakikaten de öyledir.” (Şahiner, Son Şahitler, 3/31).
[8] Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s.1924; Nursî, Şuâlar / 13. Şuâ, s.1022.
[9] Hz. Peygamber’e (s.a.v) de ‘deli’ demişlerdi ve hakkında iki ayet inmişti: “Düşünmüyorlar mı ki arkadaşlarında (Muhammed’de) bir cinnet (delilik) eseri bulunmamaktadır. O sadece apaçık bir uyarıcıdır.” (A’raf, 184). “Ey Resûlüm, sen irşâdına devam et. Sen Rabbinin ihsanı sayesinde kâfirlerin iddia ettikleri gibi kahin de değilsin, deli de değilsin.” (Tûr, 52/29-43). Bu ayete Bediüzzaman şöyle meal vermiştir: “(Habibim!) Sen ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zira kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir; seninki hak ve yakinîdir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemâl-i aklına şehadet eder.” (Nursî, Sözler / 25. Söz – s.171). Oysa ki O (sav) deli değil, deli doktoru idi. Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Resûl-i Ekrem’e (sav) ne kadar mecnun (deli) gelmişse, Resûl-i Ekrem, sinesine elini koymuşsa, katiyen şifa bulmuştur.. şifa bulmayan kalmamış.” (Nursî, Mektubat / 19. Mektup – s.418. Bkz. Kadı Iyâz, eş-Şifâ 1/335; Aliyyülkârî, Şerhu’ş-Şifâ 1/676). “Zeki bir insan olmanın kötü tarafı, salak insanlar tarafından deli sanılmaktır.” demiş Albert Einstein, eğer doğruysa. Evet öyledir: “Vasatlar, dahilere hep deli gözüyle bakmışlardır.” Peygamberlerin bile kurtulamadığı bu delilik isnadından, onun çizgisinde bazı dâhi âlimlerin de nasibini almaları doğaldır.
[10] Makaleyi merak edenler için bkz. Musa Hub, “Rahmânî Nefhalar ve İrfânî Yorumlar: Zamanın Değer(lenmes)i ve Değerlendirilmesi Üzerine: Nefehât Hadîsi ve Şerhi”, Toplum Bilimleri -Altı Aylık Hakemli Bilimsel Dergi-, ss. 199-238, Cilt: 12 Sayı: 23, ISSN 1306-7877).